top of page

İşi gücü gezmek

Yaklaşık bir yıl önce “işimgücümgezmek” facebook sayfasında rastladım Hale Sargın’a.  Güney Amerika’yı keşfetmek için planlar yaptığım bir dönemde yeşil montu, alaca taytı, her daim gülen yüzü ve ışıl ışıl gözleri ile o, bir başına geziyordu Arjantin’in muhteşem coğrafyasında. Belli ki acelesi yoktu ve hopyala zıplaya tadına varıyordu seyahatinin. Yeni mekânlar, yeni insanlar, yeni yollarda akıp gidiyordu. Paylaşımlarına yapılan yorumlardan bu genç kadının seyyahlığına dair benim gibi birçok insanın merakının olduğu anlaşılıyordu. Deneyimleri kadar güzel yanıtlarının da olacağı hissiyatıyla Türkiye’ye döndüğünde kendisiyle röportaj yapmak istediğimi yazdım. Hale Hanım nazik bir cevapla dönüş planı olmayan bir yolculukta olduğunu ifade edince söyleşimizi yazılı olarak yapmaya karar verdik.  Verdiği içten yanıtlarla yüz yüze röportaj yapmış kadar olduğum Hale Sargın’ın paylaştığı deneyimlerinin ve duygularının sizlerin de yüreğine güzellikle dokunacağına inanıyorum. Yolu açık olsun her daim…

 

Yola düşme hikâyeniz nasıl başladı?

30 yaşında, İstanbul’da yaşam savaşı veren bir beyaz yakalı olarak kurumsal iş dünyasında 10. yılımı dolduruyordum.  Düşlediğim hayatla, yaşamakta olduğum hayat arasındaki uçurum gitgide artıyordu.  Ne zaman hayat tarzımı değiştirmek için bir fırsat yakalasam ve bunu ailemle, çevremdeki arkadaşlarımla paylaşsam herkes aynı şeyleri söylüyordu. “Gül gibi işin var, her ay düzenli bir maaşın var, sigortan ödeniyor, iyi bir şirkette çalışıyorsun, kariyer yapma firsatın var, geleceğini düşün, işinden ayrılırsan belki bir daha böyle bir imkân bulamazsın”  Herkes aynı şeyi söylüyorsa vardır herhalde bir bildikleri deyip, sanki yaşamakta olduğum hayatı elimin tersi ile itip düşlediğim sakin ve basit hayatı yaşamak istemem şımarıklık gibi gözüküyordu. Sonra bir gün bir kişisel gelişim aktivitesinde bir hikâye duydum ve o an bir dönüm noktası oldu benim için.

“Zamanın birinde, kaplumbağalar arası bir yarış organize edilmiş. Yarışmanın kuralı: “Tepeye ilk varan kaplumbağa yarışı kazanır.” şeklindeymiş. Vakti gelince, bir sürü kaplumbağa arkadaşlarını seyretmek için yarış yapılacak bölgeye toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Seyircilerden hiçbiri arkadaşlarının bu tepeye çıkabileceğine inanmıyormuş. Kimileri bu inançlarını yüksek sesle dile getirmekten kaçınmıyorlarmış. Öyle ki, yarışmacıların bazıları: Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!" seslerini dahi işitebiliyormuş. Yarışmaya katılan kaplumbağalar bu tepeye ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmaz bir gayretle tepeye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyircilerin sesleri yükselmeye başlamış; giderek bağıranların sesleri yarış alanında yankılanır olmuş: "...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar! "Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kaplumbağaların tümü ümitlerini, gayretlerini yitirmiş ve yarışı terk etmişler. Ama yarışta yapayalnız kalan son kaplumbağa, büyük bir gayret ile mücadele ederek, bu tepeye çıkmayı başarmış. Diğer yarışmacılar ve seyirciler, hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Bir kaplumbağa ona yaklaşmış ve sormuş, bu işi nasıl başardın diye. O anda farkına varmışlar ki bu tepeye çıkan kaplumbağa sağırmış!"

