
İşi gücü gezmek
Yaklaşık bir yıl önce “işimgücümgezmek” facebook sayfasında rastladım Hale Sargın’a. Güney Amerika’yı keşfetmek için planlar yaptığım bir dönemde yeşil montu, alaca taytı, her daim gülen yüzü ve ışıl ışıl gözleri ile o, bir başına geziyordu Arjantin’in muhteşem coğrafyasında. Belli ki acelesi yoktu ve hopyala zıplaya tadına varıyordu seyahatinin. Yeni mekânlar, yeni insanlar, yeni yollarda akıp gidiyordu. Paylaşımlarına yapılan yorumlardan bu genç kadının seyyahlığına dair benim gibi birçok insanın merakının olduğu anlaşılıyordu. Deneyimleri kadar güzel yanıtlarının da olacağı hissiyatıyla Türkiye’ye döndüğünde kendisiyle röportaj yapmak istediğimi yazdım. Hale Hanım nazik bir cevapla dönüş planı olmayan bir yolculukta olduğunu ifade edince söyleşimizi yazılı olarak yapmaya karar verdik. Verdiği içten yanıtlarla yüz yüze röportaj yapmış kadar olduğum Hale Sargın’ın paylaştığı deneyimlerinin ve duygularının sizlerin de yüreğine güzellikle dokunacağına inanıyorum. Yolu açık olsun her daim…
Yola düşme hikâyeniz nasıl başladı?
30 yaşında, İstanbul’da yaşam savaşı veren bir beyaz yakalı olarak kurumsal iş dünyasında 10. yılımı dolduruyordum. Düşlediğim hayatla, yaşamakta olduğum hayat arasındaki uçurum gitgide artıyordu. Ne zaman hayat tarzımı değiştirmek için bir fırsat yakalasam ve bunu ailemle, çevremdeki arkadaşlarımla paylaşsam herkes aynı şeyleri söylüyordu. “Gül gibi işin var, her ay düzenli bir maaşın var, sigortan ödeniyor, iyi bir şirkette çalışıyorsun, kariyer yapma firsatın var, geleceğini düşün, işinden ayrılırsan belki bir daha böyle bir imkân bulamazsın” Herkes aynı şeyi söylüyorsa vardır herhalde bir bildikleri deyip, sanki yaşamakta olduğum hayatı elimin tersi ile itip düşlediğim sakin ve basit hayatı yaşamak istemem şımarıklık gibi gözüküyordu. Sonra bir gün bir kişisel gelişim aktivitesinde bir hikâye duydum ve o an bir dönüm noktası oldu benim için.
“Zamanın birinde, kaplumbağalar arası bir yarış organize edilmiş. Yarışmanın kuralı: “Tepeye ilk varan kaplumbağa yarışı kazanır.” şeklindeymiş. Vakti gelince, bir sürü kaplumbağa arkadaşlarını seyretmek için yarış yapılacak bölgeye toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Seyircilerden hiçbiri arkadaşlarının bu tepeye çıkabileceğine inanmıyormuş. Kimileri bu inançlarını yüksek sesle dile getirmekten kaçınmıyorlarmış. Öyle ki, yarışmacıların bazıları: Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" seslerini dahi işitebiliyormuş. Yarışmaya katılan kaplumbağalar bu tepeye ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmaz bir gayretle tepeye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyircilerin sesleri yükselmeye başlamış; giderek bağıranların sesleri yarış alanında yankılanır olmuş: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar! "Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kaplumbağaların tümü ümitlerini, gayretlerini yitirmiş ve yarışı terk etmişler. Ama yarışta yapayalnız kalan son kaplumbağa, büyük bir gayret ile mücadele ederek, bu tepeye çıkmayı başarmış. Diğer yarışmacılar ve seyirciler, hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kaplumbağa ona yaklaşmış ve sormuş, bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki bu tepeye çıkan kaplumbağa sağırmış!"
Bu hikâyeyi duyduktan kısa bir süre sonra Avrupa Gönüllülük Hizmeti projesine başvurdum ve İtalya’da çevre üzerine çalışmalar yapan bir dernek başvurumu kabul etti. Ağustos 2012’de bankadaki işimden istifa ettim, sırt çantamı sırtlandım ve yola düştüm. O günlerden beri de o hayalini kurduğum sade, sakin, doğaya yakın, emekli olunca yapılacaklar arasında yer alan balıkçı kasabalarını gezerek hayatımı sürdürüyorum.
Uzun süreli seyahatinizi nasıl planladınız?
30 yıl planlı bir hayat yaşadım. “Hayatımın planını ben mi yapıyorum yoksa sistemin sunduğu bir plan içerisinde mi yaşıyorum?” sorusu kafamda büyürken Brezilya’ya tek yön uçak bileti aldım. Sırt çantamı hazırladım ve yola çıktım. Tek planım bugünümü güzel geçirmek, yarını yarın planlarım…
Güzergâhınızı nasıl belirliyorsunuz? Kalacağınız mânları nasıl ayarlıyorsunuz?
Kesin bir güzergahım yok. Tanıştığım kişilerin önerileri, okuduğum kitaplar/dergiler ya da takip ettiğim çeşitli seyahat sitelerine bakarak gitmek istediğim yerleri belirliyorum.
Yolculuğum sırasında çoğunlukla ücretsiz konaklama seçeneklerini kullanıyorum. Gönüllü olarak çalışıp, aynı zamanda yaşayacağım yerleri www.workaway.infositesinden buluyorum. Ayrıca gezginlere, ücretsiz olarak evlerinin kapılarını açan yerli kişilere www.couchsurfing.com adresinden ulaşıyorum.
Sizi yola düşüren duygu ve düşünceleriniz seyahatiniz esnasında dönüşüme uğradı mı?
Kendinizi yollara bırakmak, bir odun parçasını bir ahşap heykel ustasının eline bırakmak gibi. Tüm duygularınızı, düşüncelerinizi kesiyor, biçiyor, yontuyor, pürüzsüz hale gelinceye kadar uğraşıyor. Yolda olmak, bir dönüşüm sürecini de içinde barındırıyor.
Oldukça mütevazı koşullarda seyahat ediyorsunuz gördüğümüz kadarıyla. Buna rağmen asgari düzeyde bir harcamalarınızı nasıl finanse ettiğinizi bizimle paylaşır mısınız?
Pekte düzenli olmayan ve mütevazı sayılabilecek bir kira gelirim var. Para gerektiği durumlarda bu gelir bana yardımcı oluyor.
Seyyahlığı kendi deneyimlerinizden yola çıkarak nasıl tanımlarsınız?
Kalbi nerede atıyorsa, orasının evi olduğunu düşünen, hem ruhunu hem de bedenini yollara sunmuş kişi.
Tek başına yol alan bir seyyah için Güney Amerika’dan ve o coğrafyanın insanlarından bahseder misiniz?
Büyük bir çoğunluğunun atalarının İspanyol, İtalyan ya da Alman olduğu, fakat bir zamanlar bu coğrafyada yaşayan yerli halkın kültürüne, adetlerine de büyük saygı duyan, yemeyi, içmeyi, dans etmeyi, eğlenmeyi seven bu toprakların insanları kucaklarını açmış bizimle tanışmak için fırsat kollayan insanlar. Aynı dili konuşmasanız da size kendini anlatmak istiyor. Gülüyor içtenlikle ve bizi tanımak için meraklı.
Issız coğrafyalarda tek başına yol alırken korku ya da endişe duyduğunuz oldu mu?
Şehir hayatı bize korkmayı ve endişe etmeyi öğretiyor. Doğa ise rahatlamayı, özgür olmayı. Bu nedenle kendimi en güvende hissettiğim yer o ıssız coğrafyalar.
Uzun süredir seyahat eden biri olarak yerleşik şehir ve iş hayatı nasıl görünüyor gözünüze?
Kocaman bir okyanus varken, bir akvaryumunun içinde yaşamayı sürdürmek gibi.
Ayrılmak istemediğiniz bir mekân ya da şehir oldu mu gittiğiniz yerler arasında?
Şili’nin güneyinde yeralan Torres del Paine Milli Parkı. Milli park içindeki 120 km’lik yolu 10 gün boyunca yürüyerek ve çadırda konaklayarak geçirdim. Bu süre içinde gördüğüm manzaraların güzelliği, Patagonya’nın sert rüzgarını, soğuk ve yağmurlu hava şartlarını, yürüyüş yolunun zorlu iniş çıkışlarını, sırtımda taşıdığım çantanın ağırlığını unutturdu. Fiziksel olarak güçlendiğimi hissettiğim gibi, ruhen de arındığımı hissettiğim o topraklara tekrar geri dönmek aklımın bir köşesinde!
Seyahat ettikçe yeni yerleri ve insanları algılama refleksiniz sıradanlaşıyor mu?
Sıradanlaşmak, yolda olmanın büyüsünü bozan bir kelime benim için. Bunun yerine seyahat etmek yeni yerlere ve insanlara adapte olma konusunda rahatlık sağlıyor demek daha doğru olabilir.
Seyahat ederken mekân insanları kıyasladığınız bir yer var mı? Mesela Türkiye…
İyi ya da kötü şeklinde bir kıyaslamaya girmiyorum fakat seyahat ettiğim ülkeleri Türkiye ile ya da gördüğüm diğer ülkelerle karşılaştırıyorum. Ülkeler ve insanlar arasındaki farklılıkları ya da benzerlikleri görmek hoşuma gidiyor.
Dönüş takviminizin belli olmadığını yazmıştınız ama Güney Amerika’dan sonra gitmek istediğiniz bir ülke ya da kıta var mı?
Bu kıtada, Meksika’ya kadar gitmeyi düşünüyorum. Asya ülkeleri ve kültürü çok ilgimi çekiyor, sonrasında oralara doğru yol alabilirim. Ama kim bilir sonrasında Avusturalya’da bir çiftlikte avokado topluyor da olabilirim.
Seyahatiniz süresince yaşadığınız zorluklar neler?
Antoine de Saint-Exupéry’in Küçük Prens kitabında, Küçük Prens ile onun gezegeninde yaşayan bir çiçek arasında geçen konuşma sırasında çiçek şöyle der: "Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım.”
Şimdiye kadar yaşadığınız deneyimler içerisinde sizi en çok etkileyeni bizimle paylaşır mısınız?
Çok var aslında, sadece birini söylemek diğerlerine haksızlık olur ama hemen ilk aklıma gelenler; Brezilya’nın adası Ilha Grande’de gece saat 3.00’te yürüyüşe başlayıp maymun sesleri eşliğinde bir dağın zirvesinde (Pico do Papagaio) güneşin doğuşunu seyretmek ve Şili’de Calbuco Volkan Dağı’nın patladığı anı kendi gözlerimle görmek çok etkileyiciydi.
Bizim ülkemiz için çok alışıldık ve güvenli bulunan bir durum değil tek başına seyahat etmek özellikle bir kadın için. Güney Amerika İnsanının bu konudaki algısı ve bakış açısı nasıl?
İnsanların tepkileri yaşadıkları yerlere göre değişiyor elbet. Turistik yerlerde yaşayan insanlar benim gibi tek başına seyahat eden kadın gezginlere sıkça rastladıkları için benim bir süper kahraman olmadığımın farkındalar. Pek de turistik olmayan yerlerde yaşayanların tepkileri daha farklı. Özellikle sohbet ettiğim kadınlardan “Korkmuyor musun?” sorusunu çokça işitiyorum, Türkiye’den geldiğimi duydukları zaman ise “Çok uzak, nasıl geldin oradan buralara?” diye soruyorlar. Kollarımı iki yana açarak 'Uçarak geldim' diyorum. Ya süper kahraman olduğumu düşünüyorlardır ya da deli.
Yolda tanıştığınız insanlarla diyalogunuz devam ediyor mu?
Her gün onlarca insanla tanışıyorum. Hepsiyle iletişimimin devam etmesi mümkün değil elbet yoksa yeni insanlarla tanışmak için zaman bulamam. Fakat kısa zamanda derinlemesine iletişim kurduğum, sohbetine, insanlığına doyamadığım, “Umarım yine bir gün buluşuruz” diyerek vedalaştığım birçok kişi oldu, onlarla iletişimim devam ediyor. Dünya küçük, yine bir yerlerde yollarımız kesişir.
Buğday Derneği için yaptığınız aktivitelerinizden bahseder misiniz?
Yolda olmak, sadece Dünya'nın güzelliklerini görmek değil aynı zamanda Dünya'nın sorunları ile daha fazla yüzleşmek demek benim için. Gördüğüm onca soruna karşı sessiz kalıp, yokmuş gibi davranamazdım. Hepsine bir çözüm sağlayamam belki ama benim de bir şeylerin ucundan tutmam gerek diyerek yolculuğuma sosyal sorumluluk projesi eklemeyi düşündüğüm sırada Adım Adım Oluşumu ile tanıştım. Adım Adım Oluşumu, sportif etkinlikler aracılığıyla, bağış/yardımda bulunmak isteyen kişi ve kurumlarla, ihtiyacı olan kişileri, buluşturan bir sivil toplum inisiyatifi. ( www.adimadim.org )
Yıllardır çalışmalarını takdir ederek takip ettiğim Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin (www.bugday.org) projelerine destek vermek için yardımseverlik koşuları yapmaya karar verdim ve Adım Adım Oluşumu çatısı altında Güney Amerika’da çeşitli ülkelerde yardımseverlik koşuları yaparak bağış kampanyaları organize etmeye başladım. 2015 yılı içinde Arjantin’de ve Şili’de gerçekleşen yarışlara katılarak Buğday Derneği için 6596 TL bağış toplanmasına aracılık ettim. Önümüzdeki zamanlarda da farklı ülkelerde yardımseverlik koşuları yapmaya devam ediyor olacağım.

"Ben Siyah Beyaz Bir Adamım"
Senelerce ulusal basının çeşitli mecralarında foto muhabirlik yaptıktan sonra, yönünü tamamen fotoğrafa çevirmiş bir fotoğrafçı Mustafa Seven. Hayatın doğal akışını ve o akış içinde insan öykülerini etkili biçimde
aktarmayı başaran Seven’in kareleri, dünyanın birçok yerindeki fotoğraf severler tarafından ilgi görüyor. Son yıllarda İnstagram’da bir milyonu aşan takipçi sayısı ile bir fenomene dönüşen Mustafa Seven ile fotoğraf, İstanbul ve yaşam üzerine konuştuk.
Röportaj: E. Hilal Korucu
Fotoğraf: Doğan Arslan
Hayatınızda fotoğrafın olmadığını düşünerek fotoğrafın sizin için anlamını paylaşır mısınız?
Bu aslında ters köşe yapabilecek bir soru. Çünkü hayatımda fotoğrafın olmadığı bir anı kurgulamak bile zor geliyor. Kendimi ifade etme biçimi olarak fotoğrafı benim elimden alıyor olmak kendimi topyekûn her şeyin dışında bırakmak gibi bir şey. Her halde çekilmez bir adam olurum. Şu yüzden fotoğraf bu yüzden fotoğraf şeklinde bunu tanımlayabilecek yeteneğim de yok. Ama şunu söyleyebilirim ki kendimi en iyi hissettiğim dünyanın mevcut her şeyinden sıyrılıp başka bir noktaya taşındığım bir alan fotoğraf. Bu benim kendimi kaybettiğim, meditasyon yaptığım, dua ettiğim, zamanın nasıl aktığını tarif edemeyeceğim ruhen ve bedenen içinde bulunduğum fiziksel mekânın bir öneminin kalmadığı bir hâle dönüşüyor. Ben hayatımdaki en büyük travmamı babamı kaybettiğimde yaşadım. Fotoğrafın yokluğunu bir travma olarak tanımlayabilirim. Meseleyi felsefi olarak yorumlamadan günlük hayat içinde sıradanlaştırdığımda sanırım böyle bir etkisi olurdu.
İyi fotoğraf ya da iyi fotoğrafçı tanımlamasına objektifliği ya da sübjektifliği üzerine neler söylersiniz?
Egemenler kendi kişisel zevkleri üzerinden iyiyi tarif etti. Estetik anlayışı artık kolay evrilebilen bir noktaya geldi. Sanat eseri olarak değil de daha çok bir ifade aracı olarak geliyor bu tür üretimler. Ben sokak adamıyım anlamam bu işlerden ama akademisyenlerin biraz işin bu tarafına kafa yorup bu üretimleri yeniden tanımlaması gerekiyor. Bir iş yaparsınız çok fazla insan sizin beğenir, yaptığınız şeyleri takip eder ve bakma arzusu duyar. Bu sizi iyi yapar. Ama bu yaptığınız işin iyi olduğu anlamına gelmez.
“İnsanın olmadığı bir doğa beni heyecanlandırmıyor”
Fotoğrafta teknik mi hikâye mi daha öncelikli sizin için?
Tabi ki tekniği yok saymak mümkün değil. Ama bana sorarsan ben tekniği çok gerilere atıyorum. Kendi fotoğraf hayatımda da böyle fotoğrafa yaklaşımımda da böyle. Tekniğin benim hayatımdaki oranı çok düşük artık. Eskiden foto muhabirliğim zamanında takardım böyle şeyleri. Mümkün olduğu kadar o teknik meseleler üzerinden konuyu çözümlemeye çalışırdım. Artık ne anlattığım, ne söylediğim, bir hikâyemin olup olmadığı insanları etkiliyor. Analog dönemde tekniği bilmek zorundaydık ama o dönem bitti artık. O dönem üretim zordu ve üretebilmek için tekniği bilmeye ihtiyacın vardı. Tüm bunları söylerken estetik unsurları önemsemiyor değilim. Herkesin az çok estetik ile ilgili bir bakışı ve ayırt etme özelliği vardır.
Seyahat ve fotoğraf ilişkisi üzerine neler söylersiniz?
Bu ikisi birbirini besleyen ve birbirlerine uzak olmayan iki ayrı dünya. Seyahat etmenin insanın ufkunu genişletmesi, yeni hikâyeler sunması ister istemez sizin dilinize yansıyor. Seyahat ederken beslenmek de size bağlı elbette. Gittiğin yerlerde sokaklarda dolaşmıyor, kimseyle konuşmuyorsan daha az beslenirsin. Meraklıysan, insanlara temas etme yeteneğin varsa, içinde bulunduğun hayatta neler döndüğüne dair kafa yorabiliyorsan, zıtlıkları, beraberlikleri orada daha başka türlü görebiliyorsan bunlar senin hem insani olarak gelişimini, hem de fotoğraf dilinin zenginleşmesini sağlıyor. Bizim ilk öğrendiğimiz şeylerden biri ‘iyi fotoğraf için çok fotoğrafa bak’ kuralıydı. Çok fotoğrafa bakmak ile seyahat etmek arasında çok fazla fark olduğunu düşünmüyorum.
Fotoğraf üretiminde niceliksel artış niteliksel olarak bir düşüş yaratıyor mu?
Üretim yapan insanların sayısı çoğaldığı için böyle bir yanılsama içine düşebiliriz. Ama burada bizim düsturumuz seçebilme özgürlüğümüz olmalı. Geleneksel medya araçlarında seçim yapma şansımız yoktu. Yeni medya da böyle bir durum yok. Dijitalleşen ve kişiselleşen bir medya söz konusu artık. Seçebilme özgürlüğü sana, senin kişisel bakış açına göre “kaliteli” olana ulaşma şansı veriyor. Bizim hiçbir şekilde entelektüel bir snopluğa düşme lüksümüz yok. Birinin işinin iyi veya kötü olduğunu söyleyecek olan ben değilim. Evet birileri çok berbat işler yapıyor ama o işler birileri için çok değerli hale dönüşebiliyor. Şimdi ben bu adamı yok mu sayacağım. Herkesin kendini anlatma noktasından meseleye baktığım zaman ifade aracı olarak kullanıyorsam bunu ve o adam da onu böyle anlatma yeteneğine sahipse ve onu takip eden birileri varsa onları yok mu sayacağız!
Fotoğrafın ticari bir meta olarak sosyal medya ve yeni medyadaki rolü üzerine neler söylersiniz?
Fotoğrafın ticari hayatın içinde olması bana itici bir şeymiş gibi gelmiyor. Ben ürettiklerimi sanat eseri olarak görmüyorum. Sanat malzemesi üzerinden kurgulamıyorum ya da öyle üretmiyorum. Bu konu benim üzerinde çok kafa yorduğum bir konu da değil. Fotoğrafın bir ticari malzeme olma unsuru olması da aynı şekilde ilerliyor. Ben fotoğrafı ne bir ticari malzeme ne de sanat eseri olsun diye üretiyorum. Fakat ticari bir proje dâhilinde ürettiklerim bunun dışında. Çünkü orada müşteri belli, istenen belli. Bu noktada çıkan malzemenin elma olması ile fotoğraf olması arasında bir fark yok. Elma da satabilirdim
“İnsanlarla fotoğraf malzemesi diye iletişim kurmuyorum”
Sokak fotoğrafçılığında insan ve çevre ile iletişim konusunda neler söylersiniz?
Ben sokağa fotoğraf çekmek için çıkmıyorum. Fotoğrafını çeksem de çekmesem de insanlarla tanışıyorum. Çay içiyorum, muhabbet ediyorum. Ben zaten oradan geliyorum. O adamın dünyasına uzak bir dünyam yok. O adamın neler konuşabileceğini, hangi dille küfür ettiğini biliyorum. Bir sonraki gün tekrar geçtiğimde oradan eğer fotoğraf varsa çekiyorum. İnsanlarla fotoğraf malzemesi diye iletişim kurmuyorum. Yanından geçtiğim insanlara kolay gelsin diyorum, baba herşey yolunda mı diyorum. Yarın belki o adamın fotoğrafını da çekebilirim. Bunları rol olsun diye yapmıyorum. Ama eğer bir insanın portresini çekeceksem onunla biraz daha uzun vakit geçiriyorum. Bazen fotoğrafını çekmek istediğim insanlarla çatıştığım da oluyor. Politik bir şeyler söylüyor, ben de söylüyorum. Fotoğrafını çekeceğim diye rol yapmıyorum. Şunu da ifade edeyim ki içinde bulunduğumuz çevrenin ahlaki toplumsal birtakım kuralları ile çatışmamamız lazım. O insanların hassasiyetlerine saygı gösteriyor olmamız lazım. Bu da zaten insan olmasının gereği fotoğraf çekmenin değil. Çok dikkat çekici aksesuarlarla donatılmış olmak sizi görünür kılar. Bir de bir insanın gördüğünüzde hemen yüzüne makinayı doğrultmamanız lazım. İnsanı taciz ediyorsun. Sokakta en gerçek olduğu halde ve belki istemeyeceği bir halde fotoğrafını çekiyorsun.
“İstanbul benim toprağım, vatanım, kanım, canım…”
Fotoğraftaki en güçlü tema nedir?
İnsan. İnsan yoksa işin içinde eksik kalıyor. En azında insanın varlığını hissettirecek unsurların olması lazım. Fotoğraf insansızsa da insanın izini hissetmem lazım. Çok pür bir manzaraya bakınca hoşuma gidiyor ama İnsanın olmadığı bir doğa beni heyecanlandırmıyor.
İstanbul ve İstanbul’un son yıllarda geçirdiği toplumsal değişim üzerine neler söylersiniz?
Dünyanın en biricik şehri geliyor İstanbul bana. Bir arkadaşım dünyanın diğer şehirlerinde çektiğin fotoğraflar daha pozitif, İstanbul’da çektiklerin daha depresif şeklinde bir yorum yaptı. Bu aslında kötü bir şey değil. Ben bu şehri daha iyi tanıyorum demektir. Çünkü tanıyabildiğin noktada derine gidersin. Diğer şehirleri ne kadar tanıyabilirim ki… İstanbul benim toprağım, vatanım, kanım, canım… Bu şehre nüfus edebilmişim ki bir başka tarafını gösterebiliyorum. Ben İstanbul’daki insan yoğunluğundan rahatsız değilim çünkü ben onlardan besleniyorum. Kendimden çok şey buluyorum o insanlarda. Gidiyorum sofralarına oturuyorum, muhabbet ediyorum. Ben tüm bunları şehrin bir parçası olarak kabul ediyorum. Benim görevim bir fotoğrafçı olarak mevcut durumu belgelemek. Şehrin, sosyolojisinin, psikolojisinin temeline inip soruna çare bulmak değil. Yarın durumlar düzeldiğinde “bak kardeşim yirmi yıl önce memlekette bunlar oluyordu” diyebilmek. Benim sorumluluğum bu kadar. İstanbul gettolaşıyor bir yandan da. Aksaray’a gidiyorsun Harlem’de geziyor gibisin. Oradaki insanların hayatına dahil olduğunda bambaşka bir İstanbul Görüyorsun. Bu insanlar bu şehrin bir parçası ve bu şehrin kimliğini yaratıyor. Ağrılı ile Senegal’den gelmiş adam birlikte yaşıyor. Bu da benim için kayıt altına alınması gereken bir şey.
Dünyada artık sokaktaki günlük yaşamı kısa kısa hikâyeler ve fotoğraf eşliğinde veren ve milyonlarca izleyicisi olan yeni mecralar doğdu. 14 milyonu aşkın bir takipçi kitlesi ve paylaşımlarına yüzbinlerce yorum yapılan ‘Humans of NewYork’ projesi gibi insanların en mahrem konularını bile paylaştıkları alanlar var. Geleneksel yapıdan buraya gelişi nasıl görüyorsunuz?
Fotoğraf artık bir kırılma noktasında ve dönüşüm yaşıyor. Bir sürü disiplinlerle iç içe geçmeye başlıyor. Söylediğiniz yöntem bir ‘photojurnalism’ örneği aslında. Fakat bunların takipçi sayıları çok yüksek. En yüksek tirajlı gazetelerden bile daha fazla insana ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla fotoğrafın bu kadar kitleselleşiyor olması meseleyi hepimiz açısından başka bir şeye dönüştürüyor. Daha çok beslenebileceğimiz kaynaklar yaratıyor bizim için. Burada bizim iyi ve kötüyü ayırt edebilecek kişisel beğeni ölçülerimiz devreye giriyor. Bunu ben çok demokratik ve olması gerektiği yerde gibi görüyorum. Malzemenin ne olduğu konusunda fikirler net değil. Adama ürettiği şeye fotoğraf değil içerik diyor. Bir hikâyeniz söyleyecek bir sözünüz yoksa bir karşılığının olması çok zor. Çünkü artık çok fazla insan bunu üretiyor. Dünyanın bir yerinde fotoğrafçı olmayan bir adam elindeki cep telefonuyla çektiği fotoğrafla bana acayip hikâyeler anlatabiliyor. İçinden geldiği gibi sana sunuyor ve bir sürü disiplin etkileniyor bundan. Hibrit olma durumu da buradan kaynaklanıyor. Resim ile fotoğrafı karıştırıyor ya da manipüle ediyor. Biz şimdi bu malzemeye ne diyeceğiz. Ultra gerçeklik bu.
Neden fotoğraflarınız ağırlıklı olarak siyah beyaz?
Ben kendim siyah beyaz bir adamım. Ben neysem fotoğrafım da o. Renkleri insanı kandırdığını düşünüyorum. Dolayısıyla renklerden arındırmayı seviyorum. Açıkçası yöntem olarak böyle yapmakta ısrarcıyım. Benim asla anlam atfetmediğim bir fotoğraf izleyen açısından çok değerli bir hale dönüşebiliyor. Siyah beyaz olması fotoğrafın içinde daha fazla gezme şansı veriyor izleyene. Fotoğraftaki detayların her biri bir hikâye kurgusunun malzemesi olabiliyor. İzleyen kendi hikâyesini yazıyor o fotoğrafla ilgili. Ben bunu seviyorum. Naçizane bunu başardığımı düşünüyorum. Çok sayıda email alıyorum bu konuda. Etkileşim bu. Yarın birisi çıkıp buna itiraz edebilir ben olaya böyle baktığım için böyle yorumluyorum.
Altyapısında fotoğraf olan yönetmenler gibi filme kayma isteğiniz var mı? Nasıl bakıyorsunuz bu konuya?
Yeni yeni ilgimi çekiyor. Merak ediyorum. Üretim prosesi olarak fotoğraftan başka bir şey. Eskiden ne işim var video da anladığım bir şey değil diyordum. Son bir yıldır yapsam nasıl olur diye düşünüyorum. Sadece malzemenin devamlılığının olması biraz ürkücü geliyor bana. 3-5 dakikalık kısa film olarak denemek istiyorum.
“Benim felsefem ‘ne kadar olabiliyorsam’ insan olmak”
Fotoğrafın hayata bakışa etkisi nedir?
Benim yaşam felsefemi belirleyen şey fotoğraf değil. Benim felsefem “ne kadar olabiliyorsam” insan olmak. Bu da benim fotoğrafımı etkiliyor. Benim binlerce fotoğrafıma bakım beni salt fotoğraf olarak değerlendirirsen bana hakaret etmiş olursun. O sadece bir fotoğraf değil o benim. Benim elimden çıkmış her şey benim. Baktığın o şey Mustafa.