Bu hikâyeyi duyduktan kısa bir süre sonra  Avrupa Gönüllülük Hizmeti projesine başvurdum ve İtalya’da çevre üzerine çalışmalar yapan bir dernek başvurumu kabul etti. Ağustos 2012’de bankadaki işimden istifa ettim, sırt çantamı sırtlandım ve yola düştüm. O günlerden beri de o hayalini kurduğum sade, sakin, doğaya yakın, emekli olunca yapılacaklar arasında yer alan balıkçı kasabalarını gezerek hayatımı sürdürüyorum.

 

Uzun süreli seyahatinizi nasıl planladınız?

30 yıl planlı bir hayat yaşadım. “Hayatımın planını ben mi yapıyorum yoksa sistemin sunduğu bir plan içerisinde mi yaşıyorum?” sorusu kafamda büyürken Brezilya’ya tek yön uçak bileti aldım. Sırt çantamı hazırladım ve yola çıktım. Tek planım bugünümü güzel geçirmek, yarını yarın planlarım…

 

Güzergâhınızı nasıl belirliyorsunuz? Kalacağınız mânları nasıl ayarlıyorsunuz?

Kesin bir güzergahım yok. Tanıştığım kişilerin önerileri, okuduğum kitaplar/dergiler ya da takip ettiğim çeşitli seyahat sitelerine bakarak gitmek istediğim yerleri belirliyorum.

Yolculuğum sırasında çoğunlukla ücretsiz konaklama seçeneklerini kullanıyorum. Gönüllü olarak çalışıp, aynı zamanda yaşayacağım yerleri www.workaway.infositesinden buluyorum. Ayrıca gezginlere, ücretsiz olarak evlerinin kapılarını açan yerli kişilere  www.couchsurfing.com adresinden ulaşıyorum.

 

Sizi yola düşüren duygu ve düşünceleriniz seyahatiniz esnasında dönüşüme uğradı mı?

Kendinizi yollara bırakmak, bir odun parçasını bir ahşap heykel ustasının eline bırakmak gibi. Tüm duygularınızı, düşüncelerinizi kesiyor, biçiyor, yontuyor, pürüzsüz hale gelinceye kadar uğraşıyor. Yolda olmak, bir dönüşüm sürecini de içinde barındırıyor.

 

Oldukça mütevazı koşullarda seyahat ediyorsunuz gördüğümüz kadarıyla. Buna rağmen asgari düzeyde bir harcamalarınızı nasıl finanse ettiğinizi bizimle paylaşır mısınız?

Pekte düzenli olmayan ve mütevazı sayılabilecek bir kira gelirim var. Para gerektiği durumlarda bu gelir bana yardımcı oluyor.

 

Seyyahlığı kendi deneyimlerinizden yola çıkarak nasıl tanımlarsınız?

Kalbi nerede atıyorsa, orasının evi olduğunu düşünen, hem ruhunu hem de bedenini yollara sunmuş kişi.

 

Tek başına yol alan bir seyyah için Güney Amerika’dan ve o coğrafyanın insanlarından bahseder misiniz?

Büyük bir çoğunluğunun atalarının İspanyol, İtalyan ya da Alman olduğu, fakat bir zamanlar bu coğrafyada yaşayan yerli halkın kültürüne, adetlerine de büyük saygı duyan, yemeyi, içmeyi, dans etmeyi, eğlenmeyi seven bu toprakların insanları kucaklarını açmış bizimle tanışmak için fırsat kollayan insanlar. Aynı dili konuşmasanız da size kendini anlatmak istiyor. Gülüyor içtenlikle ve bizi tanımak için meraklı.

 

Issız coğrafyalarda tek başına yol alırken korku ya da endişe duyduğunuz oldu mu?

Şehir hayatı bize korkmayı ve endişe etmeyi öğretiyor. Doğa ise rahatlamayı, özgür olmayı. Bu nedenle kendimi en güvende hissettiğim yer o ıssız coğrafyalar.

 

Uzun süredir seyahat eden biri olarak yerleşik şehir ve iş hayatı nasıl görünüyor gözünüze?

Kocaman bir okyanus varken, bir akvaryumunun içinde yaşamayı sürdürmek gibi. 

 

Ayrılmak istemediğiniz bir mekân ya da şehir oldu mu gittiğiniz yerler arasında?