“Türk Toplumu Aslanlar Gibi Değişiyor”
Değerli Hocamı rahmetle anıyorum..
Özellikle herkesin birbirini eleştirdiği şu dönemde içinde bulunduğumuz sosyal psikolojiden yola çıkarak Türk toplum yapısını ana hatlarıyla anlatır mısınız?
Türk toplumu, Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonlarından günümüze kadar uzanan bir, dünyanın gerisinde kalmamaya, dünyanın özellikle batı ülkelerinin gelişmelerini hayat tarzlarındaki değişmelerin dışında kalmamaya, bunun nasıl birşey olduğunu batıda neler olup bittiğini anlamaya ve onu anladıktan sonra da kendi bünyesinde de yavaş yavaş özellikle kültürünün maddi yapısında değişmeye çalışan bir toplum.
Her değişme büyük sancılar yaratır. Her değişmede bir yandan değişimin kendi gösterdiği yönde çaba sarfedilir. Öbür yandan da bu çabaların yarattığı sancılar, ödemek zorunda bıraktığı yüksek maliyetlerden ötürü bir tepki meydana gelir. Bu tepki ileriye doğru değişmeye çalışan toplumun durmadan geçmişini özlemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunlara biz geriye yönsemeli arayışlar diyoruz. Hem değişmeyi sürdürürüz aralıksız, hem de durmadan geçmiş gitgide bizden uzaklaşan, Ahmet Hamdi’nin Yeni Cami için söylediği güzel bir söz vardır. “ Akşam yıldızlar altında uzaklaşan bir hayal gemisi gibi” geçmişin o uyumlu dengeli günleri gitgide uzağımıza doğru çekilir. Bu çekilme devam ettikçe de biz gitgide daha yoğun bir şekilde geçmişi özleriz. O geçmişin kendisi değildir geçmişe yönelik bir özlemdir. Böyle gider. Türk toplumu bugün bunu yaşıyor.
Ne zamandan beri yaşıyor?
350 yıldan beri yaşıyor. Dolayısıyla şu düşünce ilericidir, bu düşünce gericidir diye bir ayrım yapmadan Türk toplumunu değişme çabası içinde olan ve bunun çok yüksek maliyetini ödemeye mecbur kalmış bir toplum olarak görmek lazım. Yarattığımız geçmiş özleminin de geçmişteki 4 halife zamanından, Peygamberimiz zamanından, Kanuni zamanından muhafaza edebileceğimiz sürdürebileceğimiz , bugünkü hayata katabileceğimiz gerçekten o değerleri arayıştan ziyade bu günkü değişim sürecinin yarattığı sancılara karşı bir arayış olarak düşünmek lazım. Böyle düşünebilirsek bu değişim sürecini yaşarken değişik tepkiler veren kesimlerin birbirleriyle demokratik bir toplum modeli üzerinde uzlaşmaları çok daha kolay olur. Türk toplumu bugün bu sancıları yaşıyor. Bu sancıları yaşayan toplumun değişik kesimleri tabiki değişik tepkiler veriyor. Bir kısmı geçmişten bütünüyle kopmak istiyor, bir kısmı zaten bizden yeterince uzaklaşmış olan bir geçmişi muayyen olarak tekrar inşa edip ona dört elle tutunmak istiyor. Ve bu anlayış sayesinde de irrasyonel bir didişmedir gidiyor. Bir sosyalbilimci ve kültür sosyologu gibi baksak birbirimizin kalbini kırmadan bu değişimi hem hızlandırmak hem de bunun akıllı, daha bilinçli bir şekilde takip edebilecek hale geleceğimiz için bunun yarattığı sancıları da hafifletmiş olacağız. İnşallah Türk toplumu demokrasinin getireceği bir takım kurumsal ve kişisel hayatımızda yaşadığımız değerler sayesinde bunu alacaktır. Türk toplumu yine de büyük bir kabiliyete sahip dünyanın birçok ülkesinde bunlar kanlı ihtilallerle, çok daha yüksek maliyetlerle oluyor. Biz iyi kötü bir geçmişe sahibiz. Bu uzun geçmiş süresince bizi dünyanın üç kıtasında defalarca yeni toplumlar inşa etmişiz. Yeni devletler kurmuşuz. Çok parlak bir dönemimiz olmuş. Sarsıntılı günlerimizde olmuş. Türk toplumunun durumunu tahlil ederken, benim Stanford Üniversitesinde hocam da olan İngiliz büyük tarihçi Arnold Toynbe’nin bir TV röportajında söylediği bir sözü var. “Tarih açısından bakacak olursak bir ülkenin bir milletin büyüklüğü sadece kazandığı zaferlerle ölçülmez yaşadığı büyük yıkıntılardan sonra büyük yenilgilerden sonra da toparlanıp kendisini ayakta tutabiliyorsa. Büyük toplum büyük millet ona derler.. Şimdi bunu niye söyledim. Türk toplumu 350 seneden beri sancılı bir süreç yaşıyor.. Ve Türk toplumu adaptasyon kabiliyeti çok yüksek. Unsurları değişik.
Toplumsal yaşamda dinin yeri nedir?
Din bir türevdir. Sosyal ve ekonomik hayatın gıcırtısını azaltan acısını azaltan bir lübitan yağ gibidir. Senin kurduğun hayat içinde verimsiz bir dönemse din bir teselliden başka bir şey veremez. İşleyen bir hayatsa o işleyişi hızlandırır. Çünkü kültürün manevi yanıdır. Bütün alanlarda böyledir. Yani sadece bu değil. Yaşama sevinci varsa bir halk tatil günlerinde balık tutmayı veya top oynamayı komşu ziyaretinde bulunmayı unutmamışsa, kalkınması daha hızlı olur.
Yoksa tek başına din ne kabahatlidir. Ne de herşeyin yaratıcısıdır. Böyle serinkanlı düşünmeye çok ihtiyacımız var. Bu coğrafyanın büyük şansı var. Bu insanlarında çok büyük bir kabiliyeti var. Şimdi dağınık durumdayız, çözülmüş durumdayız, şaşkın durumdayız ama yinede dünyanın birçok ülkesiyle mukayese edildiğinde Türkiye bu alanda uzun ve başarılarla dolu bir geçmişin mirasını yiyor. Bu oranda da hala herkes birşeyler yaratabiliyor. Biz böyle aydın kesim olarak baktığımızda mesela gecekondu felaket bölgesi geliyor. Felaket bölgesi ama toplumsal sistemin kendi irrasyonel yanlarından ötürü felaket bölgesi yalnız bırakılmış. Olanakları son derece kıt bir durumda yaşayan insanlar gecekondu yapıyor. O yapıyı yapan adamın içinde yaşama sevinci var. Gecekondusunun önünde üç tane kavak bir tane ağaç dikiyor. Etrafını güzelleştirmek istiyor. Bizim insanımız yaşamına renk kazandırmak istiyor. Ve bunu bu insan bu kadar yapıyor. Bu adam Fransa ve İngiltere’de gezip de parkların çeşitleri bilmem doğal park, geometrik park bunları incelemiyor. Kendi içindeki içgüdüsel yaşama sevinci ile yapıyor. Yani adam olmayı çoktan haketmiş bunun çabasını veren bir 60-70 milyon insanımız var.
Cumhuriyet sonrası Türk toplumunun bugüne kadar yaşadığı hareketlilik ve hızlı değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Bakınız 1960’lardan beri hızlanan bir şey var. 1944-45 Marshall yardımı, Demokratik Partinin iktidara gelişi, karayollarının ilerlemesi, tarıma makinanın girişi Türk toplumu çomak sokulmuş bir arı kovanı gibiydı. Halk köylü birden uçuşmaya başladı. Herkes nafakasını arttırmanın peşinde, herkes çoluk çocuğunun kızamıktan ölmeyeceği şehirlere gelmek istiyor. İş bulacağı şehirlere gelmek istiyor. E kötü de olmamış başlangıçta . 1950’li yılların başlangıcında 60’lı yıllara kadar şehirlere gelenler iş bulabiliyorlardı. Verimlilik artmıştı ve tarım bunu besleyebiliyordu. Köyden kente gelen insanın fasulyesi mercimeği nohutu iyi kötü yine köyden geliyordu. O da şehirde düzenli bir işe sahip olduğu için köyünden şehre hastanelere gelenlerin hısım akrabasına yatacak yer sunuyordu aş sunuyordu. Bu düzende bozuldu.1973-75’den sonra. Ve Türk toplumu bugün ateş üzerinde patlamaya hazır mısır gibi patır patır. Ama o patlayan mısırın savrulmasına mani olan bir tel kafes var. O tel kafesi değiştirme kimi lazım. Büyütmek mi lazım bilmiyorum fakat kendi aramızda şiddete başvurmadan, karalamaya başvurmadan, birbirimizi hor görmeden yaşadığımız bütün bu sorunları tartışmamız konuşmamız lazım. Geriye dönmeci duygulara yeni bir hayat getireceği için yada toplumu geriye götüreceği için korkmadan biraz anlayışla bakmak lazım. Anayasanın korunması lazım. Türkiye toplumu laik bir toplum olarak yaşayabilir. Bunun içinde İslam’ın değişik mezheplerinin rahat nefes alacağı bir düzen anlayışı var. Gayrimüslimler var. Dışardan gelecek insanlar var. Bu ülkenin ve milletin yüzlerce yıldan beri çok kültürlü bir ortamda yaşama zevkini tatmış Türk milleti için de en büyük saadetin ben laik bir düzen olacağına kesinlikle inanıyorum. Türk toplumu aslanlar gibi değişiyor. Ama bu değişme sırasında problem nereden çıkıyor. Değişmenin sağlayabildiği pastanın büyüme hızı saatte 60 km, milletimizin toplumumuzun her kesiminin refahını arttırmasındaki hız ise 360 km’dir. Böyle olunca ne oluyor. Bu hızı arttırmanın yolunu bulamayınca, insafsızlar, yasa tanımazlar, özellikle siyasi ilişkilere dayanarak, devletin olanaklarını da zorlayarak, ıkına sıkına üçbeş kuruş artı değer yaratan milyonlarca sıradan insanların toplumun yarattığı gayrisafhi milli hasıla artışıyla aslan payını çoğu zaman meşru da olmayan gayri meşru yollarla ele geçirme çabaları vardır. Bu milletin ahlakını bozuyor, ümidini azaltıyor ve o zamana kadar büyük feragat gösterip namusuyla yaşayan küçük insanların namus ahlak anlayışını dejenere ediyor. Türkiye bu sancıları da yaşıyor. Ama ben yinede tarihle ilgilenen bir sosyal bilimci olarak tarihimizden de gelen bir umutla bu toplumun yaşayabilecek bir toplum olduğuna, bu dertlerinden sıyrılıp daha insansı daha onurlu bir hayatı kurabilecek bir toplum olduğuna kesinlikle inanıyorum.
Deprem anında verdiğimiz tepkiyi sosyolojik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz.?
Bizler bizim toplumumuzda yaşayan insanlar , müslümanı, müslüman olmayanı. Etnik açıdan toplumda farklı farklı kesimlerimiz var. Ve Allah’a şükür ki iyi ki var. Ne büyük marifet.. Biz dar görüşlü bir millet değiliz. Mutaassıp bir halk da değiliz.Ama sosyal hayatımız iktisadi hayatımız, büyük sorunlarla karşılaştığı vakit çöküyor. Birtek kusurumuz var iyi insanlar olduğumuz için içimizdeki yaratıcı enerjiye hep güvendiğimiz için birden parlıyoruz. Soruna sahip çıkmak istiyoruz. Ama arkasını getiremiyoruz. Çünkü örgütlü değiliz. Bir halk bu kadar örgütsüzlük içinde daha ne yapabilir. Örgütlendiğiniz vakit o tepkiler kurumsal tepkilere dönüşecektir. Bu deprem olayı üzüldük ah vah ettik? Omurgasını bilginin oluşturduğu bir inançla ve kültürel yapı ile savaşacaksınız.
Depremden ders aldığımıza inanıyor musunuz.?
Şimdi karamsar bir açıdan da bakabiliriz. Biraz iyimser bir açıdan da bakabiliriz.Toplumun parası olan kesimleri bundan sonra çürük çarık bina almamaya özen gösterecek. Yoksullar için ev sahibi olma bilinmeyen bir zamanda yaşanacak olan deprem felaketini bekleyebilecek maddi imkanı olmayan kesimler için ev sahibi olma çok daha acil bir ihtiyaç ise, ucuz inşaat yapma geçici bir süre içinde olsa rasyonelliğini sürdürecek.Türkiye’de yıkılan binanın akasında sadece müteahhitlerin sahtekarlığı değil, halkın mümkün olduğu kadar düşük fiyatta biran evvel yazlık, kışlık, sonbaharlık ev sahibi olma istekleri de vardır. Halkın temel ihtiyaçlarından biri de konut sahibi olmak. Yazlık sahibi olmak temel bir ihtiyaç değildir ama temele yakındır. Halkımızın maddi olanaklarının artış hızının çok daha üstündedir. Daha refah içinde yaşıyormuş gibi kendisini hissetme arzusu var. Sadece gösteriş olarak değil. Rasyonel bir boyutu da var bunun rahat etmek istiyor. Çoluğunu çocuğunu deniz kenarına götürmek istiyor. Neden yazlık düşmanı olacakmışız? Yazlığa giden adam yaşama hünerini geliştiren adam demokrasi için de bir güvencedir. Hayatın tadını almayan bir insan askeri veya sivil diktatörden rahatsız olmaz. Ama yazlığı olan bahçesine çiçek diken, sofrasına oturduğu vakit sofrasına temiz bir örtü sermeyi öğrenebilen bir halk diktatörlükten hoşlanmaz. Başına kanunsuz işler yapacak bir yönetim geldiği vakit ben buna mı layığım. Temiz çatal bıçak kullanmak, sofraya iki tane çiçek koymak. Karısının kir pas içinde dolaşmaması için ona parfüm almak demokrasinin gerçek teminatı bunlardır. Bilmem ne anayasası, bilmem ne kanunu anayasanın teminatı değildir. Demokrasinin her yerde her anayasa sisteminde ırzına geçenler vardır. Latin Amerika’da da vardır. Uzakdoğu’da da vardır. Güneyimizde de vardır. Bunun teminatı anayasalar, babayasalar değil halkın gündelik yaşamındaki incelik duygusudur. Birbirine duyduğu saygıdır. Karısının saçını koklarken, çocuğunun alnını öperken güzel ve gelişkin duygulardır. Bunları hor görüyorsanız demokrasi yaşamaz. Çünkü demokrasiyi yaşatacak olan şey insanın kendisine duyduğu sevgi ve saygıdır. Ağaca denize çocuğuna kedisine bulutlara duyduğu sevgidir. Yaşama duyduğu minnet duygusudur.Add News Story here

Bilimi İlimle Ulvileştiren Turgut Cansever ile İstanbul Üzerine…
"Bilge Mimar" Turgut Cansever'i rahmetle anıyorum...
Turgut Cansever sınırların ortadan kalktığı bir düşünce dinamiği içerisinde, kaynağı, esaslı sosyo-kültürel birikimlere dayanan nevi şahsına münhasır bir değer. Ortaya koyduğu her eserde beşeriyetin madde ve mana dünyasına temas eden Cansever’in, mimari çizgisini bu kadar derinleştiren, evrenselleştiren de bu yönelimi belki de…
Mustafa Armağan Turgut Cansever’in yordamını “Tanzimat’la gelen geleneğe rijid düşmanlık ile buna tepki olarak giderek kalınlaşan sözde muhafazakar sığınmacı tavrın evliliği sonucunda verimsizleşen, kısırlaşan ve nitelikli, kendisi olan ürünlerin varolmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ortamda, kargaşadan, gündelik hesaplardan uzakta kendi fikir ve sanat kozasını ören bu bilge insan duymak isteyenlerin bile zor farkedeceği seyreklikteki yazı ve konuşmalarıyla düşüncelerini kamuoyuna duyurmayı yıllardır büyük bir görev bilmişti” şeklinde ifade ediyor.
Röportaj: E. Hilal Korucu, Emine Uçak
Bilgeliği mimarlıkla buluşturan Turgut Cansever aynı zamanda bir İstanbul uzmanı. “Bu Şehr-i İstanbul” kitabında İstanbul üzerine kalıcı değerlendirmeler yapan Cansever’in İstanbul’un tarihsel gelişimde kaybettiği kültürel ve mimari özelliklerini İSTONBUL’a değerlendirdi.
İstanbul’un mimari açıdan bozulması sizce ne zaman başladı?
18.asrın ikinci yarısında Nuriosmaniye Camii’nin, haşin Barok mimarisi ile inşa edilmesiyle başladı. Bunun etkileri ile 19. Asır başından itibaren İstanbul’un kültür değerleri, mimarisi ve şehir özellikleri her aşamada daha da hızlanarak tahribata uğradı.
Büyük bir müzisyen ve kültür adamı olarak bildiğimiz Padişah 3.Selim, Mimar Sinan’ın Kanuni Sultan Süleyman için inşa ettiği köşkleri ve sarayı yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirdi.
Tanzimat sonrası Batı etkisi altında İstanbul’un tarihi ve müstesna bir öneme sahip mimarisi yerine, kaba, yüzeysel, gösterişçilik ürünü yapılar İstanbul’un her yanını kapladı. Çok mesut bir kaza ile yanan ve yok olan Adliye Binası, Ayasofya ve Sultanahmet camilerinin yarı yüksekliğini aşan bir mimarlık ucubesiydi. Beyazıt’ta Eski Saray’ın yerine inşa edilen Harbiye Nezareti ve özellikle 1945-1950 yılları arasında yıkılan kışla binaları, Süleymaniye’nin tüm ölçü düzenini yok ederken iptidai, duyarsız ve seviyesiz yapılar idi. Sultan Abdülaziz memleket için büyük bir gelişme olarak düşündüğü demiryolunu Sirkeci’ye getirmek için Topkapı Sarayı’nın müstesna güzellikteki İncili ile Pembe Köşklerini feda ederek, Sepetçiler Kasrı ile Cebeciler Kasrı’nı Topkapı Sarayı bütünlüğünden kopartan demiryolunu inşa ettirdi. Demiryolunun Sirkeci’ye gelmesi Altın Boynuz’un sanayi alanı olarak gelişmesine, tüm Haliç sahil saraylarının yok olmasına ve Haliç’in bir kirlilik odağı durumuna düşmesine sebep oldu.
Harbiye Nezareti ve giriş aksı kapıları, dört asır şehrin kültür merkezi olan Beyazıt Camii Meydanı’na yön veren Beyazıt Camii ve külliyesinin kıble istikametine 45 derece aykırı yönden bir mimari aks oluşturarak 1860’lı yıllara kadar varlığını sürdüren geleneksel meydan düzeni yok edildi. Balkan muhacirlerinin İstanbul’un ahşap mahallelerine yerleşmesi sonunda Fatih, Çırçır, Laleli, Akbıyık yangınları tarihi yarımadanın ahşap stoğunu yok etti. İstanbul’un 1840 Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması sonunda bir ithalat limanı ve şehri haline dönüşmesi Galata’nın Osmanlı şehir dokusunu yok etti ve İtalyan, Rus, Fransız kalfaları bugünkü Galata’yı inşa ettiler. 1937’de İstanbul planlamasını yapmak üzere gönderilen Henri Prost’un İstanbul yarımadası Nazım Planı ve Boğaziçi sahil yolu planlarının ölçüleri, genişilikleri karayolu mühendislerinin Başbakan Adanan Menderes’e baskıları ve telkinler ile büyütülerek tatbik edilmesi sonunda tarihi İstanbul’un insan ölçeğinde ve yayalar için tasarlanmış yol şebekesi yok edildi.
Birbirinden ayrı (Dersaadet, Üsküdar, Galata ve Eyüp Sultan olmak üzere) dört şehirden ve çevre kasaba ve köylerinden oluşan galaksi biçimindeki İstanbul tarihi metropolü, Tanzimatçıların ve özellikle 1957-1960 dönemi icraati ile yağ lekesi halinde büyümüş dev bir şehir, bir kirlilik ortamına dönüştü.1930’larda sürekli nüfusu 300.000 kişi olan İstanbul yarımadası 1935-1938 yılları arasında açılan Atatürk Bulvarı, 1957-1960 arasında inşa edilen Unkapanı-Eyüp-Silahtar sahil yolu ile her yönden gelen transit trafiğin çiğnediği bir alan haline geldi.
Bu bozulmanın ana sebepleri nelerdir?
Bunu üç başlık halinde toplamak mümkün:
1)Büyük ölçü tutkusu, demiryolu, geniş caddeler, büyük yapılar gibi insanı önemsizleştiren sahip olma hırsı
2)Müelliflerin gururlandıran ve vücuda getirdiklerini putlaştıran yanılgı
3)Hiçbir şehrin ve özellikle İstanbul gibi yüce bir geçmişe sahip olan bir şehrin göç dalgaları altında çiğnenip yok olmaya terk edilememesi gerektiği bilincinin kaybedilmiş olması.
Bu gidişata nasıl dur denilebilir?
Evvela şehre her yıl yüz binlerce insanın göç etmesine son vermek, yapılması gerekeb ilk ve en önemli görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Hızlı bir nüfus artışının yaşandığı ülkemizde, artan ve tarım alanlarından taşan nüfusun yerleşeceği yeni şehirlerin vücuda getirilmesi için en az bölge ölçeğinde yeni nüfus için yeni şehirler stratejisinin uygulamaya konulması ,lk ve en acil görev olmaktadır. Bu amaçla şehirleşme amaçlı bir bölge gelişme ve yerleşme düzeni planlaması bir gün bile kaybedilmeden başlatılmalı ve uygulamaya geçirilmelidir.
Bunun dışında neler yapılabilir?
İstanbul 5 asır İslam aleminin merkezi ve insanlık tarihinin en yüksek kültür odağı olarak geliştirilmişken bugün bir çirkinlikler ve kültürel kirlilikler ortamı haline düşürülmüş ise insanlığa, İslam alemine ve toplumumuza karşı ilk ve asli görevimiz İstanbul’u tekrar İslam aleminin ve dünyanın bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmek.
Bu amaca yönelik olarak yapılacak ilk iş, mevcut tarihi mimarlık mirasının ve tarihi şehir alanlarının korunmasıdır. Tarihi mimarlık mirasının korunması için bu eserlerin restore edilmesi ve kullanılır hale getirilmesi gereklidir. Uluslararası koruma kampanyasına konu teşkil etmiş olan Süleymaniye, Zeyrek gibi ve tarihi yarımadada elde kalmış sınırlı sayıda ahşap yapının restorasyonu, 20 yılı aşkın bir süredir konunun özünden ve ayrıntılarından bihaber kadroların elinde her gün daha çok harab olmaya terkedilmiş bir durumda bekletilmektedir.
Yetkililerin bu duruma bir son vermeleri ve bu iki mahallenin restore edilmesini sağlayacak sanat, bilgi ve yeteneğine, tecrübesine sahip kişilerin sorumluluğuna bu işin tevdi edilmesi görevlerden birincidir.
Bu görev kimlere düşüyor?
Bu herkese düşüyor. İstanbul’a bir gelecek sağlamakla sorumlu herkes İstanbul yarımadası için belirlenecek tarihi mimarlık kültürü ve tarihi kültürel muhteva ile uyum içinde olması amaçlanan mimari özellikleri belirlemelidir. Bu amaçla şehrin bu konuda tecrübeli mimarlarının oluşturduğu bir çalışma grubu eli ile ‘tarihi yarımada konut mimarı standartları’ tesis edilmeli, bütün yeni yapılar bu esaslara uygun tasarlanmalı ve gerçekleştirilmelidir.
İstanbul’u nasıl bir gelecek bekliyor?
Öncelikle ulaşım, arazi kullanımı ve mimari açıdan gerekli tedbirler alınırsa gelecekte İstanbul eski ihtişamına yeniden kavuşabilir. Bunun sağlanabilmesi için göç artışının engellenmesinin dışında sanayinin İstanbul dışına kaydırılması da yapılması gereken en önemli işler arasında geliyor. Sosyal, ekonomik, kültürel bir program yapılıp buna göre çalışmaların yürütülmesi sonucunda İstanbul yeniden dünyanın ekonomik ve kültürel merkezi haline gelebilir. Ama, aksi takdirde İstanbul’u iyi bir geleceğin beklediğini söyleme mümkün değil.
TURGUT CANSEVER
1921’de İstanbul’da doğdu. 1946’da İstanbul Güzel sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1949’da İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 1950-51’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptı. 1957’de İstanbul Belediyesi’nin planlama çalışmalarını yürüttü. 1960’ta doçent oldu. Aynı yıl ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde iki yarı yıl diploma projesi yöneticisi oldu.1950-60’da kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı’nı, 1961’de İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nü yürüttü.1974’te İmar ve İskan Bakanlığı’nda danışmanlık, 1974-75’te İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde başkanlık yaptı.1974-77 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu Üyeliği’nde bulundu. 1975-80 arasında İstanbul Belediyesi’nde, 1980’de Ankara Belediyesi’nde metropol planlama, yeni yerleşimler, kent merkezleri ve koruma sorunları gibi konularda danışmanlık görevleri üstlendi. 1980’de Edirne Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi (bugünkü Trakya Üniversitesi) Mimarlık Bölümü’nde bir yarı yıl diploma projesi yönetti. 1983’te Mekke Üniversitesi’nde eğitim programını hazırlayan kurumun danışmanı olarak çalıştı, aynı yıl Ağa Han Mimarlık Ödülü için jüri üyesi seçildi. Turgut Cansever, çeşitli alanlardaki tasarım ve uygulamalarında modern mimarlığın sorunlarına tarihi, çevresel ve kültürel değerlere ağırlık vererek çalıştı. Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binası, Bodrum’daki Ertegün Evi (1980) ve Demir Turizm Kompleksi (1992) ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülmesinin yanısıra çeşitli ulusal ve uluslararası yarışmalarda dereceler aldı.