Şili’nin güneyinde yeralan Torres del Paine Milli Parkı. Milli park içindeki 120 km’lik yolu 10 gün boyunca yürüyerek ve çadırda konaklayarak geçirdim. Bu süre içinde gördüğüm manzaraların güzelliği, Patagonya’nın sert rüzgarını, soğuk ve yağmurlu hava şartlarını, yürüyüş yolunun zorlu iniş çıkışlarını, sırtımda taşıdığım çantanın ağırlığını unutturdu. Fiziksel olarak güçlendiğimi hissettiğim gibi, ruhen de arındığımı hissettiğim o topraklara tekrar geri dönmek aklımın bir köşesinde!

 

Seyahat ettikçe yeni yerleri ve insanları algılama refleksiniz sıradanlaşıyor mu?

Sıradanlaşmak, yolda olmanın büyüsünü bozan bir kelime benim için. Bunun yerine seyahat etmek yeni yerlere ve insanlara adapte olma konusunda rahatlık sağlıyor demek daha doğru olabilir.

 

Seyahat ederken mekân insanları kıyasladığınız bir yer var mı? Mesela Türkiye…

İyi ya da kötü şeklinde bir kıyaslamaya girmiyorum fakat seyahat ettiğim ülkeleri Türkiye ile ya da gördüğüm diğer ülkelerle karşılaştırıyorum. Ülkeler ve insanlar arasındaki farklılıkları ya da benzerlikleri görmek hoşuma gidiyor.

 

Dönüş takviminizin belli olmadığını yazmıştınız ama Güney Amerika’dan sonra gitmek istediğiniz bir ülke ya da kıta var mı?

Bu kıtada, Meksika’ya kadar gitmeyi düşünüyorum. Asya ülkeleri ve kültürü çok ilgimi çekiyor, sonrasında oralara doğru yol alabilirim. Ama kim bilir sonrasında Avusturalya’da bir çiftlikte avokado topluyor da olabilirim.

 

Seyahatiniz süresince yaşadığınız zorluklar neler?

Antoine de Saint-Exupéry’in Küçük Prens kitabında, Küçük Prens ile onun gezegeninde yaşayan bir çiçek arasında geçen konuşma sırasında çiçek şöyle der: "Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir iki tırtıla katlanmayı öğrenmek zorundayım.”

 

Şimdiye kadar yaşadığınız deneyimler içerisinde sizi en çok etkileyeni bizimle paylaşır mısınız?

Çok var aslında, sadece birini söylemek diğerlerine haksızlık olur ama hemen ilk aklıma gelenler; Brezilya’nın adası Ilha Grande’de gece saat 3.00’te yürüyüşe başlayıp maymun sesleri eşliğinde bir dağın zirvesinde (Pico do Papagaio) güneşin doğuşunu seyretmek ve Şili’de Calbuco Volkan Dağı’nın patladığı anı kendi gözlerimle görmek çok etkileyiciydi.

 

Bizim ülkemiz için çok alışıldık ve güvenli bulunan bir durum değil tek başına seyahat etmek özellikle bir kadın için. Güney Amerika İnsanının bu konudaki algısı ve bakış açısı nasıl?

İnsanların tepkileri yaşadıkları yerlere göre değişiyor elbet. Turistik yerlerde yaşayan insanlar benim gibi tek başına seyahat eden kadın gezginlere sıkça rastladıkları için benim bir süper kahraman olmadığımın farkındalar. Pek de turistik olmayan yerlerde yaşayanların tepkileri daha farklı. Özellikle sohbet ettiğim kadınlardan “Korkmuyor musun?” sorusunu çokça işitiyorum, Türkiye’den geldiğimi duydukları zaman ise “Çok uzak, nasıl geldin oradan buralara?” diye soruyorlar. Kollarımı iki yana açarak 'Uçarak geldim' diyorum. Ya süper kahraman olduğumu düşünüyorlardır  ya da deli.

 

Yolda tanıştığınız insanlarla diyalogunuz devam ediyor mu?

Her gün onlarca insanla tanışıyorum. Hepsiyle iletişimimin devam etmesi mümkün değil elbet yoksa yeni insanlarla tanışmak için zaman bulamam. Fakat kısa zamanda derinlemesine iletişim kurduğum, sohbetine, insanlığına doyamadığım, “Umarım yine bir gün buluşuruz” diyerek vedalaştığım birçok kişi oldu, onlarla iletişimim devam ediyor. Dünya küçük, yine bir yerlerde yollarımız kesişir.