Sanat, Fotoğraf ve İstanbul’a Dair
Fotoğraf ve fotoğrafçı...
Fotoğraf bir devrin yaşantısını diğer nesilleri görsel olarak kaydeden ve onu gelecek asırlara taşıyan bir şeydir. Bir icattır. Fotoğrafçı da en güzel ve gerçekçi tarihi yazandır. Görsel tarihçidir. Yazar sana Süleymaniye Camii’ni tarif ederse, hiçbir zaman benim çekeceğim bir fotoğraf kadar iyi anlatamaz. Onu gördüğün zaman anlarsın. Çünkü aksi halde herkes kafasında nasıl düşünmüşse onu yazar ve yansıtır. Görmek çok farklıdır. Fotoğraf makinası asla yalan söylemez.
Fotoğrafın çerçevesi....
Fotoğrafta bir çerçeve kendiliğinden vardır. Fotoğrafçının meslek ahlakı var ama fotoğraf çok gerçek bir şeydir. Görüntü donuktur, hakikat neyse çıkar fotoğrafta. Sanat hürriyetten doğuyor...
Gelecekte fotoğraf...
Hiç şüphesiz ki fotoğraf çok önemli bir şeydir. Televizyonu açıyorsunuz bu da fotoğraftır. 50 sene sonra yahutta 150 sene sonra insanlar kitap mı okuyacak şiir mi okuyacak zannediyorsunuz. Zaten bütün sanatlar bitecek. İnsanlar bilimle uğraşacak. Sanat insanların ruhunda kalabilir. Ben eminim ki gelecek teknik ve monoton olacak. Bu televizyonlar şimdiden insanların beynini yıkıyor ve çürütüyor zaten.
Fotoğrafın olmazsa olmazları...
Fotoğrafın bir estetik kaidesi olmalı. Fotoğraf gerçektir ama ruh derinliğini ve duygu katmak lazım. Dünyanın en iyi fotoğrafçılarından biri olarak İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi bir çok tarihi röportajı gerçekleştirmiş olmak... Ben farklıyım, ben gazeteci olarak çekiyorum. Fotoğrafçı olarak çekmiyorum. Fotoğrafçı olarak ünlü olmadım. Yani direk bir fotoğrafçı olarak düşünmüyorum. Biz fotoğrafı gazete için çekiyoruz. Ben en çok dışarda çalıştım. Hayat mecmuasında çalıştığım zaman Anadolu’da gitmediğim yer kalmadı. Güney Amerika hariç Dünya’da gitmediğim yer kalmadı. İnsan varolduğu için gazetecilik var. Etraftaki herşey insan olduğu için var. Sonuçta insan olunca anlamlı herşey. Ben bir foto muhabiriyim, fotorafçı değilim. Mesleğimin adını koyalım. Bunun farkını kimse anlamadı.
Fotoğrafta mesaj...
Tabiki fotoğraf mesajdır. Kaybolan İSTANBUL’u ben çekmemiş olsaydım yeni nesiller eski İstanbul’u nereden bileceklerdi. Geçmişten geleceğe bir mesaj. 1950’lilerin İstanbulu’nu çekmişim. Kaybolan şehri belgeliyorum. Yarım asır önceki İstanbul’u veriyorum. Niye başkası yapmamış. Demekki İstanbul’u benim kadar sevmiyor. Yaşanan değişimin mesajını veriyorum.
İstanbul...
İstanbul’u çok seviyorum. Ben İstanbulluyum. Fakat kaybolan bir şehir, bir İstanbul var.
Yeni Nesil Fotoğrafçılar için....
İyi fotoğrafçı olabilmek için devamlılık çok önemli. İnsan bir şiir yazdı diye şair olmaz. Fotoğrafta böyle. Şimdi yaşanan kepazeliklere sanat diyorlar. Ucuz şeyler, haber değeri olmayan şeyler gazetelerin ilk sayfalarında yer alıyor. Şu devirde farkına varılmak çok önemli ve çok zor. Dünya başka şeyler yapıyor. Dünya’yı yakalayamayanlar sanatçı olamayacak. İnsanlar görürsün, hiçbir şey yapmadan sadece yürüyen. Halbuki ben buradan oraya kadar 20 şey görüyorum.Yeşilin kaç yeşil olduğunu bilmeyen adam var bu ülkede. Bakar anlamaz adam. Sen o ağaca baktığında güzel bir toprak parçasından ağaç çıkmış dersin. Ben bakarım ona yalnız kalmış ağaç derim. Bir mana veririm ona. Bunu yapmayan adamlar mezar taşından başka hiçbir şey olmamışlardır hayatlarında. Çocukken Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütün klasiklerini okumuştum. Kitap okuyacaksın ve kültürlü olacaksın. Bir şeyin farkına varacaksın. Kültürlü olmayanın hayatta hiçbir şeyi olmaz. Bu ülkede Süleymaniye’yi gezmemiş mimarlar var. Algılama duygusu yoksa hiçbir şey öğretemezsin.
Avrupa ve sanat...
Avrupa’nın bütün sanatını toplasan bizim hat sanatının yarısı olmaz. İnsanlarımız Avrupa hayranı. Para oradadır. Fransa’ya gitsin milliyetçi olsun.Yok öyle şey. İngiltere’de oturma. Otur kendi memle-ketinde yaşamasını bil. Herkes bir yere gitsem diye bakıyor.
Ara Güler’e bundan sonraki planlarını soruyorum. "Benim hayatım proje" diye özetliyor. Ve ekliyor "ben aslında fizikçi olmak isterdim.
Röportaj: E. Hilal Korucu - Hacer Adıgüzel

Kentleşme ve Kentlileşme
“Doğayla insan arasında sürekli iletişim-etkileşim vardır. Doğanın değişen fiziksel ve kimyasal koşulları insanı bedensel ve ruhsal olarak etkiler. Bu etkileşimde dış ortam bedende bulunan alıcılar aracılığıyla iç ortamda değişiklikler yapar. İç ortamdaki değişimler dış ortama yansıtılır. Bu yansıtma dış ortamda değişikliklere yol açar. Dış ortamdaki doğal değişikliklerin insanın bedensel ve ruhsal yaşamı üzerindeki etkisinin araştırılıp incelenmesi son yirmi otuz yıl içinde gelişen yeni bilim dallarının sağladığı yöntemlerle gerçekleşmiştir.”
Prof. Dr. Özcan Köknel ‘Zorlanan İnsan’ isimli kitabında bu şekilde açıklıyor insan ve çevre ilişkisini. Kent yaşamının dinamikleri bu diyaloğun maddi unsurlarının oluşmasında esas rolü oynuyor şüphesiz. Biz de kentleşme, kentlileşme ve İstanbul dedik, konuyla ilgili sorularımızı ünlü Psikiyatrist Prof. Dr. Özcan Köknel’e yönelttik. Amacımız bu konunun toplum psikolojisi üzerindeki etkileri ve sonuçlarını öğrenmekti.
Kentleşme nedir?
Kentleşme demek, o kente uygun olasılıkları ve olanakları elde etmek ve sanayi toplumu içerisinde o sanayileşmenin getireceği belirli ilkeleri, kuralları benimsemek ve uygulamaktır.
Büyük şehirlerimizde kentleşme bilinci var mı?
Bence hayır. Hayırın cevabını bulmak için sanırım bundan 30-40 sene öncesine gitmek lazım. Çok iyi bilirsiniz ki, 30-40 sene öncesinden bugüne kadar büyük kentlere özellikle İstanbul’a büyük göçler oldu. Benim bilebildiğim kadarıyla İstanbul’un yaklaşık üçte biri gecekondu. Tabi bu bir kentleşme süreci. Fakat bir kentleşmenin olabilmesi için bunun mutlaka bir ekonomik ve altyapıya dayanması ve mutlaka bir sanayileşme içinde olması lazım. Halbuki büyük kentlerdeki kentleşme böyle olmadı. Daha çok kırsal yörelerde gelirin azlığı ve toprakların bölünmesi dolayısıyla insanların geçiminin zorlaşması, büyük kentlere doğru hiçbir altyapı olmadan göçe neden oldu. Bu göçün başlaması iki tane önemli sonucun ortaya çıkmasında rol oynadı. Bunlardan biri, buraya gelen insanlar hiçbir zaman bir kentlinin yaşaması gereken fiziksel ve fizyolojik ortama ulaşamadılar. Çok dar alanlarda son derece sağlıksız koşullarda yaşamlarını sürdürdü bu insanlar ve hala da sürdürüyorlar. Ve beraberinde iş bulma derdi geçim sıkıntısı gibi bir sürü sorunlarla karşılaşıyorlar. Bunlar olmadığı için bu kişiler ne tam olarak geldikleri bölgedeki geleneği, göreneği buraya aktarıp uygulayabildiler, ne de, o zaman İstanbul’un oluşturmuş olduğu, kent kültürünün getirdiği ilkelere, kurallara, değer yargılarına uyabildiler.
Bugün kafamızı şehir yaşamına çevirip baktığımızda insanlar arası iletişimde bir kargaşa göze çarpıyor. Kentli ve kentli olmayan ayrımı olmaksızın herkes aynı davranışı sergileyebiliyor. Bu davranışı nasıl açıklarsınız?
Kentli olmayanların yarattığı davranışlar ve oluşturdukları kültür yavaş yavaş iki nedenle kentliyi de etkilemeye başladı. Bugünkü durumda onların yaşamlarını sürdürebilmeleri için her gün büyük bir savaş vermeleri gerekiyor. Tabi bu, o insanları şiddete daha yakın hale getiriyor.
Kentliyi etkileyen nedenlerden birincisi kendini savunma. İkincisi de, yavaş yavaş bu modelleri örnek alarak, benimseyerek özellikle çocukların ve gençlerin bunun geçerli olan bir model olduğunu kabul etmesi. Sonuç nereye geldi. Sanıyorum ki bugün bütün büyük kentlerde olduğu gibi İstanbul’da da insanlar bencil ve tabi bireyci. Tabi bireycilik toplumda düşünen bir bireycilik ise geçerli düşünülebilir. Ama başkasının hakkına pek fazla aldırmayan bir bireysellikse bu zararlı olmaya başlıyor.
Bencil bireyselliği İstanbul’un güncel yaşamı içinde değerlendirip örneklerle açıklayabilir misiniz?
Bunun en güzel örneği trafik. Trafik insanların ortak ilke ve kurallarına uyması gereken ortak bir dil. Bizim toplumda özellikle büyük kentlerde bir trafik alt kültürü yaratıldı. Trafik uluslararası, ulusal ortak bir dil iken, bizde trafiğe çıkan herkes kendine özgü bir ilke ve kural yaratıyor ve buna uyuyor. Eğitimsizlik trafik kazalarını arttırıyor diye bir kanı var. Ben o kanıya pek katılmıyorum. Yüksek öğrenimde öğretim görevlisi olmuş kişiler bile trafiğe çıkınca, böyle davranılır diye o alt kültürün içine giriyor ister istemez. Demek ki, bu alt kültür, yavaş yavaş o kentte yaşayan diğer insanları da olumsuz etkiliyor. Belki bu konu dışı bir şey. Ama Türkiye’nin bu geleceğini en iyi gören Muammer Karaca vardı. Vaktiyle Muammer Karaca’nın bundan 30-40 sene evvel “Lahmacun Cumhuriyeti” diye bir oyun vardı. Lahmacun Cumhuriyeti aynen şu anda İstanbul’un geldiği durum.
Bunun yanısıra yerlere tükürme, çöp atma şehir aksesuarlarına zarar verme gibi davranışlar aynı değerlendirme içerisine alınabilir. Çünkü bunlar birer değer, uyulması gereken birer ilke olmaktan çıktı. Hepimiz yaratılan bu kentli dışı davranışlara ister istemez uyum sağlıyoruz. Çünkü bütün bunların denetimini sağlayan bir değerler sisteminin oluşması lazım. Aksi takdirde, “Beni kimse tanımıyor, herkes yapıyor ben niye yapmayayım, üstelik bunu yapmam ayıp karşılanmıyor” gibi bahanelerle bir kentlide olması gereken bütün davranışları yavaş yavaş hepimiz terkediyoruz…
İstanbul’a göçü teşvik eden nedenler nelerdir?
Zaten bütün bu göçler için matematik kuralı kadar kesin bir kural var; bir yerde doğa itici ise, gelir yoksa, herhangi bir şekilde politik baskı varsa ya da terör varsa göç olur. İnsanlar daha iyi ekonomik ve yaşama koşulları bulacağı inancı ile ve politik boşluktan kurtulacağı ümidiyle büyük kente göçüyor. Tabi beklediğini buluyor ya da bulamıyor o başka, ama koşullar göçe engel olamıyor.
İstanbul’a göçü çeken birkaç önemli sebep var. İstanbul eskiden gelen kültür ve Türkiye genelinde diğer şehirlerin en canlısı , en hareketlisi, en güzeli. Bir de Türkiye’de 400-500 senedir yerleşmiş bir İstanbul ve Anadolu var. Ortak kültürümüzde, ortak bilinçaltımızda bir İstanbul mutlaka var. İkincisi, birçok imkan (eğlence, gezme, dolaşma, tarihi yaşama gibi), daha rahat ve özgür bir yaşamı vadediyor bu koca kent. Bir de, ne olursa olsun, çok değişik yollarla ekonomik bir seviyeye varabilmek için çeşitli işlerle uğraşıyorlar. İstanbul’a geldiği zaman, hele İstanbul’da kendi kentiyle ilgili bir alt kültür ve o alt kültürde hatırı sayılır bir kişiyi bulma düşüncesi varsa, gecekondularda kendiliğinden oluşan bir geniş aile tipi doğuyor. Bunlar için ne “yiyecek, nerede kalacak” gibi bir endişe de olmuyor.
Şu anda İstanbul, estetik açıdan bütün doğal güzelliğine rağmen,, çarpık kentleşmenin yarattığı önemli ölçüde görüntü kirliliğine de sahip. İstanbul’un estetiği toplum psikolojisini nasıl etkiliyor? Çözüm bulunabilir mi?
İstanbul bu şansı 40 yıl önce kaybetti. Ben İstanbul’a geldiğim zaman 1943 yılıydı. İstanbul’un nüfusu 450 bin kişi idi ve çok rahat bir şehirdi. Eminönü, Beyoğlu gibi eski İstanbul vardı sadece… ta o zamanlardan bu göçün getirdiği gecekondulaşma kültürünün etkisi altında bir kentleşme olmasaydı, eski kent olduğu gibi korunabilseydi ve onun dışında yavaş yavaş, gelişmiş kentlerdeki gibi bir kentleşme planı olabilseydi, bir İstanbul estetiğinden sözedilebilirdi.
Ama burada amaç sadece barınma oldu. Yani, gecekonduda oturan için başını sokacak bir yer, parası çok olan ama aynı alt kültürü yaşayanlar içinse estetikten yoksun büyük evlerde oturmaktı önemli olan. Onlar için oturdukları binanın dış ya da iç görünümü çok fazlasıyla önemli değildi. Ve sonuçta her türlü şekliyle mutsuz bir şehirleşme yaşamı oluştu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşlarının kentleşme açısından faaliyetlerini nasıl buluyorsunuz…
Bu tür faaliyetlerin mutlaka olumlu etkisi var. Fakat öncelikle bataklığı kurutmak gerekir. Bir insanın büyükşehirde yaşaması için mutlaka bazı ölçütlerin olması lazım. Büyük kentte nerede kalacağını, hangi işte çalışacağını önceden bilmesi lazım. Deniyor ki, “Biz demokrat ülkeyiz.” Bunu sınırlayamayız. Tamam ama demokrat ülke isek o insanın yemesini, içmesini, sağlığını, geçimini de sağlamak zorundayız. İstanbul’a gelip bunları nasıl sağlayacağını bilmediğimiz bir insanı, İstanbul’un kaosu içerisinde kaybediyoruz. Bir sürü gençlik sorunları suçlar, fuhuş artıyor, bir sürü şey oluyor. Neden? Bunlar Anadolu’dan gelip İstanbul’da kendine yaşamlarını sürdürecek hiçbir altyapıya, koruyacak kollayacak bir toplumsal kuruluşa güvenmedikleri için kendi başlarına kendilerini kurtaracak çaba içine giriyorlar. Bunları sağlamadan insanların İstanbul’a gelip çalışmasını ya da yaşamasını önlemek lazım. Başka hiçbir çaresi yok. Metro güzel bir gelişme ama trafik sorununu kökünden halletmemiz için altyapı sorunlarını çözmek ve buraya gelecek nüfusu sınırlandırmak gerekmektedir. Bütün bunlar sadece Büyükşehir Belediyesi’nin başaracağı işler değil. Bunun bir devlet programı haline gelmesi lazım.
Deprem olma ihtimaline rağmen insanlar hala ilkel yollarla konut yapmaya devam ediyor. Daha başka konularda da bu tür davranışlar sergiliyoruz. Bu insanlar hangi psikoloji ile hareket ediyorlar?
Biz henüz düşünce sistemimiz bakımından sanayi devrimini yapmış, teknolojiye erişmiş bir yapıda değiliz. Biz teknolojik gelişmenin düşünce düzeyinde oluşması için, herhalde dört beş kuşak o teknolojik gelişmenin içinde yaşayıp, bunu düşünceye aktarmamız gerekecek. Böyle bir düşünce kesin olarak olmadığı için biz ona ilkel insan düşüncesi diyoruz. Yani, neden-sonuç ilişkilerini çok fazla düşünmeden alınyazısı,şans,kader,kısmet denen bir düşünce tarzı. Türkiye mutlaka sınai ve teknik gelişmeyi sağlamak zorunda. Ama Türk eğitim sistemi katiyen bunu vermiyor. Meslek eğitiminde de amaç mutlaka üniversiteye girmek. Bu nedenle bunlar herhangi bir eğitimden geçen teknik yapıda insanlar olmayıp, çıraklıktan yetişiyorlar. Bu insanlara ustamdan bunu gördüm anlayışı hakim. Türkiye’de bir uzmanlık ve duyarsızlık sorunu var. Bir şeyden fazla korkutulursan, bir süre sonra duyarsızlık başlıyor. Dillere pelesenk olmuş şarkılarımızda bile bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Örneğin; “önce öleceksek ölelim ardından da boşvermişim boşvermişim şarkısını söylüyoruz.
Neden İstanbul’da yaşayan insanlar “İstanbul’luyum” demiyor ?
Çünkü o insanlar memleketlerine kan bağı ile bağlılar. Üstelik de İstanbul’a geldiği zaman burada kimliğini, kişiliğini sürdürebilmek için daha çok hemşerileri ile bağlantı kuruyorlar. Hatta İstanbul’un belirli yerleri aynı yerlerden göç etmiş insanlarla dolu. Çünkü büyük kent kaosunda kaybolmamak için, mutlaka bir yere aidiyeti ve kimliğini sürdürmesi gerekiyor. Aynı şey buradan dış ülkeye gittiğimizde, ne kadar entelektüel olursak olalım, bizim için de söz konusu oluyor. O yabancı ülke sizi benimsemiş de olsa, geldiğimiz kentin ya da yörenin kimliği bizim temel dengemiz içinde kuşaklar boyu yer etmeye devam ediyor.
Herkes kendi memleketine tutunursa İstanbul’a kim sahip çıkacak?
Şimdi bakın bu bir alt kültürdür. Bir insanın içinde bulunduğu çevreye uyum sağlayabilmesi için o alt kültürü, kent kültürünü ulusal kültürle birleştirmelidir. Yani şimdi bizim davranışlarımızda bütün bu alt kültürlerin etkisi var. Ben de Alaçamlı’yım, ama İstanbul’a uyum sağlamışım. Ulusal kültürün birçok yönünü savunuyorum. Yani bu birleşmenin mutlaka olması lazım. Bu olmadığı zaman da gelenek görenek devreye giriyor. Çünkü kimlik için bu lazım. Kendini dünya vatandaşı gören üç beş kişinin dışında Dünya vatandaşlığı şimdilik bir ütopya.

Herkes ilk yardım eğitimi almalı
Yaşadığımız siyasi, ekonomik bunalımların bizlere unutturduğu deprem gerçeğini hafızalarda canlı tutmak için her sayıda yer verdiğimiz ‘unutmamalı’ sayfamıza, bu kez özellikle 17 Ağustos depreminin bize tanıştırdığı Arama Kurtarma Takımı Yönetim Kurulu Başkanı Nasuh Mabruk’yi konuk ettik.
Deprem bir çok yönden tartışılabilecek bir gerçek. Elbetteki arama-kurtarma çalışmaları depremde en son yapılacak olan işler. Ala olası bir felaketin yaşanmasının ardından da yapılacak ilk ve en önemli iş. Bu alamda bizler de bu konunun kamuoyunda en çok yankı bulduğu kuruluş olan AKUT’un oluşumu ve gelişiminden başlamak istedik söze. Sonrasında da genel anlamda arama kurtarma çalışmalarının detaylarına ve bu konuda yapılması gerekenlere değindik. Nasuh Mahruki ile yaptımız konuşmayı zevkle yararlanarak okuyacağınızı umuyoruz.
AKUT ne zaman kuruldu, nasıl kuruldu?
1994 yılında bir dağ kazasında… Türkiye’nin dört bir yanından aşağı yukarı 100 dağcı biraraya geldi. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya vs.’den dağcılar geldi ve 14 gün boyunca biz bir arama çalışması yaptık. 2 dağcı kaybolmuştu, bulamadık çocukları, bir tanesi 8 ay sonra çıktı, bir tanesi hala yok. Şimdi su olay bizi düşündürdü. Daha fazla genç dağcılık yapıyor. Dolasıyla daha çok dağ kazısı yaşanacak. Dağ kazası yaşandığında birbirimize daha çok yardım etmek için örgütlenmeliydik. Çünkü dağcılara, dağcılar yardım edebilir. Başkaları müdahale edemez kolay kolay. Teknik ekip gerekli. Kendimize yardımcı olabilmek için örgütlenelim dedik. Yani biz öyle AKUT falan olmayı düşünmüyorduk. Dernek kuruluyordu. 1995 yılı bu işin resmi projeleriyle geçti. Sonra söyle bir şey farkettik ki; Türkiye deprem kuşağında yer alıyor. Halkın deprem riski olan bölgelerde yaşadığı sellerin belli sezonlarda belli bölgelerde sürekli yaşandığı zaman dedik ki eğitim alarak kendimizi geliştirelim, depremlerde ve kazalarda yardımcı olalım. Böyle hazırlandık. 1996 yılında resmen kurulduk ve bu şekilde devam ettik.
Arama –kurtarma çalışmalarının önemi nedir?
Ağır arama kurtarma dediğimiz şey, özel teknik ekipmanlarla, arama kameralarıyla, ses dinleme cihazlarıyla, delici, kesici, ayırıcılarla yapılan arama-kurtarma. Aslına bakarsanız tabi ki geniş kitlelere yayılması gereken bir şey değil. Bu konuyla ilgili arama-kurtarma ekipleri oluşturulur. Sivil savunma vardır Türkiye’de; bu konuda tecrübeliler. Burada esas konu, halkın eğitilmesi. Kitlesel bir afetten bahsediyorsak. Geniş bir coğrafyada büyük bir nüfus çoğunluğu etkinlendiğinde, o zaman arama- kurtarma ekiplerinin bölgeye ulaşması, her tarafa yetişmesi pratik olarak mümkün değil. Hatta ilk 48 saat insanlar kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalabilirler. Bina yıkıldı, enkaz oldu, bütün mahalle çöktü, siz sağsalim çıktınız. Yapacağınız tek şey gidip başkalarını kurtarmak. O zaman halkın eğitilmesi, yani kitlelerin bu konuda bilinçlendirilmesi çok önemli. Herkesin bir asgari ilk yardım eğitimine sahip olması gerekir. En azından deprem sırasında ve sonrasında neler yapmalı, neler yapmamalı bilinmeli. Çünkü bir olay yaşadınız ve ortada kritik bir süre konu var. Durumun daha kötüye gitmemesi için nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda herkesin bilinçli olması gerekir. Bizim de zaten şu anda üzerinde önemli durduğumuz konu bu. Kendi ekibimizi ağır arama- kurtarma konusunda en iyi şekilde yetiştirmek. Çünkü zaten bu iddia ile bu misyon ile ortaya çıkmış bir kurumuz. Ama aynı zamanda arama-kurtarma çalışmasını gerçekleştireceğimiz insanların da potansiyel olarak bu konuda belirli bir bilgiye ve bilince sahip olması bizim işimizi kolaylaştırıyor.
Arama kurtarma çalışmaları sırasında sizin çalışmalarınızı olumsuz yönde etkileyen etkenler nelerdir?
Buarada önemli olan, arama kurtarmaya ihtiyaç duyan kişinin de belirli bir biçimde hareket etmesi ve arama kurtarmaya gelen kişilere bir ölçüde yardımcı olması. Aslında 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde müthiş bir tecrübeye sahip olduk. Bir arama ya da kurtarma çalışması yapıldı… İşmakinaları ağır makinalar çalışıyor ve gümbür gümbür gürültü var. Bu gürültü varken enkaz altındaki kişinin bağırarak, bir yere vurarak sesini duyurmaya çalışması hiçbir işe yaramaz. Enkaz altındaki kişi bilmeli ki dışardan bu tür sesler geldiğinde bir arama-kurtarma çalışması yapılıyor. Biz aletlerimizi kuruyoruz. Sesle ya da temasla aşağı bir ses ulaştırmaya çalışıyoruz. Aşağıdan da bunun cevabını bekliyoruz. Bunun dışında Türkiye’de uygulanmayan bir deprem yönetmeliği var. En büyük problem bu. Tarihsel bilgilere bakılarak, birtakım istatistiki değerler gözönünde bulundurularak binalar buna göre inşa edilmeli. Burada yaşanacak maksimum şiddetteki depreme göre binalar inşa edilmeli.
Sizin gibi çalışan başka kuruluşlar var mı?
17 Ağustos sabahı arama kurtarma misyonunu üstlenmiş sadece bir kuruluş vardı. Bu da AKUT’tu. Sivil savunma Genel Müdürlüğü vardı. Zaten bizden çok daha eski ve tecrübeliler. Onların yanında sevil toplum örgütü olarak biz vardık. Bugün yüzlerce sivil toplum örgütü kurulmuş durumda. Türkiye’nin dörtbir tarafında. Ağırlıklı olarak depremde arama-kurtarma çalışması yapmak amacıyla. Bu girişimlerin % 100’üne olumlu demek mümkün değil. Kişilerin niyetleri de önemli burda. Acelecilikle böyle bir kuruluşu kurmuş olabilirler. Başka muhasebeler yapmış olabilirler. Şu anki yüzlerce kuruluştan onlarcası işini iyi yapacak halde kalsalar, bu Türkiye’nin kazancıdır.
Ekibiniz kaç kişiden oluşuyor ve finansmanı nasıl sağlıyor? Devletin desteği var mı?
AKUT tamamen bağışlarla ve gönüllülük ilkesi ile ayakta duran bir kuruluş. Üye sayımız 175. Ankara, İstanbul, ve Antalya’da yapılanmamız var. Gönüllü herkes kuruluşumuza üye olabilir. Çok cüzzi bir aidat ödüyor üyeler. Burda önemli olan AKUT’un misyonunu, vizyonunu değerlerini kabul etmek. Tüzüğünü ve kurallarını kabul etmek ve ondan sonra da çalışmak.
Devlet hem maddi hem de manevi olarak destek veriyor.
Kişilerin farkında olmadıkları korkuları olabilir. Ceset ya da yarıl insan görmek bazı insanları çok kötü etkileyebilir. Üye olmadan önce bu insanları herhangi bir testten geçiriyor musunuz?
Hayır. Biz zaten insanları kendilerini biliyor diye düşünüyoruz. Zaten arama kurtarma çalışmalarında üyelerimizin hepsi enkaz yerinde bulunmuyor. Örneğin son zamanda yaşanan bir örneği vereyim. Biz Hindistan’a 12 kişi gittik. Fakat bunların arka planında belki 100 kişi çalıştı. Çünkü lojistik, depolardaki malzemelerin ayarlanması, kaynak yaratmak, ilişkilerin sağlanması gibi konularda arka planda çalışan çok sayıda insan var. Cepheye sürdüğümüz insanlar çok daha az sayıda. Sonuçta burası bir dernek ve kurum gibi işliyor. Dolayısıyla yapılacak çok iş var.
Leyen olay hangisi? Kendinizi hiç enkazın altında düşündünüz mü?
Kurtarma çalışmaları sırasında her olay insanı etkiliyor. Yakın arkadaşımız olan iskender’in olayı bambaşka. Çünkü İskender çok yakın bir arkadaşımızdı. Bunun dışında bütün olaymarda insan ne olsa etkileniyor. Ama oraya da farklı bir misyonla gidiyorsunuz. Burada önemli olan mümkün olduğu kadar fazla sayıda insanın kurtarılmasıdır. Defalarca enkazın altına girdik çıktık ama kendimi hiç o durumda düşünmedim.
17 Ağustos depremi sonrasındaki arama kurtarma çalışmalarında sizi bu kadar etkili kılan ne idi?
Bizim gücümüz şurdan kaynaklanıyor. Adana Ceyhan depreminden 1 yıl önce bir Amerikalı deprem uzmanı getirttirdik Türkiye’ye ve onunla bir deprem similasyonu yaptık. Bir binayı yıktık ve içine plastik mankenler yerleştirdik ve nerede ne sonuçlar çıkıyor diye anlamaya çalıştık. Yani insanların nerelerde sağ kalma olasılığı artıyor, nerde yaralanıyor ölüyorlar diye. Türkeyi’de o zamanlar daha depremin d’sinden bahsedilmezdi. Bu tücrübe bizim adana Ceyhan’da kazandığımız tecrübe 17 Ağustos’ta bu kadar verimli çalışmamızı sağladı.
Bu tür örgütlenmeler dünyada nasıl oluyor.
Gelişmiş ülkelerde arama kurtarma ekiplerine bakıldığında %25 profesyonel kadrodur. %75 civarı da gönüllülerden oluşur. Türkiye’de herhalde gelecekte bu yönde bir yapılanma olacak. Dar bir kadro profesyonelce bu işle uğraşacak. Dar bir kadro profesyonelce bu işle uğraşacak. Bunun dışında profesyonel gibi çalışacak gönüllülerden oluşan geniş bir kadro bu işin içine dahil edilecek. Gelişmiş ülkelerdeki bu kuruluşlar çok daha kurumsallaşmalarını tamamlamışlar, bütün standartlarını oturtmuşlar. Dolayısıyla ufak tefek detaylardan dolayı vakit kaybıyla karşılaşmıyorlar. Çok daha etkili, hızlı kararlarla, doğru mekanizmalarla hareket ediyorlar.

Kültür mozaiğinde bir İstanbul masalıdır Beyoğlu
2650 yıllık bir yerleşim yeri, Beyoğlu. Farklı kültürlerin kendine yer edindiği İstanbul’un orta yeri. Bizans, Osmanlı, Ceneviz gibi birçok kültürün izlerinin bulunduğu turizm potansiyeli zengin bir bölge. Ve bu bölgenin Belediye Başkanı Kadir Topbaş. Başkan Topbaş, konuşmanın bütününe sığdırdığı “Beyoğlu olmadan İstanbul’da turizm olmaz” görüşünü doğrulamak istercesine bir bir sıralıyor Beyoğlu’nun ayrıcalıklarını…
Beyoğlu dinler mozaiğini, sanat ve sinemayı, kültür faaliyetlerini dünya konsolosluklarının neredeyse tamamını bünyesinde barındırıyor.
‘’Turizm konaklamaları, Oteller açısından da yoğunluklu bir bölge. Geçmişi bu kadar eski olan bir yerleşim bölgesindeki yapı stoku kültürel miras, sokak dokuları herşeyiyle turistin dikkatini çekebilecek güzellikleri olan bir yerleşim alanı… 45 mahallesi var ama her mahallenin kendine göre özellikleri var. Bir Galata, Pera bölgesi farklı ama bir Kasımpaşa da eski bir Osmanlı yerleşim alanı. Bu yönüyle gün yüzüne çıkarıldığı zaman çok daha fazla dikkat çekebilecek. Ayrıca deniz ulaşımıyla turizmin merkezi yine Beyoğlu. Çünkü Tophane’de rıhtım sebebiyle deniz yoluyla gelen turistlerin girişi de Beyoğlu’ndan olmakta… Bu yönüyle baktığınızda çok ciddi anlamda bir sirkülasyon yaşanmaktadır.”
Belki tarihi bir yarımada kadar olmasa da Beyoğlu’nun kendi boyutunda önemli bir yeri var diyen Topbaş, Galata Kulesi’nin bir anıt eser olarak turizme hizmet verdiğini belirtiyor. “Genelde İstanbul özelde ise Beyoğlu’nun zenginliklerinin turizmin hizmetine henüz yeterince açılmamış olmasından yakınan başkan Topbaş turizme gereken ilgi gösterilirse ticaretten elde edilen girdiden daha fazla girdi elde edilebileceğini söyledi. Turizm açısından hakettiğimiz yerde değiliz. Beyoğlu’nda terkedilmiş eski yapılar ağırlıklı durumda. Bunlar dönüşüm projeleriyle turizme kazandırılabilir” diyen Kadir Topbaş, “sadece Beyoğlu’ndaki çeşmeleri ayakta tutabilseydik sırf bu çeşmeler büyük bir turizm girdisi sağlayabilirdi” şeklinde konuştu.
Dünya’da İstanbul’u bilen herkes mutlaka Beyoğlu’nu da bilir iddiasında olan Başkan Topbaş, Beyoğlu gibi önemli, tarihi kimliği olan yerlerin yönetiminin özel bir statüye bağlanması gerektiğini söylerken, Kültür ve Turizm Bakanlıklarının, üniversitelerin, sivil toplum örgütleri ve sivil insiyatifin bu alanda mutlaka birlikte çalışması gerektiğinin altını çiziyor.
Kültür turizmi ile ilgili cazibe merkezi olarak bilinen Beyoğlu’ndaki tarihi Mevlevihaneler ve dergahların onarılıp tekrar ayağa kaldırılması gerektiği üzerinde de duran Topbaş bu konuda kendilerinin sınırlı yetkilere sahip olduklarını belirtiyor.
Şişhane’de ikinci Kapalıçarşı
Beyoğlu Belediye Başkanı, turizm adına 5 yıldızlı otel yapmak yerine sokak oralarında apartotel şeklinde düzenlenmiş kaliteli otellerden yana olduğunu dile getirirken “turiste sokakların tarihi ve doğal yapısını bozmadan en iyi hizmeti verebilmek önemli” dedi.
Başkan, Beyoğlu’nun dönüşüm projelerine ihtiyacı var derken, bu değişime yönelik olarak Galata ile Pera bölgesi için kendisinin de bir rapor hazırladığından bahsetti: “halen elektrik piyasasının ağırlıklı olarak satış yaptığı Şişhane böygesindeki sokaklarda apart oteller, cafeler, eski ve turistik eşyalar satan mağazalar bulunlayı” diyen Topbaş “ ülke menfaati için halk bir turizm kampanyası başlatmalı. Elektrik malzemesi her yerde satılabilir ama turizm her yerde olmaz. Burası ikinci bir Kapalıçarşı olmalı” dedi.
“Biz hiç gelecek hesabı yapmadık. Hep günü, bu günümüzü yaşadık, yarını hiç hesaplamadık ve burda büyük bir ihanet yaptık. Bu güzellikleri bozuk, doğamızı mahvettik, boğazı bozduk”
İstanbul’u İstanbul yapan çok önemli 3 tane öğe var ki yeryüzünde başka hiçbir yerde yok diyen başkan bu öğeleri İstanbul Boğazı, Haliç ile Galata ve Pera olarak açıklıyor.
İstanbul’da çok ciddi, radikal düzenlemeler yapılmalı diyen Topbaş, dünya harikası bir kent olan İstanbul’un kötü yapılanmayla mahvedildiğini ve mevcut kültürel mirasi geleceğe taşımamakla bu kente ihanet edildiğini söyledi. Bu işi bilen bir mimar olarak görüp de yapamamanın hissedip de ortaya koyamamanın sıkıntısını yaşadığını bildiren Topbaş, imkanların ve yetkilerin kısıtlı olması elimizi kolumuzu bağlıyor. Buraksınlar bizi, heyecanımızı frenlemesinler ki, güzellikleri ortaya çıkaralım” dedi.
“ Biz hiç gelecek hesabı yapmadık, hep günü bugünümüzü yaşadık, yarını hiç hesaplamadık ve burda büyük bir ihanet yaptık, bu güzellikleri bozduk, doğamızı mahvettik, boğazı bozduk görüyorsunuz yapıları. Bir dahaki nesillerin, gelecek nesillerin bizi nasıl eleştireceklerini tahmin edemiyorum. İstanbul düşünün! Bu kültürel bir mirastır, hepimizin, tüm insanlığın bunun geleceğe taşıması lazım.
Burası, Beyoğlu bir açık hava müzesidir. Yapılarıyla, ben bir mimar olarak bunu söylüyorum, yapı dokusuyla tarzıyla şunu da hatırlatayım her eski, tarihi eser değildir ama çok önemli.”

Gerçek anlamda halkla ilişkiler ve işlevi
Halkla İlişkiler’in Türkiye’de hem kurulsal iletişim hem de akademik açıdan gelişiminde önemli bir rol oynayan Prof. DR. Aleaddin Asna Halkla İlişkiler’i “özel ya da tüzel kişinin, yani bir insanın, örneğin, özel ya da kamu kuruluşunun karşılıklı iş yaptığı gruplarla ilişkiler kurması, varsa ilişkilerin geliştirmesi için gösterilecek çabalardır. İster kişinin (özel ya da tüzel) kendisi, isterse onun adına çalışan başkaları tarafından yapılsın, bu iş çeşitli tekniklerin çabalara girişilmesini gerektirir” şeklinde tanımlıyor.
İşlevselliği uzun süre anlaşılamayan ve doğru yorumlanamayan Halkla İlişkiler’in yaşadığı bu süreci Prof. Dr. Filiz Balta Petekoğlu söyle açık açıklıyor: birden fazla bilim dalı ile beslenen, bu bilimlerin verileriyle senteze ulaşan halkla ilişkiler kavramı üzerine, uzun süre tam bir görüş birliğine varılamaması, kavramın sosyal bilimlerin alt dalları içine yorumlanmasına neden olmaktadır.
Profesyonel bir iletişimci ve başarılı bir işkadını olan Ceyda Aydede ile halkla ilişkiler üzerine söyleşi yaptık.
Halkla İlişkiler nedir, ne olmalıdır?...
Halkla İlişkiler Mühendisliği olması gerekiyor diye düşünüyorum. Halkla İlişkiler ilk yıllarda sanattı sonra bir sosyal bilim oldu şimdi ise bence tamamen teknik çünkü halkla ilişkilerciler artık yönetimlerde söz sahibi. Halkla İlişkilerciler genelde çözüm yeneteği olan insanlar. Önceleri benim için git bunu söyle diyorlardı. Ondan sonra bunu nasıl söyleyeceğim şekline dönüştü. Daha sonra Amerika’da 1960’lı yıllarda ne söyleyeceğim şekline dönüştü. Türkiye’de bu süreç daha geç yaşandı. En son öyle bir yere gelindi ki halkla ilişkilercileri yönetim kurullarına aldılar. Eksiden müşteriniz televizyona çıkacaksa zayıf görünmek için koyu renkli veya çizgili giyinmesini böylece zayıf görünme yerine zayıf olması gerekiyorsa o şekle sokuyoruz. Dünyada şeffaflık ve açıklık politikaları ön planda biliyorsunuz gizli kapaklı birşeyin kalmaması gerekiyor. Tabii ki şirketlerin ticari amaçlı olduğu için politik sırları olacak bu ayrı bir şey. Eskiden bizim sektörümüz medya ilişkileri ve etkinlikleriyle sınırlıydı. Şimdi ise güven, sosyal sorumluluk ve iyi nsan olmak kavramları olması gerekiyor.
Halkla İlişkilerin değişin işlevi ve tanımı…
Halkla İlişkiler eskiden tamamen bir figürdü. Güzel görünümlü insanların yaptığı iş olarak algılanırdı. Bu gerçekten bir dönem yaşandı. Betül Mardin ve diğer meslektaşlarımın büyük çabalarıyla değişti. Artık dediğim gibi bir bilim oldu. Teknik çalışma gerekiyor. Türkeyi bu alanda inanıyorum ki Avrupa’dan hiç geri değil. Uluslararası sektörde güzel bir yerde. Amerika’dan bir adım gerideyiz ama Uluslararası şirketlerin Türkiye gelmesi birlikte çok aşama kaydedildi. Artık dış görünüşü güzel hanımların yaptığı meslek olmaktan çıktı.
Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği’nin 2003 yılı başkanlık toplantılarını, Türkiye’de Özellikle yapmak, ülkemizin konuk severliğini göstermek istiyorum. Ülkemizi tanımalarına böylece katkımız olacak. Başkanlık biraz özveri gerektiren bir iş. Fakat özverinin mutlaka bir karşılığı olacak. Ve ülkemiz adına çok şeyler kazanacağız.
Halkla İlişkiler bayan mesleği gibi algılanıyor…
Böyle bir şey yok. Uluslararası mesleki konferans ve toplantılarda ve Amerika’daki seminerlerde, Amerika Halkla İlişkiler Derneği toplantılarında, 2 bin, 3 bin kişi oluyor. Söyle bir baktağım zaman, hemen hemen bay ve bayanları eşit görüyorum. Türkiye’de hanımların olması, tabi önceden bahsetmiş olduğumuz, dış görünüşe önem veren bir etkileme iletişiminden kaynaklanıyor. Şu an öyle değil. Herşeyden önce bilim. Bu işte erkekler de başarılı olabilir. Aklı olan, detay düşünebilen ve işine odaklanabilen her iletişimci halkla ilişkilerci olur. Mühim olan doğru imajı çizmek ve onu belli bir strateji içinde uygulayabilmek. Halkla ilişkilercide iyi bir enerji olması lazım. Eskiden beceri ile birlikte kişisel iletişim ön planda idi. Şimdi ise daha teknik konulardan bahsediyoruz.. Türkiye’de birçok iş entegre iletişim içinde yapılmıyor. Herkes birşeyler yapıyor ama entegre bir iletişim yok aramızda.
Ceyda Aydede
Halkla İlişkiler’in her alanında önemli bir birikime sahip olar Ceyda Aydede, Eğitimini Amerikan Kız Koleji ve ardından Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden tamamladı. New Hampshire’deki Hesser College’de Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği (IPRA) yönetim kurulunda tek üye olarak görev yapıyor. Amerikan Halkla İlişkiler Derneği (PRSA) ve Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin (HID) üyesi, Türkiye Halkla İlişkiler ve Danışmanlar Derneği’nin de (HDD) kurucu üyesi olan Ceyda Aydede, Betül Mardin’den sonra ikinci kez bir Türk Başkan olarak 2003 döneminde Tük dünyada halkla ilişkiler alanında faaliyet gösteren halkla ilişkiler profesyonellerinin derneği IPRA’yı yönetecek.
Kurumların Yönetim Organizasyonlarında Halkla İlişkilerin Yeri ve Globalleşme
Bir şirkette Halkla İlişkilerci Yönetim kurulunda olmalı. Abartmıyorum. İnandığım bir şey bu. Birinci elden yönetimde olmazsanız kurum için çok zor. Şu an bir çok meslektaşımız yönetim kurulunda sandalyelerini aldılar. Hele globalleşme sürecinde bu çok daha gerekli. Biz iletişimciler sosyal sorumluluğu çok seven ve kullanan kişiler olduk. Bu sayede üst düzeyde yönetim ile daha fazla mesai yapmaya ve kurumları daha üst düzeylerde tanımaya başladık. Nerden çıktığını sormadan dört elle sarıldığımız sosyal sorumluluk bana göre yardımseverliğin globalleşmesi. Zaten çok eskiden beri dinlerde varolan, toplumda kabul görmüş yardımseverlik, globalleşmeyle birlikte, yerellikten sıyrıldı. Büyük şirketler de globalleşme karşıtı hareketlerinden sosyal sorumluluk başlığı altında tezler geliştirdiler.
Geçmişte halkla ilişkiler çalışmaları “organizyon”, “ilişki” ve “medya” temelli yürürken, bugün artık yeni kavramlar ve söylemler ön plana çıktı. Günümüzün iletişiminin en önemli ekseni kurum ve kuruluşları, yani müşterilerini paydaşlarının gözünde “güven” sağlamak için “sosyal sorumluluk” anlamında üzerine düşenleri yerine getirmeye çalışan “iyi, global vatandaşlar” yapmaktadır.
Halkla ilişkiler çok genişledi. Stratejiden etkinlik denetimine kadar aktif çalışabileceğimiz sahalar var. Yeni dünyadaki gelişmelerle birlikte üzerimize düşecek çok şey var.
Halkla ilişkileri tanımlarsak, şirketin veya kurumun veya fikrin isteği ve avantajları doğrultusunda. Harekete geçirecek yöntemlerin tamamı. İletişim yaptığımız işi özetliyor.
Kal Der içir bir makale hazırlarken rastladığım, Koffi Anan’ın “Global Compact” diye bir sözleşmesine rastladım. Çok enterasan geldi bana. Bunu göre büyük şirketler,” globalleşme hareketlerindeki zararlardan sosyal sorumluluk kalkanı ile korunmalılar.” Bu çok önemli.
İletişim gücüne inanıyorum. Bütün meslektaşlarımı da bu konuda çalışmaya ve bunu ispatlamaya çalışmaya davet ediyorum. Hiçbir çalışmayı küçüksemeden küçük küçük adımların büyük mesafe katetmemize katkıda bulunduğuna inanıyorum.
Kurum Kültürü ve Halkla İlişkiler…
Bir örgütün kültürü o şirketin iş dünyasındaki sitilini belirleyen karmaşık değerler. İnançlar, varsayımlar ve sembollerin bütününden oluşuyor. Neyse ki giderek yöneticiler rekabet avantajı elde etmek için örgütsel kültürün ne kadar önemli olduğunu anlamaya başlıyor. Artık örgüt kültürünün hedefler, stratejiler ve politikalar üzerinde büyük bir etkisi olduğu; seçilmiş stratejinin uygulanmasını kolaylaştırdığı ya da zorlaştırdığı anlaşılıyor.
Kurum kültürünün doğru oluşması ve korunması, genel strateji ve hedefinin tanımlanıp uygulanmasında üst yönetimin verdiği başarılı liderlik modeli kritik bir rol oynar. Belirli bir vizyonu örgüt çapında paylaşmak suretiyle şirket genelinde değişiklikler gerçekleştirip kurumu dinamik tutmak şeklinde tanımlayabileceğimiz liderliğin yarattığı değerler ve inançlar o örgütün kültürünü oluşturur.
Toplumsal sorumluluk anlayışı gereği, işletmeler günümüzde yanlızca kar elde eden ürün ve hizmet üreten kuruluşlar olarak görülmüyorlar. Artık üretim yapmak ve üretilenleri satmak anlayışının yıkıldığını, yerine yaşamlarını borçlu oldukları topluma karşı sorumluluk taşımaları gerektiğine inanan yöneticiler görmekteyiz. Günümüzdeki ticari koşullar, şirketleri yanlızca kendi gündemlerine değil, toplumun çıkarlarına da duyarlı olmaya zorluyor. Topluma karşı sorumluluk, tüketiciye kaliteli ürün ve hizmet sunmanın yanında sosyal paydaşların beklentilerini karşılamak amacıyla kültür, sanat, bilim ve eğitim etkinlikleri aracılığıyla topluma* toplumsal bilince katkıda bulunmaktadır. Toplum sağlığına, spora yapılan katkılar yada uğranılan bir felaket/afet karşısında yarışırcasına yapılan yardımlar, bu sorumluluğun yerine getirildiğini göstermekterdir.

Zamanın tanığı...
Tohumları çocuklukta atılan ve kökleri dünyanın dört bir yanında sürgün veren bir heyecanı taşıyor içinde Cemal Gülas. Kendisini zamanın tanığı olarak tanımlayan Gülas, fotoğrafı ise ‘bir kutuya hapsedilip uyutulan ışıklar’ şeklinde tasvir ediyor. Yansıttığı enerji, bu ışıkları Cemal Gülas’ın yüreğinde uyuttuğunu hissettiriyor insana. Katettiği her kilometre, tanıklık ettiği her olay onu yaşam döngüsü içerisindeki varlığına ulaştırmış.
Farklı zaman ve mekanlarda geçen bir hayat yolculuğunuz var.Bu yolculuk ne zaman başladı?
Çocukluğum Karadeniz’de geçti. Dedem ve büyükannem memlekete dönünce beni de oyuncak olarak yanlarına almışlar. Şimdi düşünüyorum da bir çocuğa yapılabilecek en iyi şey bu. Çünkü doğal olan bir ortamda büyüdüm. İçinde her şey olan büyük bir lunapark gibi. Onun dışında merak var. Çocukluğumdan beri haritalara çok meraklıydım. Benim için harita hiçbir zaman çizgilerden ibaret olmadı. Hayal kurma biçimimi şekillendiren bir anahtar oldu. Haritaya her baktığımda benim bulunduğum yer ile diğer yerler arasında bir bağ kurdum; dünyanın farklı yerlerinde gitmek oradaki insanlarla tanışmak, onların nasıl yaşadığıyla ilgili bir fikir sahibi olma isteği uyanıyordu içimde. Bir problem nasıl çözülür, hastalıklar nasıl iyileşir gibi konuları merak yerine; kar nasıl eriyor, yağmur nasıl yağıyor diye merak ettim. Böylece merakımı gidermek için önce kendi yakın çevreme ardından da dünyanın farklı yerlerine seyahat yapar oldum.
Aynı zamanda iyi bir fotoğrafçısınız. Bu ilgi nasıl başladı?
Fotoğraf bana kolaylık sağlıyor. Bin kelimeyle anlatacağım bir şeyi bir fotoğraf la ortaya koyuyorum. Fotoğrafı biraz hatıra defterimin sayfaları gibi görüyorum. O yüzden benim için fotoğraf biraz da kişisel, hayatımın bir parçası. Yanı fotoğrafçı olmak için fotoğraf değil gördüklerimi paylaşmak için fotoğraf.
Yolculuklarda belirli bir güzergahınız var mıydı, yoksa yol beni nereye götürürse mi dediniz?
İlk başlarda onu çok yaptım. Yani kuzeye giderken, döndüm güneye gittim yahut oradan batıya gittim. Adana’ya doğru yola çıkıp da kendimi Pakistan’da bulduğum oldu. Ama bu bir dönemdi. İlk başlardaydı. Şimdi artık daha yoğunlaştım. Çalışma alanlarım belirginleşti. En çok Güneydoğu, Doğu ve Batı Karadeniz’de çalışmalar yapıyorum.
Niçin oralar?
Elinize bir fırça verseler önce odanın her yerine bakarsınız ama bir yerden başlarsanız boyamaya. Benim çalıştığım platolar yani sahalar da bir tür oda gibi Anadolu’yu fotoğraflayarak boyuyorum, oradaki çalışmalarımı yanyana koyarak bir görsellik oluşturuyorum. Bu nedenle de bu çalıştığım sahanın dışındaki geziler artık daha kişisel oluyor. Yolculuklarda bir baktım ki dünyanın neresine gidersem gideyim, burası orası; orası da burası oluyor. Yani her şey sübjektif. O zaman biraz daha kendi toplumumu, kendi yaşadığım kültürü, toprağı tanıma arzusu duymaya başladım. Bu doğadan daha ön plana çıkar oldu. Yani ben nerede yaşıyorum, benden öncekiler nasıl yaşadı? Zaten bu tür soruları sormaya başladığınız zaman sonsuz bir girdaba giriyorsunuz. Ve Anadolu da bu girdabın dünyadaki en büyüklerinden biri.Anadolu kadar zengin bir kültürü içinde barındıran başka bir toprak parçası yeryüzünde yok.
Bu yolculuklar size ne kazandırdı. Yola ilk çıkan kişiyle şimdiki arasında nasıl bir dönüşüm yaşandı?
Öncelikle saydam bir duvar haline geliyorsunuz. İnançlarınla, tepkilerinle başka bir yerdesin, sonra ikisi iç içe geçiyor, yani inançların tepkilerini, tepkilerin inançlarını zayıflatıyor. Sonra öğrendiklerinle yeniden bir şekil oluşturuyorlar. Bu kısa bir bulanıklık yaratıyor fakat Sonra yine billurlaşıyor. Her şeyden ayrılmaya başlıyorsunuz. Değer verdiğin her şeyin senin değerlerin olduğunu, kavgasını verdiğin zamanın aslında o kadar da belirleyici olmadığını, yalnızca senin zamanın olduğunu anlıyorsunuz. Bu zamanın bir yerde biteceğini biliyorsun. İnsan dışındaki canlılarında değer yargıları hatta inançları ve hayata tamamlayıcı olarak katıldıklarını fark ediyorsun, hep birlikte hayatın geçmişi ile geleceği arasında bir bağ oluşturduğunu anlıyorsun. Bu girift ilişkilerin içinde, rastladığın her insanın; her şeyin hayatına bir pencere açtığını fark ediyorsun. Bütün bu karışık nesneleri aşabilirsen istediklerinin ne olduğunu iyi öğrenmiş oluyorsun.
Nedir bunlar ?
Bir kere hayat ne istediğini bilmeden yaşayacak kadar değersiz değil. Bütün bunların bana öğrettiği bir şey var; ne yaparsan yap isteyerek ve bilerek yap. Ne yaparsan yaptığın şeyin çok izafi olduğunu yalnız seni ilgilendirdiğini seni mutlu ettiğini, yalnız senin için varolduğunu bil, başkasına zarar vermeden yaşa; kendi hayatını önemsediğin kadar diğer hayatları da önemse. Başkalarının hayatını rahatsız etmeden kendini mutlu etmeyi bil. Çok soru sor ama kavga etme. Bunların sonucunda büyük bir dinginlik geliyor.
Gazeteci, dağcı, fotoğrafçı farklı bir çok özelliği barındırıyorsunuz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Hiçbiri değilim aslında; çünkü bu saydıklarınızın hepsini yapıyorum Kendimi bir kategoriye koymak yerine, yeteneklerimin farkına varıp kendimi nerede daha vasıflı olduğumu görüp ona göre üretiyorum. Ben kendimi bugünün tanığı, zamanın tanığı gibi görüyorum. Olabildiğince nefrette tarafsız, sevgide menfaatsiz olmaya çalışıyorum. Tanıklık ettiğim zamanı kah yazıyla kah filmle, kah fotoğrafla gelecek için arşivliyorum.
Dünyanın büyük bir bölümünü dolaştınız. Kendinize en yakın hissettiğiniz yahut burada yaşayabilirim dediğiniz yerler oldu mu?
Kuzey Ülkeleri... Finlandiya Aynı şekilde Yeni Zelanda’yı çok sevdim. Nepal veya Tibet’te yaşayabilirim diye düşündüm. Ama yaşamak isteyebileceğim yer diye sorarsanız yine Anadolu derim. Dünya coğrafyasında Anadolu gibi dört iklimi birbiri ile barışık; hem kültür hem de doğal olarak bunca güzelliği içinde barındıran başka bir yer yok. Ve ne yazık ki bu kadar bilinçsizce yok edilen başka bir yer de yok.
Genelde soğuk iklimleri seven bir yapınız var bunun sebebi nedir?
Çocukluğumla ilgili bir durum bu. Büyüdüğün çevre seçimlerinde etkili oluyor. Tropikal, sıcak iklimleri sevmiyorum. Sıcağı sevmiyorum çünkü ondan korunma şansın yok, istersen suya gir ama yine de serinleyemiyorsun. Soğuk öyle değil. Soğuk çok asil. Kendini koruyorsan dokunmuyor. Sıcak diktatörlük gibi hükmediyor. Bu yüzden soğuğu seviyorum... O yüzden coğrafyalar kader iklimlerde çok önemli olduğuna inanırım. İnsanların hayatını iklimler çok etkiliyor bu yüzden İnsanları coğrafyalarından oynatmamak gerekiyor.
Bütün bunların yanında duyarlı ve toplumsal bir yönünüz de var. Hem yollarda olup hem de bu kadar toplumun içinde olmayı nasıl başarıyorsunuz?
Ben kendimi hala bir yere koyamıyorum. Çünkü kafamda yapabileceklerim ile yaptıklarım arasında hala büyük uçurumlar var. Ama yaptığım işe saygı duyuyorsam ve yapabildiklerim için insanlardan medet ummuyorsam beklentilerim yoksa o zaman biraz daha kitleleden mesafem açılmış demektir. Çünkü bir kere kendinizi bağımlı hissetmiyorsunuz.İkincisi yavaş bile olsa kendi düşüncelerinizi uyguluyorsunuz. Öbür türlü bağımlı olduklarınız haklı olarak soruyor eee benim için ne yaptınız? Ya da ne yapacaksınız? Oysa Yaptıklarınızı bir yerlere koyabiliyorsanız hemen olmasa bile arkanızdan gelenlerin onları toplayacağını biliyorsunuz. Bilimde sanatta bu hep böyle süregelmiştir. Yani çağı içinde yaşamış ne bilim adamları ne de sanatçıların yapılarını tam o zaman içinde anlaşılıp değerlendirememişlerdir. Tabii popüler sanat yapıp yaşadıkları zamana hitap edenleri bu tanımlamadan tenzih ederim. Bizler iletişimimizi kurarken tabi ki kendi bildiklerimizin mesafemizde büyük yeri var ama yaşadığımız toplumun kültürü içinde yaşadıklarımızı tam olarak özümsediğimiz zaman geride bıraktıklarımız diğerlerinden ayrılmaya başlıyor. Çünkü kendi gerçeklerimize aykırı davranmıyoruz, kendi kültürümüze ayrı düşmüyoruz, kendi kültürümüzden utanmıyoruz; en önemlisi bu. Bana derler ki, falanca kişi Almanca, İngilizce’yi çok iyi konuşuyor. Ben derim ki Ben Türkçe’yi en iyi konuşuyorum. Çünkü diğer dilleri beynimden Türkçe’yi ise gönlümden konuşuyorum. Bu çizgide olunca duyarlılık kendini farkettiriyor, İnsanlar da kendilerinden bir şeyler buluyor. Eğer bir başarımız varsa bu yaşadığımız toplumun bir parçası olarak yolumuza devam ettiğimiz için olmalı. Diğer bir husus yaptığımız işe ihtimam gösteriyorsak, saygılıysak, özeniyorsak o da işimizi herkesin yaptığı sıradanlıktan ayırıyor bir nebze kendini farkettiriyordur. Bütün bunlar da bizi farklı bir yerde tutuyor.
Farklı kültürleri tanımış ve dünyanın başka bölgelerinden yüzünü Anadolu’ya dönmüş biri olarak Türkiye’nin bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizi diğer ülkelerden insanlardan ayıran özelliklerimiz neler?
Kendi yemezken yedirir, yahut giydirir. Diğer toplumlardan bizi ayıran en önemli ve iyi özelliklerimizden biri bu. Bu insan toplumlarının içinde artık çok az rastlanan hatta hiç rastlanmayan özellikler. Ne yazık ki bunu özelliklerimizi toplum olarak biz de yavaş yavaş yitiriyoruz. Anadolu’da “Aç ata gül koklatılmaz” derler. Aç at o gülü koklamak yerine yer çünkü. İnsanımızı o kadar bastırılmış ve kötü durumlarda tutuyoruz ki, bu bir süre sonra bu topluma gül koklatılmayacağından korkuyorum.
Bu bozulma nasıl başladı sizce?
Sanayileşmeye başladığımızda, üretilen malın ulaşımı en kolay yere yığmasıyla başladı. Cumhuriyetten biraz sonra başlıyor. Cumhuriyet döneminde Anadolu’nun her yerinde fabrikalar kuruluyor ama sonra bu hızla büyük şehirlere kayıyor. Yani insanlar coğrafyalarından koparak doyacakları merkezlere göçüyorlar. Doğada da böyle değildir. Bomboş bir araziye yerleşince, çöpünüzü oraya döküyorsunuz. Kargalar da oraya geliyor, tilkiler de. Çöpten bir şey almak isteyenler de buraya geliyor. Ve farkında olmadan büyük bir kaos oluşuyor. Biz sanayi gibi refahı da Anadolu’daki kentlerimize yayamadık. Büyük kentlerde dikkat edin. Yahut medyaya bakın. Türkiye’den haber verdiğini söyleyen mercilere bakın; onlar sekizyüzbin kilometre karelik bu ülkenin ne kadarından haber veriyorlar ya da ne kadarından haberdardırlar. Onlar için hayat siyasettir, spor futboldur, eğlence dekikir kikir olmaktır. Bu kadar kalitesiz oluşturulmuş, zeminlerde de doğru dürüst bir şey yetişmez. Ayrık otu gibi insanlar üretiliyor. Anadolu insanının o misafir perverliğini, gönül zenginliğini dürüstlüğünü ona veren başka hasletleri vardı. O hasletleri yoksa onlardan mahrum bırakıldıysa böyle bir yere yığılmış bir lokma ekmeğin kavgasını yapmaya itilmişse sen o insanı ne kadar hakir görebilirsin ki. O insan bundan daha başka ne yapabilir ki?
Bunun çözümü nerede?
Eğitim ve sanayide Anadolu’ya öncelik verilmeli. Öncelikle özel üniversitelerin İstanbul gibi büyük iller yerine Anadolu’da kurulması gerekiyor. Paylaşım ve dağılım çok adaletsiz. Bu adaletsizliğin olduğu ülkede öze dönüş nasıl olur? Belki karamsar bir bakış; ama artık bazı şeyler yok edilmeden var edilmez gibi geliyor. Büyük bir kabus, büyük bir kasvet yaşayacak diye korkuyorum. Eli mahkum çünkü. İstanbul’da bile eğitim göremeyen binlerce çocuk var. Bu çocuklar bir süre sonra çocukluğun masumiyetinden sıyrılacak iş aş isteyecekler, veremezsek suç makinesine dönüşecekler; suç makinesi olarak topluma katılacaklar. Tanıdığım, yakın olduğum her yetkiliye hep söylüyorum. Beyler siz birinci sınıf kompartımanda seyahat ediyor olabilirsiniz. Bunu kültürünüz veya imkanlarınızla elde etmiş olabilirsiniz. Ama birileri de geminin altındaki küpeşteyi deliyor. Ve bu gemi batarsa sizin o lüks kamaralarınız da suyun altında kalacak. O yüzden bu toplum için bir şeyler yapmak zorundasınız.
Ekonomik anlamda rahatlama bu sancıları hafifletir mi?
Ekonomik sorunlarını hallettiği halde bu kaosu önleyememiş toplumlar var dünyada. Kuzey ülkelerinde herkesin ekonomik özgürlüğü var ama intihar oranı çok yüksek. Sosyal refah sonsuz ama insanlar mutsuz. İnsanların ekonomik sorunlarının altında da hayata ilgisizlik yatıyor. Hayata karşı deneyimsiz isen doymaya hakkın yok. Bir şey vereceksin ki karşılığını alacaksın. Ekonomik rahatlamadan çok insanların donanımlı hale getirilmesi gerektiğine inanıyorum. Tekdüzelikten kurtarılmalı insanlar. Bir insan hayatı, sorgulamadığı, kafa yormadığı kendine söylenenleri gerçek gibi kabul ettiği zaman hayat bir yere ilerlemez. Türkiye’nin bugünkü ekonomik açmazının temelinde de bu var. Yoksa ekonomik potansiyeli olmayan bir ülke değil. Sadece dinamiklerimizi hayata geçirmeye engeller koyuyorlar önümüze. Bunu da bilinçli yapıyorlar.Avrupa’dan Asya ya kadar gerçekten bu toplumun hükmedebileceği bir Avrasya gerçeği var. Bugüne kadar bu ülkeyi yönetenler bu toplumu, bu gerçeği yeterince kavrayamadılar sadece laflarla geçiştirdiler; güzel bir deyimimiz var: “Lafla Peynir gemisi yürümez.” Bizi basiretsizliklerle, ülküsüzlüklerle muhtaç hale getirdiler, bu muhtaçlıktan çıkmanın yolunun ise kendine dönmekten, tahammül etmeyi öğrenmekten ve çalışmaktan, hilesiz hurdasız çalışmaktan geçtiğine inanıyorum. İş doğayla başlayıp bu kadar sosyal boyuta niye geliyor? Çünkü Türkiye’nin sorunu insanlarımızı coğrafyalarından oynatmaktan kaynaklanıyor. İnsanlarını coğrafyalarında doyuramadıktan sonra, coğrafyalarında yaşamak için bir imkan sağlamadıkça onları belli merkezlerde yoğunlaşmaya ittikçe bazı kaosların önüne geçemeyiz. Polisiye tedbirlerle kimsenin vicdanına kilit vuramayız.
Coğrafya Vakfı projeniz bu düşüncenin bir sonucu mu?
Benim büyük bir hayalim var. Doğayla, coğrafyayla ilgili bütün vakıfları, dernekleri, sivil girişimleri bir çatı altında toplamak. Ama Türkiye’de son yıllarda her şey o kadar yanlış yapıldı ki. Vakıf meselesi bunlardan biri. Bir takım kurumlar, kuruluşlar vakıf adı altında o kadar yanlış şeyler yaptı ki. Bu anlamda bir girişimde bulunmak gittikçe zorlaşıyor. Ama Türkiye’nin coğrafyasıyla ilgilenen, örneğin Tema veya diğer vakıflar bütün bunların tamamının bir platformda yanyana gelip Türkiye’nin coğrafyasının irdelendiği, envanterinin hazırlandığı toprağından, suyundan altındaki tarihine kadar envanterinin hazırlanmasından yana bir çabaydı. Tamamen bireysel bir arzu ve çabayla yola çıktık. Bugüne kadar o bireyselliğin yapabildiklerini yapabildik. Paylaşmayı çok istiyoruz ama bunu nasıl yapacağız henüz netleşmedi. Gönüllü arkadaşlarımız, dostlarımız var yardım eden. Bunu bir enstitüye nasıl dönüştürürüz, bir vakıf mı dernek mi henüz kesin bir şey yok. Bundan sonra nasıl bir duruş sergileyeceğimizi bilemediğimiz için bekliyoruz. Bunu nasıl bir yasal süreç içinde yürüteceğimize karar verirsek çalışmalara başlayacağız. O nedenle Coğrafya Vakfı’nın yapısı nasıl olacak, kim idare edecek. Başında benim olabilmem mümkün değil. Fikir bize ait ama biz ancak neferi oluruz. Lokomotifi olamayız çünkü taş yerinde ağırdır. Ben halen dünya coğrafyasıyla ilişkimi kesip bunları yapacak durumda değilim.Bu işi biraz da akademik kariyeri olan birilerinin üstlenmesi gerekir Bütün bunları düşünmek durumundayız.
Gelecek için başka projeleriniz var mı?
Ben çocukken Kaptan Cousto'yu çok seyrederdim ve onun kurduğu ekibi, yaptığı seferleri keşifleri kara ekibi ile yapmayı düşlerdim. Bunun için tan donanımlı bir arazi kamyonunun hayallerini kuruyorum. Önümüzdeki dönemlerde böyle bir kamyon sahibi olmayı ve başta Anadolu olmak üzere kıtamız Asyayı dolaşarak çalışmalarımızı sürdürmeyi çok istiyorum