 

Buğday Derneği için yaptığınız aktivitelerinizden bahseder misiniz?

Yolda olmak, sadece Dünya'nın güzelliklerini görmek değil aynı zamanda Dünya'nın sorunları ile daha fazla yüzleşmek demek benim için. Gördüğüm onca soruna karşı sessiz kalıp, yokmuş gibi davranamazdım. Hepsine bir çözüm sağlayamam belki ama benim de bir şeylerin ucundan tutmam gerek  diyerek yolculuğuma sosyal sorumluluk projesi eklemeyi düşündüğüm sırada Adım Adım Oluşumu ile tanıştım. Adım Adım Oluşumu, sportif etkinlikler aracılığıyla, bağış/yardımda bulunmak isteyen kişi ve kurumlarla, ihtiyacı olan kişileri, buluşturan bir sivil toplum inisiyatifi. ( www.adimadim.org )

Yıllardır çalışmalarını takdir ederek takip ettiğim Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin (www.bugday.org) projelerine destek vermek için yardımseverlik koşuları yapmaya karar verdim ve Adım Adım Oluşumu çatısı altında Güney Amerika’da çeşitli ülkelerde yardımseverlik koşuları yaparak bağış kampanyaları organize etmeye başladım. 2015 yılı içinde Arjantin’de ve Şili’de gerçekleşen yarışlara katılarak Buğday Derneği için 6596 TL bağış toplanmasına aracılık ettim. Önümüzdeki zamanlarda da farklı ülkelerde yardımseverlik koşuları yapmaya devam ediyor olacağım.

 

"Ben Siyah Beyaz Bir Adamım"

Senelerce ulusal basının çeşitli mecralarında foto muhabirlik yaptıktan sonra,  yönünü tamamen fotoğrafa çevirmiş bir fotoğrafçı Mustafa Seven. Hayatın doğal akışını ve o akış içinde insan öykülerini etkili biçimde

aktarmayı başaran Seven’in kareleri, dünyanın birçok yerindeki fotoğraf severler tarafından ilgi görüyor. Son yıllarda İnstagram’da bir milyonu aşan takipçi sayısı ile bir fenomene dönüşen Mustafa Seven ile fotoğraf, İstanbul  ve yaşam üzerine konuştuk.

 

Röportaj: E. Hilal Korucu

Fotoğraf: Doğan Arslan

 

Hayatınızda fotoğrafın olmadığını düşünerek fotoğrafın sizin için anlamını paylaşır mısınız?

Bu aslında ters köşe yapabilecek bir soru. Çünkü hayatımda fotoğrafın olmadığı bir anı kurgulamak bile zor geliyor. Kendimi ifade etme biçimi olarak fotoğrafı benim elimden alıyor olmak kendimi topyekûn her şeyin dışında bırakmak gibi bir şey. Her halde çekilmez bir adam olurum.  Şu yüzden fotoğraf bu yüzden fotoğraf şeklinde bunu tanımlayabilecek yeteneğim de yok. Ama şunu söyleyebilirim ki kendimi en iyi hissettiğim dünyanın mevcut her şeyinden sıyrılıp başka bir noktaya taşındığım bir alan fotoğraf. Bu benim kendimi kaybettiğim, meditasyon yaptığım, dua ettiğim, zamanın nasıl aktığını tarif edemeyeceğim ruhen ve bedenen içinde bulunduğum fiziksel mekânın bir öneminin kalmadığı bir hâle dönüşüyor. Ben hayatımdaki en büyük travmamı babamı kaybettiğimde yaşadım. Fotoğrafın yokluğunu bir travma olarak tanımlayabilirim. Meseleyi felsefi olarak yorumlamadan günlük hayat içinde sıradanlaştırdığımda sanırım böyle bir etkisi olurdu.

İyi fotoğraf ya da iyi fotoğrafçı tanımlamasına objektifliği ya da sübjektifliği üzerine neler söylersiniz?

Egemenler kendi kişisel zevkleri üzerinden iyiyi tarif etti. Estetik anlayışı artık kolay evrilebilen bir noktaya geldi. Sanat eseri olarak değil de daha çok bir ifade aracı olarak geliyor bu tür üretimler. Ben sokak adamıyım anlamam bu işlerden ama akademisyenlerin biraz işin bu tarafına kafa yorup bu üretimleri yeniden tanımlaması gerekiyor. Bir iş yaparsınız çok fazla insan sizin beğenir, yaptığınız şeyleri takip eder ve bakma arzusu duyar. Bu sizi iyi yapar. Ama bu yaptığınız işin iyi olduğu anlamına gelmez.

 

“İnsanın olmadığı bir doğa beni heyecanlandırmıyor”

 

Fotoğrafta teknik mi hikâye mi daha öncelikli sizin için?

Tabi ki tekniği yok saymak mümkün değil. Ama bana sorarsan ben tekniği çok gerilere atıyorum. Kendi fotoğraf hayatımda da böyle fotoğrafa yaklaşımımda da böyle. Tekniğin benim hayatımdaki oranı çok düşük artık. Eskiden foto muhabirliğim zamanında takardım böyle şeyleri. Mümkün olduğu kadar o teknik meseleler üzerinden konuyu çözümlemeye çalışırdım.  Artık ne anlattığım, ne söylediğim, bir hikâyemin olup olmadığı insanları etkiliyor. Analog dönemde tekniği bilmek zorundaydık ama o dönem bitti artık. O dönem üretim zordu ve üretebilmek için tekniği bilmeye ihtiyacın vardı.  Tüm bunları söylerken estetik unsurları önemsemiyor değilim. Herkesin az çok estetik ile ilgili bir bakışı ve ayırt etme özelliği vardır.

Seyahat ve fotoğraf ilişkisi üzerine neler söylersiniz?

Bu ikisi birbirini besleyen ve birbirlerine uzak olmayan iki ayrı dünya.  Seyahat etmenin insanın ufkunu genişletmesi, yeni hikâyeler sunması ister istemez sizin dilinize yansıyor. Seyahat ederken beslenmek de size bağlı elbette. Gittiğin yerlerde sokaklarda dolaşmıyor, kimseyle konuşmuyorsan daha az beslenirsin. Meraklıysan, insanlara temas etme yeteneğin varsa, içinde bulunduğun hayatta neler döndüğüne dair kafa yorabiliyorsan, zıtlıkları, beraberlikleri orada daha başka türlü görebiliyorsan bunlar senin hem insani olarak gelişimini, hem de fotoğraf dilinin zenginleşmesini sağlıyor. Bizim ilk öğrendiğimiz şeylerden biri ‘iyi fotoğraf için çok fotoğrafa bak’ kuralıydı. Çok fotoğrafa bakmak ile seyahat etmek arasında çok fazla fark olduğunu düşünmüyorum.

 

 

Fotoğraf üretiminde niceliksel artış niteliksel olarak bir düşüş yaratıyor mu?

Üretim yapan insanların sayısı çoğaldığı için böyle bir yanılsama içine düşebiliriz. Ama burada bizim düsturumuz seçebilme özgürlüğümüz olmalı. Geleneksel medya araçlarında seçim yapma şansımız yoktu. Yeni medya da böyle bir durum yok. Dijitalleşen ve kişiselleşen bir medya söz konusu artık. Seçebilme özgürlüğü sana, senin kişisel bakış açına göre “kaliteli” olana ulaşma şansı veriyor. Bizim hiçbir şekilde entelektüel bir snopluğa düşme lüksümüz yok. Birinin işinin iyi veya kötü olduğunu söyleyecek olan ben değilim. Evet birileri çok berbat işler yapıyor ama o işler birileri için çok değerli hale dönüşebiliyor. Şimdi ben bu adamı yok mu sayacağım.  Herkesin kendini anlatma noktasından meseleye baktığım zaman ifade aracı olarak kullanıyorsam bunu ve o adam da onu böyle anlatma yeteneğine sahipse ve onu takip eden birileri varsa onları yok mu sayacağız!

 

Fotoğrafın ticari bir meta olarak sosyal medya ve yeni medyadaki rolü üzerine neler söylersiniz?