Sanatta Evrensel, Özgün ve Doludizgin Bir Varoluş
Sanatın evrenselliğini yaşayan ve yaşatan bir sanatçı Esin Afşar. Sanatçı kavramının yozlaştığı bir dönemde bu kavramdan uzak dursa da; Türkiye ve Dünya’da birçok müzik otoritesi Afşar’ı sanatın gerçek icracısı olarak değerlendiriyor. Piyano ile başlayan eğitimi şan dersleri ile iyi bir temel oluşturdu sanat yaşamı için. Ardından Muhsin Ertuğrul’un önerisi ile girdiği sınav sonrası 12 yıl tiyatro oyunculuğu yaptı. Tiyatronun ardından ilk gözağrısı olan müziğe dönüş yaparak, çağdaş folk müziği akımını yeniden başlattı. Diplomasi dünyasının içerisinde diplomat bir baba ve gazeteci-yazar annenin çocukları olarak gözlerini dünyaya açan Esin Afşar, başarılı çalışmaları sebebiyle “ Diplomatik Sanatçı” ünvanı aldı. Macaristan, Bulgaristan, Fransa, Avustralya, İsviçre, Amerika ve Japonya başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde Türkiye ve sanatı adına başarılı çalışmalar yaptı. Anadolu folklorunun zenginliğini evrensel sanat değerleri ile ortaya koyan Afşar, yine Anadolu topraklarının insanlığa armağan ettiği Yunus Emre ve Mevlana’yı kainatın evrensel dili olan müzikle kitlelere ulaştırdı. Sanatçı duyarlılığı ile sosyal sorumluluğu da üzerinde taşıyan Esin Afşar, birçok vakıf ve derneğinde yönetim kurulu ve kurucu üyesi. Başarıları geniş kitlelerce malum olan Esin Afşar ile sanatı ve kendi dünyasında kısa bir gezinti yaptık.
Üretkenliğinizin kaynağı nedir?
Bu genetiktir. Aileden gelme. Annem gazeteci ve yazardı. Babam diplomat ve aynı zamanda yazar, ağabeyim meşhur Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, diğer ağabeylerim de profesör. İçlerinden müzisyen bir ben çıktım. Babam da hep özverili ve idealistti. Ağabeyim ve ben de öyle. Genetik olsa gerek diyorum. Miskin bir aileden bu çıkmazdı. Ses konusu da genetik. Annemin de güzel sesi vardı. Operacı değildi ama operacı olacak kadar güzel bir sesi vardı.
Müzik başlangıcınız....?
Ben Ankara Devlet Konservatuarında piyano öğrencisiyken; Maria Callas’ın da hocası olan Elvira De Hidalgo isimli İspanyol şan hocası konuşma tonumdan iyi bir sesim olduğunu anlayıp beni operaya almak istedi. Şan hocalarının isteği ile hatta çekiştirmesi ile soktular içeri beni. Fakat Madam Hidalgo sert bir hocaydı. Onu bildiğim için ben çok çekiniyordum. Ama kendi öğrencilerinden kısarak bana beşer onar dakika ders veriyordu. Tabi ben çok yararını gördüm. Fransa’da bir röportajım sırasında Hidalgo’dan bahsedince röportajı iki saate çıkardılar. Hidalgo Enrico Carisio ile sahneye çıkmış bir çok önemli bir kadın.
Böylesine evrensel bir sanatçı olabilmenin temeli nedir?
Daha sonra piyanist olarak devlet tiyatrolarına girdim. O dönem genel müdür Muhsin Ertuğrul idi. O da bana sahnenin altından üstüne çık dedi. Sonra da beni tiyatrocu yaptı. 12 yıl devlet tiyatrosu sanatçılığım var. Bütün bu güzel sanatları bir arada toplayınca güzel oldu tabiki. Kendiliğinden evrenselleşti olay. Dışişleri bakanlığı diplomatik sanatçı ünvanı verdi bana. Bu ünvan durup dururken verilmedi. İhsan Sabri Çağlayangil o dönem dışişleri bakanı idi. Yaptığım işi gördü. Macaristan’a parlamenterlerle beni gönderdi. Orada Macar devlet başkanı kabul etti beni. Macaristan’da konser verdim. Ondan sonraki olaylar birbirine açılan pencere oldu. Ve ülkemi kendi müziğim ile tanıtmaya çalıştım. Çok sesli folkla. Kendi halk müziğimiz ile çok sesli olarak açıldım. Fransa’da Paris Şehir Tiyatrosu denen çok önemli bir yer var. Burada çıkacak sanatçıları müzik otoriteleri saptıyor. Burada sahneye çıktım. 1986 Türkiye olarak adım geçti.
Yunus Emre ve Mevlana.....
Yunus Emre’ye bağlılığım.... Onun hümanizması bana çok ilginç geldi. Dünyanın ilk büyük hümanisti olarak Fransa Sorbone Üniversitesi’nde ders olarak okutuluyor. Fransızlar tanıyor Yunus Emre’yi. Bir de Amerika’da 1991’de Unesco tarafından Yunus Emre sevgi yılı ilan edildi. Dışişleri ve Kültür bakanlığı beni Amerika’ya ve daha birçok yerlere gönderdi. Yunus Emre’yi tanıtmak üzere bir aylık bir Kuzey Amerika turnesi yaptım.. Orada İllnois Üniversitesi’nde folklor araştırmacısı Prof. Dr. İlhan Başgöz’ün iki ciltlik Yunus Emre’yi anlatan kitabı var. Bu kitaplar benim başucu kitabım oldu. Ondan çok etkilendim. İlham denen şeye inanıyorum. Beste yapmaya başladım. Bunun üzerine Kültür Bakanlığı beni yolladı yurtdışına. Mevlana’dan besteler de yaptım. Amerika çok fazla tanımıyor. Fakat hoş şeyler de yaşanıyor. Michigan Üniversitesi’nde bir konserde, Amerikalı bir delikanlı kız arkadaşını, ‘bu konseri dinlemelisin’ diye konsere getirmişti. Fransa’da bir Fransız şarkıcı bana telefon açtı. ‘Ben çok ilgi duyuyorum bu konuya yardımcı olur musunuz’ dedi. Ben sonra Türkiye’ye döndüm. Menajerim dönerken onun yaptığı bir kaseti getirdi. Mistik bir ozan olduğunu biliyorum. Ney koymuş ama çalarken Fransız şansonundan öteye gidememiş. Benim ki niye daha iyi oldu. Çünkü ben Türküm. Özümsemişim, hissedebiliyorum. Ama bir Fransız bunu hissedemez ki. Ben makamsal, mistik bir şey çıkardım. Onun yapması mümkün değil. Bizim kanımızda var.
Bu yoğun tempo içerisinde birçok dernek ve vakıfta önemli noktalarda bulunuyorsunuz? Yoğun sanat yaşamınız içerisinde nasıl zaman ayırıyorsunuz bu çalışmalara?
Bu soruyu bana Duygu Asena da sormuştu. Tek kişilik oyunum Kelaynak’ları oynadığım dönemde ‘bu kadar işi nasıl bir araya sığdırıyorsun?’ dedi. Benim o sıralar oğlumun peşinden koşturan anaç halimi gördü. Yine ağabeyimden örnek vereceğim. 26 yaşında profesör olmuş, The Times’a kapak olmuş Oktay Sinanoğlu. Bu rekoru kimse kıramamış daha. Atom fiziği bilimini bir kenara bırakmadı ama. Şu anda Türkçe ile uğraşıyor. Gençler inanılmaz peşinden koşuyorlar. Onun yaptığı işin dışında bir şey . Bende yaptığım işin dışında böyle sosyal sorumluluk taşıyorum.
Yurtiçi ve yurtdışındaki dinleyici kitlenizi karşılaştırır mısınız?
Yurtdışında daha ilgililer. Özellikle Fransa’da yere göğe koyamadılar beni. Theatre de lavide plaklarımı alıyorlardı. Süper star falan dediler. Bana bir anda hakaret gibi geldi. Olmadık insana süper star derler öbürüne diva derler. O kadar kavram karmaşası var ki. Televizyona çıktığım zaman ‘lütfen bana altyazı olarak sanatçı yazmayın’ diyorum. Çok yozlaşma var. Fransa’nın Barlüdük kentindeki konservatuar müdürü bana telefon açtı. Benim uzunçalarımda Drama Köprüsü var. Beş sekizlik. Aksak ritim yok onlarda. Bu onlara çok ilginç geliyor. Onlar kolay kolay çalamazlar. Çok ilgi duymuş, ‘bunun fonatik olarak yazılışını gönderir misiniz? Bunu öğrencilerime öğreteceğim’ dedi. Bizim folklorümüz çok zengin.
Türk folklorunun dünya folkloru ile mukayesesi...
Dünyanın en zengin folku diyebilirim. Bunun da rahatlıkla söylerim. Çünkü aşağı yukarı bilgim var dünya folkü hakkında. Bizim her yörenin dansları ne kadar zengindir. Bizim danslar Lijon kentinde hep altın madalya alır. Benim Fransa’da çıkan uzunçalarımın İslamolog – Türkolog bir hanım çevirilerini yaptı. Uzun çalar çift kapak çıktı. Çevirileri bir Türk onun kadar güzel yapamadı. Ve bana dediki “ hiçbir Fransız şansonunda bu kadar anlamlı sözler yok”. Biz çok fazla farkına mı varamıyoruz nedir. Bizde sözler açısından da melodik olarak ritim açısından da son derece zengin. Bizim gençlik şimdilerde uyanmaya başladı. Abuk sabuk şeyler yapılıyor. Bunda plak şirketlerinin ve medyanın da büyük suçu var. Beyin yıkama sistemi ile kötüye alıştırıyorlar. Halbuki aynı sistemle iyiye alıştırırsın. Hiç unutmuyorum canlı yayında bir kız biz bunlara layık değiliz, biz bunları dinlemek istemiyoruz dedi. Yolda yürürken halktan biri gelip, ‘Esin Hanım sizi neden televizyonda görmüyoruz’. ‘Bazen kafam kızıyor yanlış kanaldasınız’ diyorum. Bu konuda en son halkı suçluyorum. Bu gidişat hep böyle gitmez. Nitekim ufak ufak başladı da uyanış. Biz de gençlere hitap ettiğimiz dönemlerde güzel işler yaptık.
Yeni projeleriniz....
Ben şimdi çocuklar için Kültür Bakanlığı ile “ Pembe Uçurtma “ isimli bir cd çalışması yaptım. Işıl Kasapoğlu ve Devlet Tiyatrosu çok ilgi duydu. Konserini yapalım dediler. Ama maddi destek bulamıyoruz. Projelerim arasında Bozcaada’da şarkılarla Nazım Hikmet ve Ritsos programı var. Ritsos Yunanlıların Nazım Hikmet’i. Bunlar aynı dönemden arkadaşlar. Ritsos’un Nazım Hikmet için yazdığı bir şiir var. Bunun çevirilerini Özdemir İnce yaptı. Dört tane besteyi ben yaptım. Eylül’de de Mevlana, Yunus Emre programını Mardin’de yapacağız. Daha sonra Ekim’de Japon başkonsolosunun konser teklifi var. Orada çocuklar yararına bir konser yapmamı istediler. Televizyon programı var. Çok projelerim var. Fabrika gibi proje üretiyorum. Ama bunları hayata geçirmek için para lazım. Mesela 24 sene bu adamın ritminde caz var diye söylendim.Aşık Veysel’i caz yorumuyla albüm yaptım En sonunda İş Bankası ile yaptım. İş geliyor kapına para diye dayanıyor. Annemin bir masalı vardı. O çocuk masalları yazardı. Gül Prenses Tatilya’da oynayacak.
Yaşamınızın ‘olmazsa olmaz’ı ....
Müzik. Onunla soluk alıyorum. Onunla yaşama tutunuyorum.
Kadın ve anne Esin Afşar....
Annelik yönüm çok ağır basıyor. 1969 yılında Fransa’da ödül aldığımda Barkley firmasıyla bir sözleşme yapıldı. Allam Allam’a Fransızca söz yazıldı. Üç yıllık bir konser planı hazırladılar. Bana dediler ki; ‘Bu parça bir numara olacak’. Gelip 6 ay 1 sene burada oturman lazım ki; seni tanıtalım. Kızım küçüktü gelemem dedim. Onlarda hayretler içinde kaldı. Oğlum zamanında da şansım çok açıldı. Bütün müzik dergilerinde, basında televizyonlarda yer aldım. Bu dönemde de oraya yerleşmem gerekiyordu. Fakat analık duygum ağır bastığı için burada kaldım. Ama pişman değilim.

Kıyametin Kendisi Bir Tiyatro
Hayatın gülen ve ağlayan iki yüzü tiyatro. Ve yaşamın renklerinin yansıdığı sahneler. Kaç sevinç, kaç hüzün, kaç umut ve daha kaç duygu kolaçan etti bu sahneleri. Hepsinin kahramanı farklı. Ortak olan sadece yürek atışları... Belki sanatın, belki de yaşamın verdiği heyecanla.
Sanatı ve sanatçıyı farklı kılan da bu sonsuz heyecan değil mi zaten.Yıllar geçtikçe daha da artan...
Ve bunun canlı bir örneği var ki o, yıllardır bu heyecan ve aşkla sahne ve koltuklardaki yaşamları buluşturmak adına çaba sarfediyor. Kültür başkentimiz İstanbul’da tiyatro sanatının gelişimi için aldığı sanatçı ordusuyla zaferler kazanmaya devam ediyor. İzlenme rekorları, yeni oyunlar ve dahası kabuğunu kıran bir Türk Tiyatro’su.
Ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Y.Kenan Işık...
Belki toplumun bir kısmı onu televizyonlardaki kimliği ve güzel ses tonu ile tanıyor. Ama biz onu deneyimli tiyatrocu kişiliğiyle dergimize konuk ettik ve tiyatroya ilişkin sorular yönelttik.
Kenan Işık’a ilk sorumuz “tiyatro nedir?” oldu?
Tiyatro dışarıda yaşanan reel hayatın bir ölçüde kopyasını çıkarıp, o hayatın gelişmesi adıan dışarıdaki o hayatı eleştiren bir sanattır. Dışarıdaki hayatın bir kopyası gibi görünür ama asla dışarıdaki hayatın kopyası değildir. Dışarıda bildiğimiz “reel” hayatı yaşarız. Tiyatro sahnesi de reel hayata benzer ama yeniden kurgulanmış bir hayattır. Dünyanın geleceğinde bugünkü sorunların olmaması için çaba göstermek adına yapılan bir uğraştır. Bütün sanatlarda olduğu gibi, ağırlıklı olarak, sosyal ve politik yanı ağır basan bir sanattır. Ama belirli bir politikanın hizmetinde olmaz sanat, tam tersi kendisi politika üretir. İnsanoğlunun geleceği adına, içinde daha rahat yaşanabilecek bir dünyanın oluşması adına politika üretir. Bu yüzdende politikacılara yol gösterir.
İnsanları tiyatroya çeken nedir?
Yaşam devam ettiği sürece, sıkıntıları ile devam ettiği sürece, insanoğlu kendi kimliğini merak ettiği sürece bu böyle devam edecek. Ama bu kargaşa ve kaos içersinde insanın kendisini merak etmesi nedense geri plana itilmeye başlandı. Eskiden insan kendini daha çok merak ediyordu. ‘Ben kimim’, ‘neyim’, ‘niçin yaşıyorum’, ‘bu dar dünyada işim ne’, ‘geleceğim ve ölüm ne’, ‘niçin doğdum’ ve daha hazini ‘niçin ölüyorum’ gibi sorularının içinde yaşıyor. Bunlar öyle kolay kolay karşılanacak sorular değil. Tabii ki bütün bu soruların cevabının verildiği bir alandır sanat. Tiyatro da bu sorulara cevap olan bir mekandır. O yüzden de insan tiyatrodan asla uzaklaşmaz.Tiyatro insanoğlunun başlangıcında da vardı, kıyamette de olacak. Bizati kıyametin kendisi de bir tiyatro oyunu bana sorarsanız.Yani kendine ve dünyaya sahip olamayan insanın yok oluşla yüzyüze olması oldukça dramatik bir son.
Tiyatro sanatının Türkiye’de gelişimini ve bugünkü sanatsal düzeyini kısaca değerlendirir misiniz?
Dünyanın gelişmiş toplumlarında insanlar sanatla içiçe yaşıyorlar. Sanat nerede yemek içmek kadar gerekli bir şey. Sanatla ve kültürle içiçe olmadıkları zaman çok çıplak hissediyorlar kendilerini. Ama biz henüz Türkiye’de böyle bir oluşumu yaratamadık ne yazık ki. Bunun sorumlusu sanatçılar değil elbette. Devletin sanata bakış açısı ve sanatın yaygınlaşması adına, kalitesinin yükselmesi adına uygulanacak politikaların uygulanmaması. Bunun asıl gerekçesi, tabi ki Türkiye’deki hayatı sanatsız olduğu için yoksullaştıran bir anlayış. Ne yazık ki Türkiye’de sanat halk tarafından doya doya yaşanıyor diyemeyeceğim. Tiyatro da bundan payını alıyor. Diğer sanatlara göre bakarsınız, mesela bizim salonlarımız dolu ama bir o kadar daha salonumuz olsa dolacak. Yani seyircinin tiyatroya karşı bir ilgisizliği yok. Rekor düzeyde seyirci var. Ama 10 milyon insanın yaşadığı kentte tiyatro sayısının günlük kapasitesinin 1700 olması son derece abes. Kapasite 5700 de olsa salonlar dolacak, yeter ki güzel oyunlar ortaya koyalım.
Son yıllarda Genel Yayın Yönetmeni olduğunuz Büyükşehir tiyatrolarında sergilenen oyunlar izlenme rekorları kırdı. Bu gelişimin nedenleri nelerdir?
Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla başlayan bir atılım var. Bu fiziksel anlamda da böyle, sanatsal anlamda da bir iyileştirme var.Artık gündemde sadece cadı kazanı, derya kuyusu gibi kelimelerle nitelendirilmiyor tiyatro. Ancak tiyatro seyircisi ile var. Çağdaş repertuarı ile birlikte var. Tabi ki burada İstanbul Büyükşehir Belediyesinin katkıları asla inkar edilmez. Hem sanatı sanatçılara da bırakan o uygar anlayışı son derece önemli. Yani sanatı özgür bırakan anlayışın çok büyük önemi var. Tabi ki bunun da çok büyük etkisi var, tiyatronun son 5 yıldaki atağında.
Türkiye’de sanata verilen destek konusunda neler söyleyeceksiniz? Gelişmiş ülkelerin sanata yaklaşımı nasıl?
Her yerde ciddi sanat kurumları subvanse edilir.Amerika’da bile bu böyledir. Kültür Bakanlığı yoktur ama orada Ulusal Kültür Vakfı vardır. Ve o vakıf sanata para yatırır. Almanya, Fransa, İngiltere, gibi dünyanın en önde gelen ileri toplumları bile sanata para harcarlar. Çünkü insana para kazandıran bir uğraş değildir. Bilet fiyatları ve seyirci sayısı ortadadır. Bu bilet fiyatlarını yüksek yaparsanız seyircinizin bu bileti karşılayacak kadar maddi durumu yoktur. Ama toplumun da kültüre ve sanata ihtiyacı var. Demokrasi kültürünün yerleşebilmesi için kültür ve sanatın çok önemli bir işlevi var.
Bu işlevin yerine gelmesi için bir anlamda devletin de desteklenmesi gerekir. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın ileri ülkelerinde sanat, özellikle tiyatro, opera ve bale benzer sanatlar, yoğun biçimde destekleniyor. Fakat bizde bu destek bindelerle ölçülürken, yurtdışında yüzdelerle ölçülüyor.
Tiyatroyu sinemadan farklı kılan noktalar nelerdir?
Popüler olan, sinemada sabun köpüğü dedikleri insana hiçbir şey vermeyen, heyecan yaratan iki saati hoş geçiren şeyler. Bunların sanatla ilgisi yoktur. Sanatsal içeriği olan filmleri de zaten seyirciler çok izlemiyorlar. Bu da hazin bir durumdur. Bu ülke insanın sanata nasıl yönlendirildiğinin de bir göstergesidir. O sinemaları dolduran vurdulu kırdılı filmleri tuhaf film efektleri ile yüklü, insanı şaşırtan, hayrete düşüren, film bittikten sonra insanda yenliğe ve değişime dair hiçbir iz bırakmayan filmlerdi. Onların çok fazla seyirci çekiyor olmasının bence bir manası yok. Tarabya’da bir yığın lokantada tuhaf müzikler eşliğinde yemek yiyip içki içen insanlar sinemaya gidenlerden çok daha fazla. Oraya ödenen hesap pusulaları da sinemadan çok daha kabarık. Yani sanatın ölçüsü oraya giden insanların fazlalığı ile ölçülecek bir şey değildir. Kalite ile ölçülür. Tiyatro sayısı az, sinemalar gibi değil.
Tiyatroda eğitim süreci nedir? Gerçek bir oyuncu olmanın alametleri nelerdir? Tiyatroya başlamanın yaş var mıdır?
Mozart nasıl dört yaşında piyano çalmaya başladıysa, tiyatro sanatçısı da kendini daha doğduğu günden itibaren kendini eleverir. Buna yetenek denir. Allah tarafından var bu denir.Sanatta özellikle bu böyledir. Sanata eğitimin çok büyük katkısı vardır sanatçıya çekidüzen vermek adına ama sanatçı pek çekidüzen verilecek biri de değildir. Akademide hocasının öğrettiği biçimde resim yapan öğrenci sınıf geçecekse o zaman hocasının anlayışında resim yapacak demektir. Ve sanatın devrimci özüne son derece aykırı bir şeydir. Bu eğitim meselesi son derece kritiktir bana sorarsınız. Ama bir tiyatro sanatçısı ise sesini yetiştirmek, volümünü açmak, doğru konuşmak, dramatize nasıl yapacağını, bir oyunda temayı ortaya çıkaracağını öğrenmek için yöntem öğrenebilir.
Sanata başlamanın yaşı var mı?
Dünyada kamyon şoförü olup da kırk yaşında oyuncu olmuş, Oscar kazanmış sanatçılar var. Ormanda türkü söyleyip o sırada operacılar tarafından keşfedilip üç ay sonra da sahneye çıkarılmış dünyanın en ünlü tenoru olan Enrico Caruzo realitesi var.
Akşam gazetesinde yazılar yazıyorsunuz. Yazılarınızda ulaşmak istediğiniz bir hedef kitle bir amaç var mı?
Elbette var. Zaten sanat, bilim, medya çok ayrı şeyler değildir. Sonuç olarak toplumda duygu oluşturan kurumlardır bunlar. Aşağı yukarı birbiriyle bağlantılıdır. Ben oyun yazarıyım ve yazmayı seven bir insanım. Gazete de yazıyor olmakta son derece hoşuma gidiyor. Çünkü daha geniş kitlelere ulaşabiliyorsunuz. Tabi eğer kabul görüyorsanız son derece önemli. Ben yazı yazmaktan son derece mutluyum. En az tiyatro yapıyor olmaktan mutlu olmak kadar mutluyum.
İnsanlar sizin özle yaşamınızı merak etmesine rağmen siz sanatçı kişiliğinizle gündemde kalmaya devam ediyorsunuz. Bu tavrınızın sebebi nedir?
Bence merak etmesinler. Ben de diğerleri gibiyim. Bu merak eden insanlardan bir farkım yok. Benim de evimde çorba kazanı kaynıyor. Benim de çocuklarım var. Onlardan ayrı biri değilim. Nasıl ki onların çocuklarından kimse haberdar değilse, onların çocukları kendi arkadaşları ile ünlü bir babaları olduğunun farkına varmadan okul bahçesinde oynuyorsa benim çocuklarım da öyle olsun istiyorum. Bu yüzden de ben bunu ortaya dökmek istemiyorum. En azından çocuklarımın ruh sağlığı açısından bunun sağlıklı olacağına inanıyorum. Nedense medya bunu dürtüyor. Bu doğru ve ahlaklı bir tavır değil.
Türkçe’nin yozlaşmadığı dönemlerde seslendirme konusunda dünya çapında ileride olduğumuz otoritelerce sık sık ifade ediliyordu. Şimdilerde ise Türkçe’nin kötü kullanımı konusunda haklı yakınmalar had safhaya ulaştı. Türkçe’yi doğru kullanan biri olarak; Türkçe’nin kullanımı konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Türkçe’nin doğru kullanılmasının ölçütü nedir?
Hangi Türkçe daha doğrudur, doğru değildir. Bunlar ne yazık ki Türkiye’de çok doğru tartışılan konular değil. Bazen öz Türkçe’yi hapsedip, insanın duygusun da köreltecek kadar has sözcüklerle hayatı idame ettirmek zorunda bırakan anlayışlar da ülkeye egemen oluyor. Ama bu anlamda TRT’nin elbette Türkçe konuşmak adına çok büyük katkıları var. Doğru Türkçe nedir diye bana sorarsanız, ben de TRT’de konuşulan Türkçe baz alınabilir derim. Ama nihayetinde ben dayatılmış herhangi bir şeyden asla hazetmedim bu güne kadar. Dil konusunda da dayatmaya karşıyım. TRT’nin de bize dayattığı çok şey var. Orhan Gencebay gibi bir müzisyeni uzun yıllar bizden sakladı.Bizi mahrum etti. Ya da İbrahim Tatlıses gibi dünya çapında bir sesten. Bu anlamda TRT ve devlet kurumları da çok masum değil. Birebir en iyisi bu denecek kadar güvenilir değil bana sorarsanız. Ama yine de söylüyorum ki, radyolarda ve televizyonlardaki Türkçe ise, söz konusu olan, evet en iyi TRT’de konuşuluyor.
Başarı grafiğini sürekli yükselten İstanbul Büyükşehir Tiyatrosu, izleyicisine yenilikler sunmaya devam ediyor.