Fotoğrafın ticari hayatın içinde olması bana itici bir şeymiş gibi gelmiyor. Ben ürettiklerimi sanat eseri olarak görmüyorum. Sanat malzemesi üzerinden kurgulamıyorum ya da öyle üretmiyorum. Bu konu benim üzerinde çok kafa yorduğum bir konu da değil. Fotoğrafın bir ticari malzeme olma unsuru olması da aynı şekilde ilerliyor. Ben fotoğrafı ne bir ticari malzeme ne de sanat eseri olsun diye üretiyorum. Fakat ticari bir proje dâhilinde ürettiklerim bunun dışında. Çünkü orada müşteri belli, istenen belli. Bu noktada çıkan malzemenin elma olması ile fotoğraf olması arasında bir fark yok. Elma da satabilirdim

 

“İnsanlarla fotoğraf malzemesi diye iletişim kurmuyorum”

 

Sokak fotoğrafçılığında insan ve çevre ile iletişim konusunda neler söylersiniz?

Ben sokağa fotoğraf çekmek için çıkmıyorum. Fotoğrafını çeksem de çekmesem de insanlarla tanışıyorum. Çay içiyorum, muhabbet ediyorum. Ben zaten oradan geliyorum. O adamın dünyasına uzak bir dünyam yok. O adamın neler konuşabileceğini, hangi dille küfür ettiğini biliyorum. Bir sonraki gün tekrar geçtiğimde oradan eğer fotoğraf varsa çekiyorum. İnsanlarla fotoğraf malzemesi diye iletişim kurmuyorum. Yanından geçtiğim insanlara kolay gelsin diyorum, baba herşey yolunda mı diyorum. Yarın belki o adamın fotoğrafını da çekebilirim. Bunları rol olsun diye yapmıyorum. Ama eğer bir insanın portresini çekeceksem onunla biraz daha uzun vakit geçiriyorum. Bazen fotoğrafını çekmek istediğim insanlarla çatıştığım da oluyor. Politik bir şeyler söylüyor, ben de söylüyorum. Fotoğrafını çekeceğim diye rol yapmıyorum. Şunu da ifade edeyim ki içinde bulunduğumuz çevrenin ahlaki toplumsal birtakım kuralları ile çatışmamamız lazım. O insanların hassasiyetlerine saygı gösteriyor olmamız lazım. Bu da zaten insan olmasının gereği fotoğraf çekmenin değil. Çok dikkat çekici aksesuarlarla donatılmış olmak sizi görünür kılar. Bir de bir insanın gördüğünüzde hemen yüzüne makinayı doğrultmamanız lazım. İnsanı taciz ediyorsun. Sokakta en gerçek olduğu halde ve belki istemeyeceği bir halde fotoğrafını çekiyorsun.

 

“İstanbul benim toprağım, vatanım, kanım, canım…”

 

 

 

Fotoğraftaki en güçlü tema nedir?

İnsan. İnsan yoksa işin içinde eksik kalıyor. En azında insanın varlığını hissettirecek unsurların olması lazım. Fotoğraf insansızsa da insanın izini hissetmem lazım. Çok pür bir manzaraya bakınca hoşuma gidiyor ama İnsanın olmadığı bir doğa beni heyecanlandırmıyor.

İstanbul ve İstanbul’un son yıllarda geçirdiği toplumsal değişim üzerine neler söylersiniz?

Dünyanın en biricik şehri geliyor İstanbul bana. Bir arkadaşım dünyanın diğer şehirlerinde çektiğin fotoğraflar daha pozitif, İstanbul’da çektiklerin daha depresif şeklinde bir yorum yaptı. Bu aslında kötü bir şey değil. Ben bu şehri daha iyi tanıyorum demektir. Çünkü tanıyabildiğin noktada derine gidersin. Diğer şehirleri ne kadar tanıyabilirim ki… İstanbul benim toprağım, vatanım, kanım, canım… Bu şehre nüfus edebilmişim ki bir başka tarafını gösterebiliyorum. Ben İstanbul’daki insan yoğunluğundan rahatsız değilim çünkü ben onlardan besleniyorum. Kendimden çok şey buluyorum o insanlarda. Gidiyorum sofralarına oturuyorum, muhabbet ediyorum. Ben tüm bunları şehrin bir parçası olarak kabul ediyorum. Benim görevim bir fotoğrafçı olarak mevcut durumu belgelemek. Şehrin, sosyolojisinin, psikolojisinin temeline inip soruna çare bulmak değil. Yarın durumlar düzeldiğinde “bak kardeşim yirmi yıl önce memlekette bunlar oluyordu” diyebilmek. Benim sorumluluğum bu kadar. İstanbul gettolaşıyor bir yandan da. Aksaray’a gidiyorsun Harlem’de geziyor gibisin. Oradaki insanların hayatına dahil olduğunda bambaşka bir İstanbul Görüyorsun.  Bu insanlar bu şehrin bir parçası ve bu şehrin kimliğini yaratıyor. Ağrılı ile Senegal’den gelmiş adam birlikte yaşıyor. Bu da benim için kayıt altına alınması gereken bir şey.