Burada herşey olur ve herşey bir arada olur.
Roma Dönemi ile Bizans döneminin ayırt edici özellikleri nelerdir?
Roma’dan Bizans’a geçişte öyle önemli bir şey yok. Çünkü zaten Roma’dan Bizans’a geçiş dediğimiz şey ondokuzuncu yüzyıl tarihçilerinin ortaya koyduğu bir ayrım. Yani Bizanslı dediğimiz adamların kendilerinin Bizanslı olduklarından haberleri yoktu. Romalı olduklarını düşünüyorlardı. Doğu Roma yolu burası zaten. Bunun ne zaman olduğu tartışmalıdır. Bana göre 6. yüzyılda Justinianus’un dönemini Bizans’ın başlaması olarak kabul ederim. Bu süre içinde şunlar oldu diyebiliriz. Doğu Roma’nın buraya gelmesiyle Geçen zaman içinde daha bir Yunan kültürü yerleşti. Zaten yunan kültürü vardı. Roma kültürü biraz daha uzaklaştı. Otantik olarak yunan kültürü daha çok öne çıktı. Daha çok Hristiyanlaşma süreci var bu dönemde. Fakat Hıristiyanlığa sadece izin verilmiş oluyor, hıristiyanlık suç olmaktan çıkıyor. O dönemde İstanbul’a Hıristiyan kenti diyecek bir durum yok. Hatta Konstantin’in kendi heykeli var. Çemberlitaş’ta Konstantin formu.
Taşı toprağı altın şehir söylemi hangi dönemlere özgü bir söylemdir?
O çok eski bir söylemdir. En büyük kent olduğu için İstanbul’a göç hep var. Mesela Bostancı semti. Bostancılar var orada. Bostancı köprüsünün başında duruyorlar ve gelen adamlardan kağıt soruyorlar. Kimsin, nesin, niye geldin? Öbür tarafta, Çekmece’de de aynı olay sözkonusu. Gelenlerin kadıdan kağıt alması lazım. İstanbul da tanıdık bulması lazım. Onlardan "ben bakarım "diye talimat alması lazım. Böyle sıkı kontrol altında tutuyorlardı. Kanuni Mimar Sinan’dan su tesisatını genişletmesini istemişti. Bir zaman sonra baktı ki bir şey yapılmamış sebebini sorar. Mimar Sinan "Rüstem Paşa engel oldu" der. Kanuni Sadrazam Rüstem Paşa’ya durumu sorunca şu cevabı verir " Böyle bol bol su falan bulunca buraya gelip yerleşmeleri durduramayız.
Fetihten sonra Fatih’in İstanbulu’nda yaratılan hoşgörü bugüne nasıl yansıdı?
Başta Ayasofya olmak üzere Bizans’tan kalan bütün yapılar o sayede günümüze kadar yaşayabildi. Dünyanın birçok yerinde fetihlerden sonra fethedilen kentlerin yerle bir edilmesi çok sık rastlanan bir olay. Ayasofya gibi muazzam bir kilise var. Bu güzel binayı alıp kendilerine maletmişler diyenler olabilir. Bence böyle demek yanlıştır çünkü ne demek, hepimiz ehli kitabız. Onlar da aynı Allah’a inanıyorlar ve ibadet için onu yapmışlar. Fethedenin hakkı tartışılmaz bir şey. O çağlarda böyle bir hukuk yok . Neyi isterse el koyar. Öldürür, keser, ne isterse yapar. Bunu gene bir ibadethane olarak, bina olarak koruyor. Bütün öbür kiliseler de camiye çevrildi. Bu sayede yok olmaktan kurtarıldılar. Mesela cami falan olmayan sivil mimari örnekleri, evler, vs. bu kadar dayanamadı. Halbuki onlar devamlı onarıldılar ve günümüze kadar dayanmış oldular. Ötekileri de bilinçli bir şekilde yıkalım politikası yoktu. Mesela bugün Sultanahmet’in bulunduğu bölgede Bizans Sarayı vardı. Ama bu Saraya en büyük zararı 1204 Latin işgali verdi. Yani Fatih o Saraya ilk girdiği zaman da bir harabeyle karşılaştı. Şimdi İstanbul’da suret yok, bilmem ne yok. Ama o dönemde adam bunu kırıp atmaya kıyamıyor. Bu medeni bir tavırdır. Biz XX. yüzyılda bu medeni yaklaşımı artık gösteremez olduk.
Tarihsel süreç içerisinde belediyenin İstanbul’un şehirleşmesi konusundaki sorumluluğu ve bu süreçteki payı hakkında ne düşünüyorsunuz?
İngilizlerde bir deyim vardır "kucağında bebekle kaldı" derler. Yani bir başkası olmadık bir iş yapıyor. Bebeği de senin kucağına verip gidiyor. Sen de ben nasıl bakacağım diye düşünüp kalıyorsun. Belediye bebeği tutarak kaldı bütün bu süreç içinde. Bunu başlatan o değil. Bunu devlet yaptı. Daha doğrusu şöyle diyelim. Bütün dünyada, Batı ülkelerinde sanayileşme çok daha önce başladığı için hayatın nabzı kentlere taşındı. Bu açıdan baktığımız zaman, konut politikası, kentleşme politikası ne olacak?Sermayenin daha çok geliştiği, sağlam yapıda olduğu ülkelerde bunu sermaye üstlendi. Tabi en başta İngiltere olmak üzere Anglo Sakson ülkeleri öncüdür. Londra’da gezerken pek çok sokağın bir örnek olduğunu görürsünüz. Aynı tip binalar. Çünkü, müteahhit geliyor, sokağı yapıp gidiyor. Konut yapımı kredi politikalarıyla borçlandırılarak ülkedeki işçilere devredilmiştir. Bunun olmadığı yani sermayenin bir şekilde konsantre olamadığı bizim gibi, bize daha yakın ülkelerde, gene bu sorun yaşandıve devlet bu işi üstlendi. Modeller budur. Bizde ise devlet gözyumdu vatandaş kendisi yaptı. Vatandaşın kendi yapabileceği ancak hazine mülkü olan toprak üzerinde gecekondu inşa etmek. Belediye gelin burada oturun demedi. Toprağı veren de o değil. Belediyeye sadece bunları yıkma yetkisi verildi. İstanbul’u 1960’a kadar Valisi ve Belediye Başkanı birlikte yönetiyordu.
Mozaik yapısıyla İstanbul bir Dünya kenti mi?
Evet bir dünya kenti. Bunu da büyük ölçüde doğal konumu ile sağlıyor. Çünkü, dünyada ender bulunur bir doğal coğrafi konumu var. Böyle denizle içiçe güzel kentler vardır. Öteden beri Doğu Akdeniz’in kavşak noktası kıtaları birleştiriyor, denizleri birleştiriyor. Bu birleşmenin sonucunda akın akın insanlar buraya geliyorlar. Bulgar Atasözü var "İnsan sora sora Sergrad’a kadar gider" Sergrad burası. Yani Çar’ın şehrini soracaksın, danışacaksın, doğru yolu bulacaksın. İşte o da İstanbul. Buhara’dan da adam geliyor buraya Macaristan’dan da. Ukrayna’dan da Güneyden Arap Ülkelerinden de ... Bu da tabi Osmanlı dönemi boyunca böyle idi. Devlet oluş sürecimiz kendini müthiş bir izole etme sürecidir. Osmanlı devrinde İstanbul’a limanlayan ticaret gemilerinin bulunduğunu tahmin ediyorum. İstanbul da o zamandaki dünya kenti olma özelliğini kendi eli ile durdurmuş oldu. Ancak şimdi yeniden bir dünya kenti olmaya başladı. Fakat, bu aşamada eski interlandın merkezi durumunda. Dünyada ikinci mevki haline gelmiş. İşte Ukraynası, İranı, Suriyesi, Makedonyası dünyanın geleceğini tayin eden bir bölge değil ama bavul ticareti yapıyor bu ülkeler. Öbür tarafta gittikçe önemli hale gelen kongre turizminin merkezi oluyor. Eski Bakırköy Türkiye’nin 3. büyük kenti oluyordu, sanıyorum İzmir ve Adana’dan daha kalabalıktı nüfusu. O zaman Bakırköy’de bildiğim iki tane sinema vardı, tiyatro yoktu. Türkiye’nin 3. büyük kenti olan bir yer, Bakırköy ilçesi iki sinemayla idare ediyorsa buradan bir dünya kenti falan olması beklenemez.
İstanbul ve İstanbullu arasındaki ilişki çağdaş bir kent profili çiziyor mu?
Burada yaşayan 12 milyon insan aslında İstanbul’da yaşamıyor. 13 yaşında bayram münasebetiyle dedesi Gülhane’ye getirdiği için denizi hayatında ilk defa gören bir İstanbullu biraz tuhaf bir İstanbullu. O İstanbullu olmayan insanların yaşadığı şehir dünya kenti olacaktır. Mantıken tutmuyor, daha yapacak çok şey var. Ya da bu en sağlıksız biçimde Türkiye’de bir sürü şeyin olduğu gibi olurdu. O da ne olur. Bizim Swiss otellerle dolu İstanbul’umuz var. Bunu biz dünya kapitalizmine satarız.
İstanbul giderek gelişiyor. Genişledikçe artık İstanbul diye bir şey kalmayacak. İstanbul için kafanızda bir sınır var mı?
Tabi insan ister istemez çok da düşünmeden yapamıyor. Başa çıkılır gibi değil. Doğru bir şey yapılmaya kalkıldığı zaman yapacak çok şey var. Yıkacak da çok şey var. Ama tabii bunu sahiden duyarlılığı olan insanlar yapmalı. Bizde bir yapanlar, bir de konuşanlar diye bir ayırım var. Bilenler sadece konuşmak konumundadırlar. Birşeyi sahiden bilirler. Mesela ben bir sürü şeyi bildiğime inanıyorum. Ama bana konuşmaktan başka bir işlev tanımıyor toplum. Restorasyon vs. gibi şeylerin kötü örnekleri var. Bunları etraflıca düşünen yok. Ben bu konuyu da yazmıştım. "Gezi Rehberi"’ni alıp okuyunca görürsünüz, benim İstanbul’um o. Orada Etiler bile yok. Etiler diye komşu kentte oturan arkadaşlarım var. Ben zaman zaman insanlarla görüşüyorum. Etiler’i biraz abartarak söylüyorum. Belki bu kadar muhafazakar davranmamam lazım ama birşeyi vurgulamak için söylüyorum... Ümraniye’yi falan düşünemiyorum. İstanbul’u herkes kurtarmak istiyor ancak korkunç bir yapılaşma, yerleşme var.
Siz bu konuda bir ışık görüyor musunuz?
Türkiye ilginç bir memleket. Burada herşey olur ve herşey bir arada olur. Yani burası hem doğuludur hem batılıdır, hem kuzeylidir, hem güneylidir. Bunların hepsini birarada yaşarlar ve öyle bir karışımdır ki bu bir tanesine indirgeyemezsiniz. Türkiye’de bir sürü doğru işler yapılır. Bir sürü de belki de daha da fazla yanlış işler yapılır ve beraber yapılır. Bir sürü insan söyleye söyleye sonunda bir miktar tarihi ve doğal güzellikleri koruma tedbirlerinin alınmasını sağladı. Şu anda bir sürü ev restore ediliyor. Fakat onları da daha eski anlayışla tekrar beton yapıyorlar. Biz de bir tahtayı kesmeyi öğrenecek adam yok. Çünkü tahtayı keserek yapacağı bir iş yok. Bir istihdam alanı kalmadı. Bir taş ustasının istikbali yok. Bunlara istikbal yaratırsın o zaman bu adamları yetiştirirsin. O zaman Zeyrek’teki Evleri restore etmeye kalktığın zaman elinin altında ne yapacağını bilen insanlar olur.
İstanbul mesela inişli çıkışlı bir kenttir. Bir sürü merdivenli sokağı var. Bu merdivenli sokaklara geldiler beton merdivenler yaptılar, bıraktılar gittiler. İşte bu sözde bir düzenleme oldu. İstanbul merdivenler kentidir ve bu kentte ben merdivenleri acaba nasıl dizayn edersem bir estetik boyut ekleyebilirim diye düşünen bir kent mimarı uzmanı olmalı. Böyle bir düşünce tarzı yok. Bu şekilde düşünülürse İstanbul hakikaten çok güzel bir kent haline gelebilir. Ama bu zihniyet hala yok. Hep mışlı geçmiş zaman. Onun etrafında da bir tane kentimiz var bizim. XX. yüzyılda bir tane kent yaptık; İstanbul da gittikçe o kent oluyor.

Uzak Yaşamlara Yürekten Dokunuşlar
Doğumla ölüm arasındaki yaşam özetlerinde yakaladığınız ortak nokta nedir?
Sizin de belirttiğiniz gibi yaşamla ölüm iki insani ortak nokta. Acı, sevgi, ihtiras, kıskançlık, tutku, şefkat, katletme, ego tatmini, yok etme arzusu... Ne yazık ki bunlar dünyanın her tarafında insanlarda varolan iyi ve kötü duygular... bir de tabi içgüdüleri unutmamak lazım. Çünkü belirleyici olduğu anlar oluyor. Bütün bunlar arasında gidip gelen insan bu özelliklerinden bazılarını keskinleştiriyor. Bütün çocuk toplumlarda insanlar olaylara daha geniş açıdan bakamıyorlar. İlgililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz. Yaşamla ölüm arasında kalan o insani değerler ve bu değerlerin oluşturduğu kurumların oluşturduğu bir çemberin içindeyiz. O çemberin içinde mümkün olduğu kadar yaşamın renklerini bir fotoğrafçı olarak aktarmaya çalışıyorum. Ekibimle beraber kameraman arkadaşımın desteğiyle çalışıyorum. Ben sadece bilgi taşıyıcıyım.
İnsanlar sizi ve programlarınızı modern yaşamın gerisinde kalmış coğrafya ve toplumların habercisi olarak algılıyor. Sizce bunun nedeni nedir?
Biz 150’ye yakın coğrafya saptadık. Az gelişmiş ülkeler bu coğrafya içinde yüzde on bile değil. Ama akılda kalan Afrika ya da modern yaşamdan payını almayan ülkeler. Çünkü Türk toplumu için önemli olan bir farklılık. İnsanımız kendisinden daha geride olduğunu hissettiği toplumlara biraz kompleksizlenmek için bakıyor. " Baksana adamlara bizden daha beterlermiş" demek için. Bu da iyi bir saptama. Çünkü bu saptamanın daha iyisini yapan televizyon showcuları şu anda reyting patlaması yapıyorlar. Bütün bunlar daha çocuk toplumu oluşumuzdan, bilgiyle henüz buluşamamamızdan, içgüdülerini belirleyememiş bir toplum oluşumuzdan, hep çocuk olarak kalmayı arzu eden bir toplum olmamızdan ileri geliyor. Ben bilginin her türünü veriyorum. Haberci’nin Almanca versiyonu " go east – go west " Almanların bilgi ruhunu canlandırmak üzere yapılan bir belgesel. Bizim Amerika’da uzay çalışmalarını, Yunanlının bir Türk’ten farkının olmadığını anlatan bir programımız da olmuştu.
Pek az insanın yapabileceği kadar yaşamın derinliklerine inip, farklı yönlerine tanık oldunuz. Bu süreç içinde pişmanlıklarınız ve keşkeleriniz var mı?
Yapılan her hareketin bir şekilde başka hareketlere yol açtığını diyalektik belirliyor. Ben de herşeyin bumerang gibi olumlu ya da olumsuz sonucu ile geri döneceğine inanıyorum. Pişmanlıklarım ve keşkelerim var. Ama hep az olması için gayret ediyorum. Çünkü beyin olgunlaştıkça bunun az olmasına yönelik doğru kararlar vermemizi sağlıyor. Olgunlaşmak. Bunun yaşla ilgisi yok. Sizin kendi yaşamınızdan ve başkalarının yaşamından elde ettiğiniz tecrübeler; bunların yaşamda algılanması, sizin tarafınızdan ifade biçimi olduğu zaman daha olgunlaşıyorsunuz. Vücuduma çok fazla haksızlık etmişim. Çok şeyi yanlış yaptığım için 46 yaşındayım ama bazı organlarımda ciddi deformasyon sözkonusu. Yaşamımın bundan sonrasında sorun çıkaracak. Bir başka keşkem, çok daha sağlıklı bir akademik eğitimim olsaydı. Doğu Akdeniz Üniversitesine öğretim görevlisi olarak gidiyorum. Keşke o imkanlarda ben de bulunsaydım diyorum. Çünkü literatüre hakim olacak bir dil, bilgiyi buluşturan mekan, bilgiye çok kısa sürede ulaşma bunu hayata geçirmenin yolları ve bunları elde ederken sürat keşkeleri arttırıyor. Ama pişmanlık duymadığım bir şey var. Sonuçta kendime göre dünya ölçülerinde bir şeyleri kıpırdattım. Dünyayı ararken başka coğrafyalarda iz de bıraktım. O izlerin evrensel olduğunu biliyorum. Çünkü benle beraber duyan ve hisseden insanların bam tellerine dokundum. Benim için yaşam biçimi olan bir mesleğim var. Formasyonu ile deformasyonu ile benim mesleğim. Bir daha doğsam aynı mesleği seçerdim.
Bulunduğunuz ortamlarda belgelediğiniz ayrıntıları insanlarla paylaşırken ölçünüz nedir?
İnsanlara neyi ne kadar vereceğimi bilebilmem için bilgileri süzgeçten geçirmem gerektiğine inanıyorum. Çünkü herkesin algılayış biçimi farklı. Mesela Polonezya’da bir kabilenin kendi arasındaki törenlerde yapmış oldukları uygulamalardan, benim toplumumda bahsetmek bile tepki alır. Ama bunu bir akademisyenle çok açık verilerle konuşulabilirsiniz. Asla lafını söyleyemiyorum, ama yaşadığım toplumun değerlerini bildiğim zaman o sınırlamalar gerekiyor. Bazı meslektaşlarım dünya genellemesi yaparken kendi toplum katmanlarını iyi hesaplamıyorlar. Bu batıda böyle değil. Batıda herşeyin herkes tarafından yapıldığını görmüyoruz. Tabii ki mahremiyet her zaman caziptir. Ama bunun sınırlarını toplumumuzun çoğunluğunun yapısı belirler. Bugün dünyada yaşama bakışta Hollanda ile Fransa arasında fark var.
Size göre insanlığın gerçek savaşı nedir?
Bulunduğunuz coğrafyaya bugünkü ve bu da önceki koşullarla kıyaslamalarla baktığınızda, akıllı, bilgili, zeki, kurnaz insan kavramları çok farklı şeyler. Ben bir dağın başında Tunceli’de hayatı boyunca görmemiş, ama bulunduğu coğrafyayı inanılmaz renklerde anlatan yaşlı bir çobanla karşılaştım. O dünyayı görmeyen, renk kavramını bilmeyen insanın kullandığı kelimeler öylesine seçilmişti ki. Bana bir kekliği tarif ederken kekliğin fotoğrafını veriyordu bana. O zaman beyin gözüyle görüyor olayı. Bütün bunlar beyinsel birikimin sonucu olan şeyler. Herşey yaşanılan ortamda değerlendirilmeli. Çünkü bin yıllık etkilenmeler, yaşanmışlıkların aktarımı yaşanılan ortama siniyor. Bilim hiçbir zaman kesinlik koymuyor. Halen nasılın cevabını vermeye çalışıyoruz, niçini araştırma gücüne sahip değil insanoğlu. Ben kafatası avcısı olarak nitelenen, hayatta kalma mücadelesini silahlı savaşla sürdürmeye çalışan insanların arasında da kaldım. Onların ihtiyaçlarını biliyorum. Onlara yönelik hızlı bir değişimin sonucunu da biliyorum. Onları alalım giydirelim düşüncesi de kötü. Onları öyle bırakmak lazım. Bilgiyi daha çok toplamış insanların yapacağı şey o insanların geçiş sürecini çok iyi bilmek olmalı. En yakın yerleşim birimine gitmek için günlerce açlık, yokluk ve birçok riskle karşılaşıyorsunuz. Mazoşist değiliz ki orada kalıp bunları yaşayalım. Bazı şeylerin belirleyecek olgunluğu olmuyor bazı toplumların. Bu olmayınca onun geleceğini onu sömürmeden düşünerek, en temel yaşam özelliklerini elimizdeki verilerle desteklenmesi gerekiyor. Böyle olunca nüfus planlamasıyla daha sağlıklı kuşaklar oluşacak. Afrika’da bazı bölgelerde yaş sınırı 30.
Bir küre üzerinde dünyaya baktığınızda aklınıza gelen ilk şey ne olur?
Uzayda olmayı tercih ederdim. Orası daha geniş, daha rahat
Güzellik kavramını nasıl yorumluyorsunuz?
Beyin gözümü kullanmayı seviyorum. Güzelliğin içinde yeri geldiğinde o güzelliğin bitişini beklemektense beyin gözümü kullanıp o güzelliğin içinde nazar değmesin diye, çirkini, kötüyü, şiddeti buluyorum. Umudu her zaman içimde taşıyorum. Umuda sahip olmak için umutsuzluğu iyi tanımak lazım. Beyin sağlıklı olduğu sürece çözüm var. Ama beyin sağlıksızlığı çok kötü.
Sağlıksız bir beyini nasıl tarif edersiniz?
Televole. Bu programın mantığı sağlıksız bir beyindir. Başkalarının hayatına göre kendini ayarlamak, eğlenmek, sinirlenmek; kendisini aramak güzellikleri keşfetmek yerine hazır fırın ekmek istemek. Bu program bunun biraz ticarileşmiş hali oluyor. İnsanı araştırmaya, keşfetmeye yönlendirmek yerine hep başka insanlara yönlendiriyor. Bu gelişme çağındaki çocuklar ve gençler için çok tehlikeli. Herşeyin belirli bir oran içinde varlığını savunurum. Pislikle beslenen böcekler bile benim için değerli. Ama oran önemli. Beyazı korumak çok zordur. Bazı oluşumların sağlıklı olması için bu topraklarda beyazı korumak için 30 bin yıldan beri savaşlar verilmiş. Bile bile bunu yıkmak gençliği etkilemek yanlış. Halk bunu ister izler ister izlemez demek yanlış. 15 milyon genç hakikaten etkilenecek durumda. Mankenlerin ve onlarla birlikte olanların gayri ciddi ilişkileri ve bunların oluşturduğu piyasaya yönelik görüntüleri tehlikeli. Çünkü okumayan bir toplumuz. Aynı yanlışı diğer gelişmemiş ülkelerde görüyoruz. Bizi denetleyen kurumlar henüz olgunlaşmamış. Tekrar ediyorum bumerank geri döner. Bunun acısını en çok bunu yapanlar yaşarlar. Çünkü onların da çocukları var. Ben bu ülkenin insanıyım. Ama dünyanın farklı coğrafyalarında kaldım. Bu yüzden saptamalarım, gözlemlerim tartışılmak istenirse tartışılabilir. Çocuklar dünyanın her tarafında koruma altına alınmış. Tabi ki toplum çocuk olunca da onun hukuk şemsiyesi altında olması gerekir. Bu sebeple çok dikkatli olmamız gerekir.

Vahşi kedilerin peşinde bir yaşam
Zamani yine zamana armagan eder, fotograf sanatçilari. Fotografi sanatsallastiran ise yakalanan siradan detaylarin objeyi özellestiren yorumlanisi olsa gerek. Dünyada degisim sürecinin bu kadar hizli yasanmasi, tükenen degerlerin varlik kanitlarini, gelecege tasima endisesini daha da körüklüyor. Dünya üzerinde milyonlarca objektif ve vizör amatör ya da profesyonel olarak hayatin bir kopyasini yasama hediye ediyor. Onlardan biri de deneyimli objektifi ile binlerce ani bir o kadar karede ölümsüzlestiren Süha Derbent. Derbent, kendini vahsi yasam fotografçisi olarak görüyor ama onun için yaptigi isi nasil tanimlandigi degil tasidigi amaç önemli. Dogal yasami tehdit eden yok olus sürecinde gelecek nesillere geçmisin izlerini armagan ediyor. Özellikle de çok kisilikli olarak degerlendirdigi kedilerin temel davranislarini kayit altina aliyor. Her idealist gibi onun da yolu uzun ve mesakkatli; o yedi büyük kedi ile bulusmasini tamamlamak için daha çok yol kat edecek gibi...
Ilk fotografçiliga basladiginizda vahsi dogayi fotograflamak gibi bir idealiniz var miydi?
Hayir. Sizin de tahmin edeceginiz gibi ülkemizde insanlarin egilimlerini ortaya çikarmak gibi bir egitim yok. Bu ise tamamen rastlantisal olarak basladim. Önce seyahat fotografçiligi yaparken bir çok ülke gezdim. Aslinda benim özellikle hayvan davranislarina özel ilgim var. Çok pahali ve sponsor bulmak zor bir is oldugu için bu isle ilgili bir girisimde bulunmamistim. Bir gün yaptigim islerin medya geri dönüsümlerinden memnun kalan sponsorlarimdan bir tanesi ki hala sponsorum Emirates Airlines yetkilileri bana ödül olarak bir Afrika seyahati organize ettiler. O sekilde basladim. Ve düsündüm ki demek ki sponsor kendiliginden geldigine göre ben de bulabilirim. Zaman içerisinde hem seyahat fotografçiligini bir süre devam ettirip, ama bu isle ilgili sponsor arayisimi sürdürdüm. O yillarda sponsorlugumu yine ayni kurum yapmistir. Yumusak bir geçisle bu ise dogru geçtim. Bu ise basladigim andan itibaren de baska hiçbir sey çekmiyorum. Sadece vahsi doga çekiyorum
Neden vahsi yasami fotografliyorsunuz?
Bir kere seyahat fotografçiligi yaparken sunu farkettim. Eger siz sadece bu ülkeyi çekiyor olsaniz bile seyahat fotografçiligi yapan insan sayisi ve rekabet çok fazla. Ve çok genis de bir alan. Bir de benim gibi dünyanin baska yerlerine gidiyorsaniz, rekabet edeceginiz insanlarin çalisma kosullari ile sizinkiler kiyaslanmayacak kadar iyi. Ve onlarla bu kosullarda rekabet etmem mümkün degil. Kendime baska bir uzmanlik alani belirlemeliyim diye düsündüm ve bunu yaparken idealistçe bir tavirla sevdigim seyi yapmaktan yana tavir aldim. Tabiki kolay bir süreç olmadi benim için çünkü bu is hiç bilinmeyen ve ülkemizde hala daha az ilgi gören bir konu. Dolayisiyla zor bir süreç geçirecegimi o zaman da biliyordum. Ama birazcik inat ettim. Bu gün birisi vahsi kedi fotografi almak isterse benim arsivimde otuz bin kadar var. Dolayisiyla bu ciddi bir birikim. O birikime ulastiktan sonra ancak biraz daha rahat kosullara kavusabiliyorsunuz. Ama sunu da söyleyeyim alani mümkün oldugu kadar daraltmaktan yanayim ben. Ama ben bunu tam olarak yapamadim. Çünkü dünyadaki yedi büyük kedinin tüm davranislarini görüntülemeye bir insanin ömrü yetmez. Yine sonuna ulasamayacagim bir sey var aslinda. Ben de yapabildigimi yapacagim.
Fotografta tema mi önemli teknik mi?
Bir isi yapmanin o ise uygun dogru ekipmanlari seçme zorunlulugu var. Bunun eksikligi istediginiz temayi olusturmada size aksakliklar çikarir. Asla öncelikli olan ekipman ya da teknik degildir. Teknik bilgi sizin kafanizdakini hayata geçirebilmek için kullandiginiz bir araçtir. Bunlar demin de dedigim gibi kaliteli ekipmanlariniz olursa bunu daha kolay hayata geçirirsiniz. Tabi ki burada olan tematik yaklasimdir.Ben eskiden fotograf çekmek için seyahat eden biriydim. Ama simdi ben birazda orda olmak için fotograf çekiyorum. Fotograf çekmek ve seyahat etmek ayni noktaya geldi. Mesela Sibirya kaplani hiç görmedim. Çekemeyecegimi bilsem bile ben gidip tanismak istiyorum oralarla. Modern dünya ile vahsi dünya arasindaki farki nasil özetlersiniz? Insanin yasadigi kosullar ne olursa olsun, eger bir baska kosuldan habersiz ise yasadigi kosullari kabullenip, her yerde mutlu olabilir. Insanin oturdugu yerden fark edemeyecegi ve benim için de en önemli çikarim insan hayatinda en belirleyici sey iklimdir. Gidip gördügüm yerlerdeki birçok sey buna isaret ediyor.
Sizi en çok etkileyen cografya ve yasam hangisiydi? Neden?
Gittigim yerlerde ben isimden baska bir seyle ilgilenemiyorum. Afrika’ya gittigim zaman ben çok fazla insan görmüyorum. Sehirde hele de tek bir ülkede çalisacaksam bir ya da iki gece kalirim. Hemen ormana gidiyorum. Rehberim, iz sürücüm ve asistanimdan baska kimseyi göremiyorum. Bir turist bile benden çok sey görüyordur gittigi ülkede. Sehirde geçirecegim zamani yaptigim isle ilgili yayin ve makaleleri toparlamak için yayincilarda, kütüphanelerde vakit geçiriyorum.Eski zamanlari simdilerde fosillerle yasatmaya çalisiyoruz.
Dogal yasamin tahribati sonucu simdileri de gelecekte fotograf ve görüntülerle mi yasatacagiz. Ne dersiniz?
Bugün çocuklarimiza bazi canlilarin fotograflarini gösteriyoruz. Soylari tükendigi için. Son yüzyilda üç ya da dört tür kaplan türü tükendi. Bunlarin hepsinin tükendigi bir gün, fotograflarini birbirimize gösterdigimiz bir gün diye bir sey olamaz. Çünkü bu öyle bir zincir ki, bu bizim de yok olusumuzun garantisidir. Bu anlamda çok önemli dogayi ve hayvanlari korumak. Insanoglu basindan beri dogayla mücadele halinde olmus. Dogayi yenmek yerine onunla uyumlu olmayi hedeflemek gerekir. Doga yenebilecegimiz bir sey hiçbir zaman olmayacak. Sonra onun bize verdigi dersler altindan kalkamayacagimiz kadar agir oluyor. Dolayisiyla uyumlu olmayi ögrenme süreci denebilir buna. Her gün üç canli türü tükeniyor. Son iki yüzyilda altmis tür memeli tükendi. Önümüzdeki yüzyilda yeryüzünde varolmus memeli türlerinin yarisi yok olmus olacak. Dünyada bu tür hayvanlara ve dogaya destek veren birçok kurum var. Bizim ülkemizde ise henüz çok basinda isler. Benden sonraki neslin bu anlamda bizden daha iyi seyler görmeye aday oldugunu düsünüyorum. Ama tükeniste daha fazla olacak.
Bir obje ya da bir manzaraya baktiginizda hangi his sizi o ani görüntülemeye itiyor? Yani sizi deklansöre basmaya iten his nedir?
Ben bir hayvani fotograflarken hayvanin portresini çekmenin disinda, onun temel davranislarini görüntülemeye çalisiyorum. Hayvanlarda temel güdüler üç tane; avlanma, beslenme ve çiftlesme. Fakat bu temel davranislarda cografya ve iklime göre farkliliklar gösterebiliyor. Dolayisiyla bir hayvan Afrika’nin Savana ormaninda baska türlü avlaniyor, yine Afrika’nin çöl ortaminda baska türlü avlaniyor. Dolayisiyla yasadiklari cografyadaki tipik temel davranislarini görüntülemeye çalisiyorum.
Korkuyor musunuz vahsi dogada?
Tipik korku tanimi ilgili seyleri söyleyebiliriz. Karsimdaki hayvandan ilk baslarda korkuyordum. Ama artik ögrendikçe bir korkum kalmadi. Bir aslan yerde yatarken onun ayaga kalkacagini birkaç dakika önceden davranislarindan anlayabiliyorum. Kalktigi zaman avlanmaya mi, beslenmeye mi, baska bir aslanla iletisim kurmaya mi kalktigini önceden söyleyebiliyorum.b>Bu tür seyahatlerin maliyeti konusunda ne söylersiniz.Bu seyahatler çok pahali. Eger Afrika’ya gitmek istiyorsaniz. Bu is orada bir rant. Tamam oradaki hayvanlar çok degerli ama bizim ülkemizde de Akdeniz ve Ege sahil seridimizde çok degerli. Fakat bizde büyük oteller ve çok oda kapasitesini ön planda tutmusuz. Ama bu kapasitenin daha altinda ama Afrika’daki fiyatlara kalite yakalanabilse, bence ülkeye daha büyük gelir saglayici ve dogayi koruyucu olunabilirdi. Bu gün Afrika’da ortalama bir safari kampinin günlük maliyeti 600- 700 Dolar’in altina düsmez. Çünkü doganin içerisinde az sayida ev vardir. Bu gün arasaniz yer bulamazsiniz. Bu paralar zaten o doganin korunmasi için harcaniyor. 1900’lü yillarin basina kadar Afrika’da av turizmi satan beyaz adam daha sonra biz bu hayvanlarin dirisinden daha fazla para kazanacagini kesfetmis. Ve su anda onu yasatiyor. Eski orman arazisi olan araziler artik doga koruma arazileri haline gelmis. En ucuz safari yapilabilecek safari alanlari milli parklar. Afrika’nin Kruger Milli Parki çok ünlüdür. Milli parklarda hayvani yola olan mesafesinden görebilirsiniz. Crugar milli parki Israil’den büyüktür.
Önümüzdeki dönemlerde projeleriniz neler?
En son geçen yil çevre, saglik ve emniyet konseptiyle, ki bunlar benim sponsorlarimin da marka degerleriydi, BP, Emirates ve Nicon isbirligi ile Afrika’da bir proje gerçeklestirdik. Sponsorlarim bu çalismalari bu yilki basili evraklarinda kullaniyorlar. Bu çalisma benim daha önce yaptiklarimin üzerine yeni bir seyler koymakti. Ama benim asil amacim dünyadaki yedi büyük kediyi fotograflamak. Davranislarini mümkün oldugunca görüntülemek. Ben henüz dördünü görüntüledim. Asya’da kaplan, Afrika’da aslan, leopar ve çita. Henüz görüntülemedigim üç tür var. Bunlarin biri jaguar orta ve güney Amerika’da yasiyor, bir tanesi puma birçok ülkede var. Digeri de kar leopari, Nepal’de ve Sibirya’nin güneyinde yasiyor. Bu üç hayvani da görüntüledigim zaman. Bu üç hayvani da görüntüledigim zaman daha önce çektigim hayvanlarin da fotograflarinin bulunacagi yedi büyük kedi kitabi yapabilirsem. Yedi büyük kedi fotografi çekmis olan dünyadaki 20 kisi arasina girmis olacagim gibi, bu fotograflardan yapilmis ve tek kisiye ait kitaplar arasinda ilk 10’a girmis olacak. Çünkü yapilmis kitaplarin büyük çogunlugunda fotografçilarin fotograflari toplanarak yapilmis. Bu proje için sponsor arayisi içerisindeyim. Bu üç kedinin görüntülenmesi için sponsor olacak firmaya daha önce çekmis oldugum fotograflarin da yayin hakkini vererek Yedi Büyük Kedi kitabinin da telif hakkini vermis olacagim.
Yaptiginiz isi tam olarak nasil tanimliyorsunuz?
Vahsi yasam fotografçiligi.Bu alanda egitici kitaplar yazmayi düsünüyor musunuz?Ben o konulardan açikçasi uzak durmaya çalisiyorum. Çünkü birseyi iyi yapmak ile, ki iyi yaptigim tartisilabilir, onu ögretiyor olmakla arsinda fark var. Ama temel fotografçilik dersi almis insanlara vahsi yasam fotografçiligi ile ilgili temel bilgileri aktariyorum. Ama bunlari toplu olarak degil. Birebir veriyorum bu dersleri. Hatta su siralar bir sürü insan benim rehberligimde Afrika’ya gitmek istedi. Ama benim bir acentam ve rehber belgem olmadigi için varolan bir acenta ve rehber esliginde bir organizasyon yapma fikri gelisti. Yakin bir gelecekte bunu hayata geçirmeyi planliyoruz.
Yaptiginiz is sosyal ve aile hayatinizi nasil etkiledi?
Sosyal yasamimi elbette etkiliyor. Ama bu bir seçim elbette. Siz beni arayip her aksam evde bulabilirsiniz. Gece hayati denen seyin içerisinde hiç olmadim. Mecbur olmadikça evden çikmam. Evde internet basinda olurum. Otuzbin dialik bir arsive sahip olunca ve teknoloji sürekli gelisince benim bunlari dijital ortama aktarmak için sürekli bir tarama isiyle ugrasmam gerekiyor. Interneti çok önemsiyorum. Çünkü ben ilk sponsorlarimi hep internet araciligi ile buldum. Benim yüzümü bile görmediler. Projelerimi anlattim, basili islerimi gönderdim. Benim yüzümü bile görmeden bana destek olan firmalar oldu.Ben hayvanlardan dolayi hiçbir tehlike yasamadim ama bir sürü hastalik geçirdim. Üç kez öldürücü Afrika sitmasi malarya geçirdim. Yerel halk gibi hastalaninca tedavi yolunu seçmem gerekiyordu. Yine çok tehlikeli lejonella hastaligi geçirdim. Ama bu riskleri göze almaniz gerekiyor.Ailenizin yaptiginiz ise bakisi nasil?Benim kizim da hayvanlari çok seviyor. O da fotograf çekmeyi çok seviyor. Esim de Afrika’yi çok seviyor. Birkaç kez birlikte gittik. Geçtigimiz yaz BP için hazirladigimiz projeye baslamadan önce üçümüz birlikte gittik. Bir süre kaldilar orada. Birlikte iz sürdük, hayvanlari bulduk birlikte. Zaten dünyadan insanlar çocuklari ile birlikte geliyorlar. Zaten benim kizim birçok yetiskinden daha çok hayvan tanidigi için, birçok hayvan davranisini da biliyor. Bazen ben baska hayvanlarla ilgili seyleri ondan ögreniyorum.
Neden vahsi kediler?
Bu tamamen öznel bir sey. Hep derler ya kedi nankördür. Ben buna katilmiyorum. Kedi daha kisiliklidir. Bu yüzden insana fazla yakin degildir. Kendi kisiligini ve davranis biçimini herseyin önünde tutar. Bu yanlariyla beni etkiliyorlar. Bir de ben hayvan davranisi bilgimi giderek arttirmama ragmen hala daha beni sasirtan davranislari oluyor. Mesela bir leoparin nasil davranacagini kestirmek her zaman daha zordur bir aslana nazaran. Güçlü kisilikleri ve bunu ön planda tutuyor olmalari beni etkiliyor. Bir de zor ulasiliyor olmalari. Çekerken oyun oynar gibi bu isin yapilmasi. Orada ben onu ne kadar dogru hisseder ve algilarsam onu o kadar kolay bulur ve onun yaninda o kadar uzun süre kalirim. Dolayisiyla hayvanlari dogru hissetmeye yönelik bir çaba da gerektiriyor. Ve benim yaptigim isi yaparken, fotografçiligin teknik ve estetik bilgisinin birikimimin disinda, ondan çok daha fazla hayvan davranisi bilmek gerekiyor. Yoksa bulamazsiniz bulsaniz risk alirsiniz hem kendinizi hem hayvani riske atarsiniz. Yada buldugunuzda yaninda fazla kalamazsiniz. Kedi kendi bildigini yapar. Bunun tanimi bireysellik, sadik olmamak degil. Çalisma sürenizi etkileyen unsurlar?Bu iklime ve cografyaya çok bagli. Ne kadar profesyonel çekildigine bagli. Mesela bizim ülkemizde çekilen hayvan fotograflari Afrika’da çektiklerimden çok daha zor. Çünkü burada bu isle ilgili hizmet veren bir kurum yok. Bizde vahsi kedi yok. Bu cografyaya iliskin hayvan davranisi birikimine sahip kimse de olmadigi için daha zor çekiyorum. Gittim Bolu’da kurt ve tilki çektim. Ama Afrika’dan daha zordu. Çünkü Afrika’da eko turizmi madencilikten sonra en büyük gelir kaynagi. Dolayisiyla çok profesyonel bir hizmet var. Burada gidip bir ay kalip kurt görmeden dönme ihtimaliniz var.

Kainatın ortak dili...
Müzik kainatın ruhudur. Müzik sanatların en soyut olanıdır. Başka ruhlarla, başka alem ile konuşulabilecek lisandır. Müziğin yüceliği bu zaten. Bir yerde bir yenilik olacaksa önce müzikte başlar. Önce müzisyenler , o yeniliğin farkına varırlar. Dünyadaki bütün ihtilallerin, bütün devrimlerin ilk habercileri müzisyenlerdir. Diğer unsurlar müziğin açmış olduğu yoldan girerler. Dolayısıyla hem müziğin böyle bir aydınlık tarafı var hem de elle tutulup gözle göremediğimiz için de kitleleri yönlendiren bir etkiye sahip. O bakımdan müzik kainattaki tek ortak lisan. Müziğin içinde sözü kullanmayı sevmiyorum. Fakat bütün topluma malolmuş çok güzel sözlü eserler de var. Hem bizim dünyamızda hem de batı dünyasında çok ehemmiyetli şarkı bestekarları var. O şarkı bestekarları da mutlaka oturup sözsüz senfoniler bestelemişlerdir.
İlham kaynağınız...
Mekana göre çağa göre değişen ilham kaynakları var. Güzel olan, gökyüzü aynı gökyüzü olarak bakıp öyle değerlendirmek. Yani tek bir kubbenin altında yaşayan milyarlarca insandan biri olmanın onurlu halini yaşamak. Dolayısıyla İstanbul’da yaptığımız bir çalışmayı alıp Viyana’daki bir yerde devam ettirmek ya da Venedik’te başladığım bir çalışmayı alıp Viyana’da devam etmek sonra gelip İstanbul’da tekrar sürdürmek bir sanatkârın onurudur. Çünkü her şehrin her ülkenin her kitlenin değişik ilham kaynakları vardır. Biz o ilham kaynaklarını kendi bakış açımızla alıp yoğururuz. Tabi burada noktası konulmuş bitmiş eserlerimin Avrupa’da dinlenilir olması ya da tüm dünyada dinlenir olması benim için mutluluktur. Senfoni Türk burada bitti. Avrupa baskısı çıktı. Son yüzyıldır burada noktayı koyduğum bir eser Avrupa’ya ihraç edilmiş durumda.
Müzikte sınırları aşmak...
İstanbul’dan Türkiye’den müzik ihraç etmek enstürimantal müzik ihraç etmek çok önemlidir. Bu durum İstanbul’un çok yadırgayacağı bir şey değil aslında. Çünkü zamanın bestekarlarından Hacı Arif Bey’e İtalya’ya gitmesi için çok ısrar edilmiştir. Sen çağımızın en büyük şarkı bestekarısın opera bestele denmiştir. Hacı Arif Bey kabul etmemiş, İstanbul’da kalmayı tercih etmiştir. Dolayısıyla burada yazılan şeylerin Orta Doğu ya da Avrupa’da dinlenmesi aslında İstanbul’un çok alışık olduğu bir durum. İşte ben de o akımların devamlarından biri-yim.
Çok üzülerek söylüyorum 19. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan bestekarlar da bizim bestecilerimizle aynı kaderi paylaşmışlardır. Onlarda insanlığı insan yapan değerleri unutmuşlar. Ama 19. y.y’dan evvel Mozart, Haydn, Beethoven’ın eserlerinde çok ciddi bir şekilde Osmanlı motifleri görürsünüz. Mozart tam bir Türk dostu ve Türk hayranıdır. Çünkü Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemdir. Avrupa’daki hanım efendiler İstanbul modası giyerler. Ne kadar da güzel rengerenk ne kadar asil giymektedirler onları. Mozart tüm bunlardan esinlemiştir. Eserlerinde çok sık derecede bizden motifler kullanmıştır. Hatta saraydan kız kaçırma operasını bestelemiştir. İlk Almanca operadır. Türkçe yazamadığı için çok üzülmüştür. Mozart’ın Türk Marşı, Haydn’ın "Askeri Senfoni"sinde mehterin bir çok enstrümanı kullanılmıştır. Avrupalı bestekârlar son derece başka kültüre meraklılardı ve ehemmiyet gösteriyorlardı ama özellikle 18. yy’ın sonundan itibaren bizde bir geri çekilme oldu. Zaten o dönemden itibaren çok büyük bestekârlar çıkmamıştır.
İstanbul...
Bende üç şehrin çok ehemmiyetli yeri var. Viyana, Venedik ve İstanbul. İstanbul dünyanın baş şehridir. Hatta İstanbul’un havaalanı giriş çıkışlarına dünya başşehrine hoş geldiniz yazsalar. Çünkü bu İstanbul’un hakkıdır. Bazı şehirler vardır bunları kaldırsanız insanlık tarihi açısından çok fazla değişen bir şey olmaz. Ama bazı şehirler insanlık tarihinde çok ehemmiyetli yerlere sahiptirler ve onları yok farzettiğimiz zaman dünya tarihinin akışı değişir. Mesela İstanbul, Roma, Moskova, Prag, Viyana, Venedik, Kudüs.... Bu şehirlerin tam merkezinde İstanbul var. Derler ki bütün yollar Roma ya çıkar. O Roma halbuki Ayasofya’da Yerebatan Sarnıcının önündeki büyük sütunun tam ötesinde Zeus heykelinin olduğu yerdir. Çünkü orası Doğu Roma. Dolayısıyla o bir milyon kişilik hipodroma çıkar bütün yollar. Birçok şeyin harmanlandığı bir şehirde yaşıyoruz.. Dolayısıyla bu şehirde yaşanan insanlardan bir olarak yaşamak ayrı bir onur. Farklı kültürlerde insanların yaşadığı bir İstanbul hakikaten dünyanın başşehridir. Ermenilerin, Levantenlerin , Rumların yaşamış olduğu İstanbul hakikaten dünya başşehridir. Buna ehemmiyet göstermek gereklidir. Çünkü İstanbul’un çeşitli yüzleri vardır. Dünyaya taşımış olduğu bu yüzlerin önemlilerinden biri Pera ruhudur
Ortadoğulu olmak
Ortadoğu kültüründe yakın bulduğum şey Orta Doğu’nun tüm medeniyetlerin kaynağı olması. Tüm dinlerin, tüm inanç felsefelerinin, ilk yazının kullanılması ve eski Mısır’dan gelen hala bugün kullanmakta olduğumuz bir çok geleneğin kaynağı olması. Avrupa’nın Kopenhag kriterleri aslında daha evvel Ortadoğu’da uygulanır olması çok önemli. Alkışlamak, yıkanmak gibi alışkanlıklar Ortadoğu kültüründen gelen alışkanlıklar. Müzik ile ruh hastalarını tedavi etme gibi bugün medeniyetimizin temelini oluşturan birçok alışkanlığın kaynağı Ortadoğu’dan geliyor. Bunu bir oryantal kültürü olarak adlandırmak doğru değil. Bu bir dünya kültürü haline gelmiştir. Hz. İsa, Hz. Musa Orta doğulu’dur.
New Age...
Böyle bir yenilik gereksinim. Çünkü prestij müzik yaşamış olduğu dönemlerdeki kültürünü bitirmiştir. Kültürler ve insanlığın gidişi değişmiştir. Beethoven’ı insanlar mutlaka bilmelidirler. Ama Beethoven gibi olmanın gereği yoktur. Klasik müzik devrini tamamlamıştır. Müziğin yeni akımlara gebe olması gereken bir zamanda new age çıkmıştır zaten. İnsanlığın aya gidişinden itibaren ortaya çıkan genç klasik bir akımdır. İnsanlığın geleceğinin kainatta olduğunu ifade eder. Yani insan ruhuyla kainat arasındaki dengeyi kurma çabalarından dolayı ortaya çıkmıştır. Çok kısa süre içinde bu akım da yeni akımlar doğacaktır. Bu yüzden 21 yüzyıl’da New Age çok ehemmiyetli bir hayat tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü insanı devlerle cüceler dünyasının tam ortasında görür. Kainatla atom altı dünyası arasında, insanın tam merkezde olduğuna inanır new age.
Notalar....
Notalar bu işin alfabesi. Her birinin birer sembolü var. Notalar bir sembol dili aynı zamanda. Bir de tabii her bir notanın oluşturmuş olduğu ses frekansının da dayandığı çok temel noktalar var. Mesela "fa"doğanın sesi. Beethoven diğer adı doğa senfonisi olan pastoral senfonisini bestelemiş ve fa majör demiştir. Bugün ilim doğanın ortak sesinin "fa"olduğunu bulmuştur. Beethoven duymayan kulaklarıyla doğanın senfonisinin "fa" olduğunu duymuş.
Sanatçı sorumluluğu...
Toplumda bazı şeyleri paylaşmak önemlidir. Ama gerçek sanatkarın misyonculuk hali yoktur. Bu sanat derki, insanlar olmasa da sanatçı onu yazar. Dolayısıyla güncel beğenilmeler güncel şeyler sanatkarı çok ilgilendirmez. Sanatkar popüler olmayı değil, efsane olmayı tercih eder. Sanatkar güncel olmayı arzuladığı zaman orada sanat biter popülerizm başlar. Sanatkar zamandan ya bir adım evvel yaşar ya da bir ilerde yaşar. Zamanla gitmeye başlarsa popüler olur. Sanatkar bir mesaj bırakır o mesaj bir gün gider sahibini bulur.
Senfoni Türk...
Senfoni Türk benim yıllardan beri yapmak istediğim bir çalışmaydı. Sekiz aylık bir çalışmadır. Bir buçuk ay kayıtları sürdü. Senfoni Türk en iyilerin biraraya geldiği çalışmadır. Herkes gönlünden bir şeyler koydu. Hoş bir şey çıktı ortaya. 150 tane en iyi bir araya geldi. İşin çekirdek kadrosundan yayılan bir sevgi enerjisi olunca güzel şeyler çıkıyor ortaya. Mesela senfoni Türk yazılırken kayıtlara geçmeden evvel vermiş olduğu beyanatları dinleyen başka sanatçılar bizde olmak isteriz dediler. En eski ve en geçerli lisanlardan birini kullanıyorum. Kainatın varoluşundan beri var olan bir lisanı kullanıyorum. Bahtiyarım...
Gelecek ve ölüm...
Bu gün ben ölsem benim on albümüm çıkar. Sanatkar için ölüm yoktur. Ölüm bir kapıdır. Açar ve başka aleme geçersiniz. Ölüm aslında başlangıcın sonudur, sonun başlangıcıdır. Sanatkar öldükten sonrada sanatkardır.Barış Manço’nun çok güzel bir sözü var "sanatkar öldüğü zaman değil adı anılmadığı zaman ölür". Mimar Sinan bu gün hala yaşamakta. Sanatkarın böyle bir kaygısı yoktur. Tuluyhan Uğurlu öldüğü zaman çok iyi aranjörler - ki benim yakın arkadaşlarım var- bilgisayarımı açarlar benim bütün yazılı tarzımı bilirler ve sanatsal üretimimi devam ettirmiş olurlar. Geçmişte çok fazla takılı kalmamak gerekiyor.Tarihteki var olan güzellikleri bu güne uyarlayıp yarına bırakmak en güzelidir.

Kent Soylu Bir Sanatçı
Türkiye’nin en büyük kuruluşlarından biri olan Eczacıbaşı ailesinin öncü isimlerinden birisisiniz? Ama kamuoyu sizi daha çok kültürel etkinliğiniz ve bir fotoğraf sanatçısı olmanız münasebetiyle tanıyor. Sizi iş yaşamından alıp, kültür ve sanata yönlendiren hissinizi bizimle paylaşır mısınız?
Ben iş yaşamındayken sanata yönelmiş değilim. Daha iş yaşamına girmeden, 1950 ‘lerin başlarında o dönemin en önde gelen gazetelerinden Vatan’da sanat editörlüğünü yapıyor, Tunç Yalman’la birlikte ‘Sanat Yaprağı’nı çıkarıyordum. Sanayi alanında çalışmayı düşünmüyordum bile.Gerçekte daha çocukluk yıllarımda sanat konularına büyük ilgi duymaya başlamıştım. İlkokulun henüz başlarındayken, İzmir’deki evimizin bahçesinde her yaz arkadaşlarla resim sergileri açardık.
Fotoğraf sanatının en özel ve en sizi etkileyen yanı nedir?
Bir fotoğraf makinesiyle istediğiniz her görüntüyü, kendi duygularınızı katarak saptayabiliyorsunuz. İşte fotoğraf sanatının beni en çok çeken yanı budur. Sanatsal anlatımı, resimya da heykel yoluyla yapmayı seçseydim, bir yandan çalışma yaşamında yöneticiliği, öte yandan da sanatı birarada sürdüremezdim.
Bir fotoğraf ustası olarak objektifinizden görünen İstanbul’u bize anlatır mısınız?
İstanbul bir tutkudur benim için… İstanbul yalnızca bir kent değil, başlıbaşına bir iklim, bir alem, bir dünyadır. Lamartine, "O kentte, tarih ile insan, doğa ile sanat, insan gözünün yeryüzünde görebileceği en büyüleyici görünümü, hep birlikte yaratmıştır’ demiş İstanbul için.
Yılın her mevsiminde, günün her saatinde değişen ışıklarla başka renklere, değişik görüntülere bürünür Boğaz, Haliç kıyıları, Marmara ve Karadeniz. Renk renk balıkçı kayıkları, ada vapurlar, Üsküdar motorlar, tepelerde köşkler, herbiri adıyla anılan, bir öyküyü anımsatan yalılar… Saraylar, kasırlar ve İstanbul’u hala savunur gibi duran surlar, hisarlar… Görkemli bir geçmişi simgeleyen anıtlar… Sinan’lar, sesssiz sokaklar, kuytu çıkmazlar , insan dolu meyhanaler, değişen, hep değişen caddeler.. Tadına doyum olmaz çarşılar, pazarlar, Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı, Balıkpazarı… İşte ben, bütün bunları görüyorum objektiften İstanbul ‘a bakınca…
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kuruluş amacı ne idi? 1973 yılından beri yapılan faaliyetlerle bu amaca hangi düzeyde ulaşıldı?
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın amacı, festivaller düzenleyerek bir yandan dünya sanatının, seçkin örneklerini İstanbul’a taşırken bir yandan da Türkiye’deki zengin kültür ve sanat birikiminin ve Türk sanatçılarının uluslararası alanda tanınmasını sağlamak… Bunları yaparken, İstanbul’un bir dünya kültür başkenti konumuna gelmesi için katkıda bulunuyor İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı.
Vakfınız tarafından organize edilen Film, Tiyatro Müzik, Caz festival ve etkinlikleri ve İstanbul Bieanali ile yuriçi ve yurtdışında ne ölçüde etki alanı oluşturdunuz? Bu etkinlikler İstanbullular tarafından nasıl karşılanıyor? Katılım ve etkinlik sonuçları sizi hedefinize ulaştırıyor mu?
Her yıl, iki bin dolayında sanatçı katılıyor festivale… İzleyici sayısı ise üç yüz bin dolayında. Müzik festivali, başarılı çalışmalarından ötürü Unesco Büyük Ödülü’nü kazanmıştı 1992’de. Her yıl üç yüz dolayında film, iki bin dolayında caz festivali yapılıyor dünyada… Bizim festivallerimiz, film caz ya da tiyatroda en ön sıralarda yer alıyor. Bienal ise yüzyıllık Venedik Bienali’nden sonraki en önemli Bienal sayılıyor.
İstanbul’un kültür ve sanat varlığının bugününü ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul’ da gerçekleştirilen kültür ve sanat etkinlikleri her geçen gün artıyor. Gelecekte daha da artacağına inanıyorum. Günün birinde, bu, iki kıtayı birleştiren , geçmişi yaklaşık üç bin yıl öncesine giden, iki imparatorluğun başkenti iki dinin başlıca odağı, sayısız toplulukların, türlü inançların yerleşim alanı İstanbul, günün birinde bir dünya kültür başkenti’ sayılacak hiç kuşkusuz.
4 Ekim-30 Kasım tarihlerinde ‘Kapılar Ve Pencereler’ serginiz vardı. Neden kapılar ve pencereler?
Kapılar, pencereler estetik açıdan yapıların, özellikle evlerin en etkileyici öğeleri oldukları gibi onların ardında yaşayan insanların kimliklerini, yaşam biçimlerini, gizemlerini yansıtır. Her kapı ya da pencere farklı bir buluş, bir öykü, bir coşkudur benim için…
İçimdeki birikimler, duyarlılıklar, çoşkular ya da hüzünler görülür o fotoğraflarda… Şöyle diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca;
Kapılar açılır ardına kadar
Kuşlar uçar anılar içinden
Bir süre ön ce ‘Gülen Düşünceler’ adıyla Bernard Shaw üzerine bir çalışmanız yayımlanmııştı. Şimdi de ‘Oscar Wilde’ın ; Tutkular, Acılar Gülümseyen Düşünceler’i çıktı. Neden bu iki yazar?
Önemli İngiliz yazarlarını Türkiye‘ye tanıtmat gibi bir amacım yok elbet. Ama Shaw ve Wilde’nin çok özel bir anlamı var benim için. İkisi de İngiliz Yönetimine Ondokuzuncu yüzyılın ‘Victoria Ahlakı’na başkaldırırken, her türlü gelenekselliğe, tutuculuğa, bağnazlığa, hoşgörüsüzlüğe karşı çıkmışlardı. İkisi de yapıtlarında da, konuşmalarında da , düşüncelerini, eleştirilerini yaparken insanları gülümsetmeyi de bilmişlerdi. Böylece alışılmış, basmakalıp inançlara karşı yepyeni görüşlerin kapılarını aralamışlardı. Sanıyorum, bugün yaşadığımız siyasal ve toplumsal sorunlar karşısında Türkiye, Shaw ve Wilde ‘nin düşüncelerinden çok yararlanabilir.

Duygusal ve düşünsel birikiminizin kaynağı nedir?
Bunun cevabının o kişi tarafından bilinebileceğinden emin değilim. Bunlar insanın bilinçaltına varan şeyler. Belki küçüklüğümde belli dönemlerde çok yalnız yetişmiş, çok fazla kendime dönük, kendi zaaflarımın, iyi ve kötü yanlarımın bilincinde olmam bence birtakım açılımları uzun vade de yakalamam sağladı. Bunun dışında çok okuduğumu söyleyebilirim. Düşündüğümde çok fazla kesintilerle örülü bir geçmişim var. Sürekli ortam ve kültür değiştirirken bütün o kopuşlar boyunca benimle birlikte gelen ve hayatımda sürekli olan şey yazıydı. Yazı da yazdıkça gelişen bir şey. Açıkçası ne somut bir kanıt, ne somut bir başlangıç söyleyebilirim. Daha soyut ve daha karmaşık olduğunu düşünüyorum. Bir sürü şey söyleyebilirim ama gerçek sebepleri belki ben bile bilmiyorum.
Duygu ve düşüncelerinizin seyrini etkileyen kavramlar neler?Sevgi benim için çok önemli. Sevgi yazı ile yakından ilgili. Sevgi benim yönümü; akıl, bilinç, düşünce de o yöne nasıl gitmem gerektiğini belirliyor. Günlük hayatta da sezgileriyle yaşayan bir insanım. Sezginin temelinde görmek var. Özellikle Bit Palas’tan sonra insanlar, gözlem gücümün çok yüksek olduğunu söyledi. Belki doğruluk payı var. Ama benim gözlemden anladığım hafiyevari bir ayrıntı toplayıcılık değil. Gözümüz kendi içimize dönük de olabilir. Kendi zaaflarımızın, takıntılarımızın, komplekslerimizin farkında olmamız da iyi bir gözlemci yapar bizi. Bu anlamda belki iyi bir gözlemciyim.
Çember kavramına olan kişisel yaklaşımınız nedir?
Çember benim için çok önemli bir metafor. Metafordan da öte bir şey. Muhtemelen tasavvufa duyduğum sevgi ile de beslenen bir yeri var benim ruhumda. Zamanı çok farklı şekillerde algılayabilirsiniz. Çok daha çizgisel bir zaman anlayışına sahip olan ve Tanrı’yı daha çok celal yüzü ile algılayan, bunun üzerine inşa eden insanlarla, daha döngüsel bir zaman anlayışına sahip olan dervişlerin dünya görüşleri çok çok farklı yerlere uzanıyor. Bu ikinci zamanı her zaman sevdim, kendime yakın buldum. Okumaktan, düşünmekten, hisetmekten keyif aldım. Benim için çember ucu çok derinlere varan belki çoçukluğuma kadar uzanan metafor. Bir dönem babaanne tarafında kaldım, bir dönem anneanne tarafında kaldım. Bir tarafta korku üzerine temellendirilmiş bir İslam anlayışı, diğer tarafta aşk üzerine temellendirilmiş İslam anlayışı. Muhtemelen bunların izleri kaldı bende. Hem teorik olarak hem de birebir kendi hayatımdan izler taşıdığını düşünerek, çemberin benim için çok önemli olduğunu söyleyebilirim.
Çembere giriş yaptığınız noktada oluşan boşluğun yaşamınızdaki yeri nedir? O boşluk kapanabilir mi?
O boşluk belki hep kalacak. Belki de yazmaya iten şey o boşluğu kapatmaya çalışmak. Aslında yazdıklarımla o boşluğun kapanmadığını görüyorum. Boşluğun kendisi motivasyon olabiliyor. Ayrıntılar hep dikkatimi çeker. Mesela geveze bir insanın sustuğu, ya da çok korkak bir insanın cesaretlendiği an. Sapmalar niye oluşur. Boşluklarda insan neye dönüşür. Kendi içimizde de farklı kişilikler taşıyoruz ve ben o boşluğu kapatmaya çalışmıyorum.
Yatay ve dikey düzleminde yalan ve hakikati nasıl somutlaştırırsınız?
Dikey ve yatay benim içih önemli semboller. Aslında ben dikeylikle bir apartman inşa ettim. Farklı mekanlardaki insanlara baktığımda insanların kılıfının çok net olduğunu görüyorum.
İnsanların bu kadar hedefe odaklanmaları, bu kadar net geleceklerini planlamış olmaları bana iyi birşeymiş gibi gelmiyor. Ben daha kafası karışık, ne yaptığını o kadar da bilmeyen, inişi çıkışı, yarası beresi bol olan insanları daha çok seviyorum. Dikeylik öyle bir metefor benim için. Apartmanın dikeyliği de aynı sembol doğrultusunda kullandığım birşeydi. Çember öyle değil. Çember benim için bir özgürlük. Çünkü saçma gerçekle yalanın harmanlandığı bir şey. Çemberde bunu tayin edemezsiniz. Böyle bir şeyin anlamı da yoktur artık. Birazda saçmalığı, irrasyonel akıldışı olana övgü aynı zamanda Bit Palas.
Aşkın evrensel kimliği?
Batı büyük bir genelleme, belki doğu daha büyük bir genelleme. Ben daha mikro düşünce sistemlerini seviyorum. Benim için önemli iki şey aşk ve tutku, onlardan daha az önemli olan sevgi ve güven. Sevgi ve güven üzerine düzeninizi kurarsınız yani düzeniniz oradadır. Orada yaşamaya devam edersiniz. Benim hayatımda yönlendirici olan kelimeler bunlar değil. Ben aşık olmadığım yerde durmak istemiyorum. Tutkunun kalmadığı yerde, o düzenle galiba yetinemiyorum. Hayat ve insalarla ilişkim tutku ve aşk odaklı.
Görünen ile görünmeyen ayırımında "mış gibi " yaşamaya bakışınız nedir?
Benim için çok önemli bir ayırım görünenle görünmeyen. Zahiri – batıni çok önem verdiğim ayırım. Romanların isimlerine baktığınız zaman bile bunu farkedebilirsiniz. Görünen çok şey söyler. Kendim, başkaları, hayat ve kitapla ilişkim de de görünmeyen beni çeker. Bu yüzden de romanlarımda belki beni yönlendiren, o bilinmeyeni bulma çabası. Görünenin değil de görünmeyenin peşinden gitmek.
Türk modernleşmesinin kadın prototipleri ve marjinaliteye tahammül sınırına ne kadar yakınlık ya da uzaklıkta görüyorsunuz kendinizi?
Türk modernleşmesini cumhuriyet döneminden itibaren bugüne kadar getirdiğimizde, Türk toplumunun övdüğü ve sövdüğü kadın modelleri olduğunu düşünüyorum. Kimlere hangi dönem kötü gözle bakılmışsa, ne
sebeple bakılmış. Ana yoldan sapan, marjinal görülen, biraz daha kenarlara itilen kadın tiplemelerine bakıyorum. Bunun çok çeşitli sebepleri olabilir.
Kimliğin sabit verili bir şey olmadığına inanıyorum. Ama toplumumuz insanları çok sabitleyerek ele alıyor. Oysa kamusal alanda marjinal zannettiğimiz bir kadın, kocasıyla ilişkisinde kuzu gibi olabilir. Bu yüzden kimlik çok değişken. O değişkenliği kaybetmeden birçok açıdan marjinal bir insan olduğunu düşünüyorum. Ama şüphesiz marjinal olmadığım ilişkiler ağı da var.
Farklı olma ile marjinalliği tanımlar mısınız?
Ben marjinalliği sadece farklılık olarak anlamıyorum. Marjinallik daha egemen bir kültürü ve söylemi parçalayan veya onunla çok fazla uyuşmayan bir duruşu getirir. Marjinal olan herşey farklıdır. Ama her farklı marjinal değildir bence. Alt kültürlere çok önem veriyorum. Yaşadığımız birçok şey ataerkillik, kapitalizmin getirdiği insan, zaman, emek anlayışına, baktığınız zaman dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de eleştirilecek boyutları var. Ama en önemli fark batı kültürüne baktığımızda eleştiriler karşısında muhalif bir alt kültür görürüz. Tarihsel anlamda da bugün itibari ile de sapmalar, kenarda kalan insanlar, kıyılara itilen kimlikler ilgimi çeken konular. Romanlarımda ki insanlar genelde bu özelliklere sahip insanlar.
Romanlarınızda giriş ya da önsöz yazılarının olmayışının sebebi nedir? Bunun çember kavramıyla ilişkisi var mı?
Alışılmış roman teknikleriyle yazmıyorum ben. Önceden bir kurgu yapıp sonradan kağıda aktarmıyorum. Birçok noktada - Mahremde de bunu hissettim - nereye gittiğimi bilmeden yazıyorum. Bu bazen bana vecd hali gibi geliyor. Başka türlü bir bilinçaltı akışı var burada. Bu yüzdende klasik bir roman kurgusu ile karşılaşmıyorsunuz. Bence önemli olan akış. Dil ve kurgu aktıkça akan bir şey. Onun içine girip giremediğiniz önemli. Hiçkimsenin işinden muhaf olduğunu düşünmüyorum. Ben bunu yazıyorum da kim ne derse desin diyemezsiniz. Sonuçlarından etkilenirsiniz. Ama sonucu önceleyerek yazmaya başlarsanız o zaman samimiyetsizlik başlar.
Roman yazarının mahremiyet sınırları nedir?
Romanda birebir kişilerin istemediği ayrıntıların anlatılması hoşuma gitmiyor. Hayal ile hakikat arasında müthiş geçişlilikler var. Mahrem romanımda orada geçen bir çocukluk bölümü kendi çocukluğumdan küçük küçük semboller taşıyor. Samimiyeti çok önemsiyorum. Samimiyet varsa yazının çok da engel taşımadığını düşünüyorum. Yazının kendisinden ziyade başka şeyleri hesaplayarak insanları üzen hikayeleri anlatıyorsanız, bu okurun hemen hissedebileceği bir şey.
Romanlarınızda kullandığınız dil üzerinde odaklaşan yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence dili şiirde çok, hikayede biraz önemsiyoruz. Romanda ise önemsemiyoruz. Bence ne anlattığımız kadar nasıl anlattığımız da önemli. Bazen nasıl anlattığımız ne anlattığımızı, bazen de ne anlattığımız nasıl anlattığımızı etkiler. Pinhan daha çok öykü diline sahip. Çünkü orada bir dervişin hikayesini anlattım. Bu konu kendi dilini getirdi beraberinde. Ama Bit Palas’ta başka bir dil kullandım, Mahrem’de farklı bir dil. Sabit bir dil seçip kireçlenmiş bir şekilde ona yapışmak bence hikayeyi kendi sessizliğine mahkum ediyor. Ben çoğulculuktan yanayım. Benim hayata bakış açım da böyle. Bu sadece dil ile ilgili değil, geçmişten, kültürden ne anladığınızla da ilgili bir tartışma. Bit Palas’ı yazarken İstanbul’da çok dolaştım. Çöp resimlerini topladım. Sokaklarda yazılmış bir kelimenin açıp sözlükte anlamına baktım. Dil ile ilgili tartışmalar küçük noktalarda düğümleniyor.
Anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?
Tavrımın çok fazla anlaşılmadığını düşünüyorum. Çünkü ben kafası karışık bir insanım. Türkiye’de kategoriler çok net. Herkes kendi yerini emin bir şekilde bulmuş durumda. Romanlarda kullandığım dil birçok insanın kafasını karıştırıyor. Pinhan’dan sonra her kesimden birçok insanın şaşırdığını gördüm. Kafalarda sürekli şablonlar var. Ayıklama üzerine kurulu bir dil, kültür ve geçmiş anlayışımız olduğunu düşünüyorum. Kimlikler ve kullandığımız dil çok kireçlenmiş. Çok hızlı bir modernleşmeden geçtik. Çok mekanik bir batılılaşma yaşadık. Ama buna karşı muhafazakar bir tepki birikti. Çok farklı gibi görünmekle birlikte birbirinden çok farklı değil. Çünkü her ikisi de ayıklamacı bir dil ve tarih anlayışına sahip. Bizde gelenek bağnazlıkla özdeşleştirilir. Bir önceki kuşaktan bir sonraki kuşağa kültür devretmiyor, bilgi akmıyor. Bugün itibariyle farklı farklı cemaatler olarak yaşıyoruz. Ben bunların deşilmesinden yanayım. Bu yüzden de birçok insanın yadırgadığını düşünüyorum. Ben daha eleştirel ama kendi köklerinin daha farkında olan üçüncü bir yol bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşımımda bir dönem Türkiye’ye dışardan bakmış olmamın etkisinin olduğunu düşünüyorum.

İstanbul’da İlk Yerleşmeler
Üzerinde yaşadığımız, nüfusu oniki milyon sınırını aşmış bir metropol olan İstanbul’a ilk kimler ayak bastı? Nerelerde yaşadılar ve ilk yerleşimcilerden bugünlere neler kaldı? Dahası tarihin tprağın altına gömdüğü istanbul’un sınırları nerede başlayıp nerede bitiyor?
Konuyla ilgili olarak İstanbul’da yoğun araştırmaları olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Aslı Özdoğan’la konuştuk.
İstanbul’un arkeolojik olarak yerleşim sınırlarını çizer misinis?
İstanbul sınırlarını nereye kadar aldığımıza bağlı… Bugünkü sınırları il sınırları yaparsak ki bu, bir uçtan Tekirdağ’a bir uçtan da İzmit’e bağlanıyor. Bunun içinde sayısız ölçüde belde belediyeleri, köyler, ilçeler var. Tabi, eski İstanbul dediğimizde anladığımız anlamda merkezi, sur içini ve Haliç’in üst kesimlerini kastediyoruz. Ondan sonra karşı tarafta 19.yy.’da gelişen Boğaz, Üsküdar ve onların bağlı olduğu Şile gibi metropoller. Ama şile gibi metropoller ll. Abdülhamit zamanında Kastamonu sancağına bağlı idiler.
İstanbul’a bağlanması çok yeni. Batıda ise biraz daha geniş tabi, Çatalca ve Silivri gibi… 1955’lere kadar İstanbul bu sınırlarını koruyor. Ondan sonra aşırı göçlerle bu iş çığırından çıkıyor. Bu bağlamda bugünkü İstanbul İli sınırlarını kabul edersek ildeki en eski yerleşmelerden bir tanesi Yarımburgaz Mağarası. Küçükçekmece İlçesine bağlı Altınşehir denilen yerde oluşmuş bir mağaradır.
Bu paleolitik kalkolitik dönemlere kadar gidiyor… en kapsamlı kazı 1986’da Prehistorya Anabilim Dalı ile İstanbul Arkeoloji Müzesi ortaklığında yapıldı. Bizim bölüm yaptı. Üstteki 4.5. bölüm tabakaları kalktı. Ondan sonraki 1988-90 da yine bizim anabilim dalı ve California Üniversitesi ortak çalışması tarafından yapıldı. İstanbul’un Ekolojik açıdan çevresinin değişkenliğinin de izlenebildiği bir mağara. Tabi, bu şu açıdan da önemli: İnsanlar Afrika’da iklimin değişmesiyle beraber yukarıya doğru gelmeye başlıyorlar. Bunlardan bir tanesi Akdeniz’den yukarıya doğru çıkma. Daha sonra o dönemlerde adalardan atlayarak bir takım çıkmalar söz konusu paleolitik dönemde. İstanbul boğazı onun için kolaylıkla yürüye yürüye batıya geçme olanakları var. Özetlersek Yarımburgaz Mağarası’ndı bir alt paleolitik dönemde oturuluyor. Sonra kalkolitik dönemde oturuluyor. Daha sonra Bizanslılar burayı bir kilise haline dönüştürüyorlar. Sonra bizimkiler de alt üst ediyorlar, Cumhuriyet sonrası. O da söyle oluyor. Film seti haline geliyor, kaçak kazılar yapılıyor falan… ve böylece mağaranın altı üstüne gelmiş oluyor. Ayrıca mağaranın çevresinde kaçak yapılaşma sürüyor. Biraz daha yakın döneme gelirsek Karadeniz kıyısında Ağaçlı, Gümüşdere; ondan sonra karşı tarafta Kadıköy yakasında Riva, Şile son neolotik döneme ait Fikirtepe, Pendik yerleşmeleri var. Ondan sonra kalkutik dönemlere ait şeylerde 1926’da hemen cumhuriyetten sonra özellikle Topkapı Sarayı ve çevresinde kapsamlı kazılar yapılıyor. Bu kazılarda bu dönemlere ait iki kap bulunuyor (kalkolitik döneme ait) fakat bunlar insitu değil (özgün konumda değil) yani başka bir yerden taşınmış. Ama en azından sur içinden bu döneme ait bir şeyi sunuyor. Ondan sonraki dönemlere hellenistik Romalılar, Bizantionlar, olarak gidiyor.
İstanbul’da yapılan kazıların kapsamı ve sonuçları nedir?
İstanbul’un talihsizliği kapsamlı kazıların çok az olması. Sur içinde en kapsamlı yapılan kazı Hipodrum çevresinde yapılan kazı, Kalenderhane’nin önündeki restorasyon çevresinde yapılmış bir kazı. Bir de kapsamlı denecek Aya İrini’nin restorasyonu ve arkeoloji müzesinin ek binasının yapımı sırasında yapılan kazılar var. Bir de Esnaf Hastahanesi yapılırken bir takım kazılar yapılmış. Onun dışındakiler daha çok hep temelaltı kazıları şeklinde.
Yaptığınız araştırmalarda bugün bilinen tarihle bağdaşan ya da aykırı düşün birşeyler var mı?
Bu zor bir soru. Son yıllardan yapılan kazılarda surlar Sultan Ahmet Camisi orasında birtakım paralel sokaklar vardır. Cankurtaran değil, amiral tafdil sokakta yine bir temelaltı kazısı yapıldı. Hellenistik döneme ait bulgular çıktı. Ki o kadar derinde böyle bir şey çıkacağını beklemiyorlardı. Normalde surun arkasındaki tabakanın daha ince olması beklenildiği için kazı alanı çok dar bir alandı. Ana toprağa kadar inilemedi. Çıkan dolguların hepsi şu an incelemede. Ayrıca şu sırada Sultan Ahmet Cezaevi’nin oradaki kazılar da devam ediyor. Onlar da basına fazla yansımadığı için kaç metre indiler, dolgular hangi döneme aitti doğrusunu isterseniz bilmiyorum.
Metro kazısı yapılırken orada arkeolojik bulgular ortaya çıktı mı?
Aksaray’da eski bir hamamın kalıntıları, onun altında da Bizans’a ait bir takım ana kalıntılar çıktı. Hamam galiba geç Osmanlı. Bunun altında Bizans da var.
Orada toprağa kadar inmişler. Vatan Caddesi eski bir dere yatağı, şu anki Aksaray da, kısmen bir dere yatağıdır. Süleymaniye’nin altında ne olduğu ise bilinmiyor.
Şu anda yer altında bir İstanbul var diyebilirmiyiz? Yer altındaki İstanbul’un sınırlarını çizebilirmisiniz?
Yeraltındaki İstanbul’un sınırlarını çimemem. Çünkü, dediğim gibi bilinmeyen şey bilinenden çok daha fazla olduğu için. Tarihi kaynaklardan, tarihi haritalardan en azından Bizans’a ve Roma’ya ait değişik evrelerde surları olduğu için sokakların ve meydanların, anıtsal yapıların bazılarının ve tapınaklarının yerleri belli. En azından surun içinde yani Tarihi Yarımada’da tabi onun dışındakileri çizmem çok zor. Çatalca çevresinde de bir çok şeyler var.
Mağaralar ve eski yerleşimler var. Silivri tarafında da var. Silivri’nin sur içinin klasik dönemlere kadar gittiği biliniyor. Bu tarihi şeylerle hatta bir parça daha araştırılırsa bunun öteki diğer kolonilerle ilişkileri çıkabilecek nitelikte. Ondan sonra Tekirdağ’a doğru bir sürü yerleşmeler var. Yarımburgaz mağaraları yanından sazlıdere geçiyor. Eski İnsanların en büyük gereksinimi su. Onun için halen akmakta olan dere kenarları civarının çok ayrıntılı taranması gerekiyor. Ondan sonra da sondajlarla taranması gerekiyor. Çünkü bu dere yatağındaki değişmeler, bir takım şeyleri örtmüş vaziyette. Ama bütün bur için geçerli. Mesela Aksaray tarafından birşeyler olduğunu düşünüyorum. Çünkü eski bir dere yatağı. Haliç’i düşündüğünüz zaman en azından 50-60 sene öncesine kadar fabrikalar kurulmadan önce, Kağıthane deresiydi. Son derece hoş bir ortam. İstanbul’da Marmara’da balıktan bol bir şey yok. Balığı var, tatlı suyu var, arkada ormanı var, oturulabilecek arazisi var. Böyle bir yerde oturmaz mı insanlar? Bu korunaklı bir bölge. Nitekim baktığınız zaman Bizans’da da, Roma’da da, Osmanlı’da da Haliç limanları en aktif limanlar. Süleymaniye ve Unkapanı tarafları sürekli olarak ticaret merkezi ve yerleşmeler.
Samatya tarafında Bizans dönemine ait bir köy olduğu söyleniyor.
Olabilir. Şimdi Kültür Bakanlığı’nın koyduğu söyle bir kural var, inşaat yapılacak binanın temelinin derinliği o parselde ve belirli derinliğe kazı yapılıyor. Ana toprağa falan inmiyorlar. Dolayısıyla ana toprağın üzerindeki diğer dolguların niteliği ve dönemi bilinmiyor. Dahası İstanbul topografyası tam bilinmiyor. İlk metro planlandığı sıralarda belediye tarafından bir araştırma yapılıyor. İlk metro planlandığı sıralarda belediye tarafından bir araştırma yapılıyor. 1950’lerin sonunda çok daha kapsamlı bir araştırma, sondajlar yapılıyor. Karot alıyorlar hem de temel altını gözlemleyerekten bir topograf çıkartmaya çalışıyorlar. Gerçek topoğrafya ve bunun üzerindeki dolgu kalınlaklarını çıkartmaya çalışıyorlar. Bu araştırmalar dolgu kalınlıklarının çok değişken olduğunu gösteriyor. Mesela küçük Ayasofya’da 3-4 metreyi geçmiyor. Ondan sonra Sultanahmet’e geldiğimizde 12 metreye gittikleri halde ana toprağa ulaşamamışlar. Haliç’in kenarındaki dolguların ne kadar olduğu belli değil. 1956 yıllarında Silahtarhane’de sondaj yaparken alttaki zehirli gazlar yukarıya çıkmış hatta yangın olmuş. Yani son derece değişken topografyası var.
İstanbul depremlerinin yerleşim alanlarının kapanmasında bir etken olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tabi kesinlikle. Özellikle Bizans, Roma dönemlerinde çünkü o zaman daha taş ağırlıklı bir mimari var. Limanla deniz arasına bugünkü gibi toprak dökülmüyormuş. Limanlar kapanmasın diye Bizans bunu yasaklamış. Yalnızca şehir içindeki çukurluk kısımlar dolduruluyormuş. Ondan sonra depremlerden sonra çok etkilenince biliyorsunuz Osmanlı döneminde taş bine yasaklanmış. Hatta kerpiçi de yasaklamışlar. Hep ahşaba çevrilmiş. Ahşap yanıp yıkıldıktan sonra onun dolgusu kalın olmaz. Kaldırılabilir. Fakat esas yıkıntı bu taş yapılardaki yıkıntı. Özellikle Bizans döneminde 1204’deki Haçlı seferinde çok büyük bir yıkım oluyor. Uzun zaman kendini toparlayamıyor, bir takım binalar harabe olarak kalıyor. Türkler İstanbul’u aldıktan sonra bazı binaları onarılıyorlar ama hepsini onarmıyorlar. Büyük camiler yapılırken topografyada değişiklikler oluyor. Özellikle Sultan Ahmet, Süleymaniye, Fatih Camii. Fatih Camii’nin altındaki eski kilise var ve onun altında da bir tapınak olduğu söyleniyor. Fatih Belediyesi camiyi depreme karşı korumak için çevresini ve altını incelettirmiş jeofizikçilere. Deprem için topografyanın anlaşılması için. 14 metrede bazı yerlerde ana toprağa rastlamamışlar, yani dolgu yapılmamış arkeolojik dolgular içermekte. Bu nedenle İstanbul’un her köşesinin topografyasının ayrı ayrı incelenmesi gerekir.
Dünyadaki yerleşimlere baktığımızda, İstanbul İlk yerleşmelerden biridir diyebilirmiyiz? Dünyadaki yerleşme tarihine bakıldığında İstanbul, dünyadaki insanlık tarihinin neresinde?
Hayır diyemeyiz. Dünyada eski çağlara ait bir çok yerleşimler var.
İstanbul önemli bir yerde ama en eski değil. Anadolu’da, Antep’de çok daha eski yerleşimler var. Anadolo’nun her bölgesi birbirinden farklı özellikler gösteriyor. Ortak kültürleri var. Fakat kendi içinde de çok çeşitlemesi var. Anadolu’da topografya farklı ve dolayısıyla kendi koşulları da farklı; yani Güneydoğu Anadolu’da farklı bir şey gösterirken İç Anadolu’da biraz daha farklı. İstanbul’un artık temel altı kazıları biçiminde değil kapsamlı olarak ciddi bir araştırmasının yapılması lazım. Özellikle de büyük projelerde. Bunu bir kültür tarihi olarak bakılması lazım. İstanbul bu kadar eski ve çok önemli bir geçmişe sahip olmasına rağmen Avrupa’daki diğer bu kadar uzun süreli yerleşmelerle karşılaştırdığımız zaman hemen hemen tarihi hakkında çok az bilgi olan şehirlerden bi tanesi. Yapılacak çok şey var, Kültür Bakanlığı’nın bunu zorlaması ve bunu sahip çıkması lazım, belediyelerin de bilinçlenmesi lazım.
◄
1/3
►