 

Dünyada artık sokaktaki günlük yaşamı kısa kısa hikâyeler ve fotoğraf eşliğinde veren ve milyonlarca izleyicisi olan yeni mecralar doğdu. 14 milyonu aşkın bir takipçi kitlesi ve paylaşımlarına yüzbinlerce yorum yapılan ‘Humans of NewYork’ projesi gibi insanların en mahrem konularını  bile paylaştıkları alanlar var. Geleneksel yapıdan buraya gelişi nasıl görüyorsunuz?

Fotoğraf artık bir kırılma noktasında ve dönüşüm yaşıyor. Bir sürü disiplinlerle iç içe geçmeye başlıyor. Söylediğiniz yöntem bir ‘photojurnalism’ örneği aslında. Fakat bunların takipçi sayıları çok yüksek. En yüksek tirajlı gazetelerden bile daha fazla insana ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla fotoğrafın bu kadar kitleselleşiyor olması meseleyi hepimiz açısından başka bir şeye dönüştürüyor. Daha çok beslenebileceğimiz kaynaklar yaratıyor bizim için. Burada bizim iyi ve kötüyü ayırt edebilecek kişisel beğeni ölçülerimiz devreye giriyor. Bunu ben çok demokratik ve olması gerektiği yerde gibi görüyorum. Malzemenin ne olduğu konusunda fikirler net değil. Adama ürettiği şeye fotoğraf değil içerik diyor. Bir hikâyeniz söyleyecek bir sözünüz yoksa bir karşılığının olması çok zor. Çünkü artık çok fazla insan bunu üretiyor. Dünyanın bir yerinde fotoğrafçı olmayan bir adam elindeki cep telefonuyla çektiği fotoğrafla bana acayip hikâyeler anlatabiliyor. İçinden geldiği gibi sana sunuyor ve bir sürü disiplin etkileniyor bundan. Hibrit olma durumu  da buradan kaynaklanıyor. Resim ile fotoğrafı karıştırıyor ya da manipüle ediyor. Biz şimdi bu malzemeye ne diyeceğiz. Ultra gerçeklik bu.

 Neden fotoğraflarınız ağırlıklı olarak siyah beyaz?

Ben kendim siyah beyaz bir adamım. Ben neysem fotoğrafım da o. Renkleri insanı kandırdığını düşünüyorum. Dolayısıyla renklerden arındırmayı seviyorum. Açıkçası yöntem olarak böyle yapmakta ısrarcıyım.  Benim asla anlam atfetmediğim bir fotoğraf izleyen açısından çok değerli bir hale dönüşebiliyor. Siyah beyaz olması fotoğrafın içinde daha fazla gezme şansı veriyor izleyene. Fotoğraftaki detayların her biri bir hikâye kurgusunun malzemesi olabiliyor. İzleyen kendi hikâyesini yazıyor o fotoğrafla ilgili. Ben bunu seviyorum. Naçizane bunu başardığımı düşünüyorum. Çok sayıda email alıyorum bu konuda. Etkileşim bu. Yarın birisi çıkıp buna itiraz edebilir ben olaya böyle baktığım için böyle yorumluyorum.

Altyapısında fotoğraf olan yönetmenler gibi filme kayma isteğiniz var mı? Nasıl bakıyorsunuz bu konuya?

Yeni yeni ilgimi çekiyor. Merak ediyorum. Üretim prosesi olarak fotoğraftan başka bir şey. Eskiden ne işim var video  da anladığım bir şey değil diyordum. Son bir yıldır yapsam nasıl olur diye düşünüyorum. Sadece malzemenin devamlılığının olması biraz ürkücü geliyor bana. 3-5 dakikalık kısa film olarak denemek istiyorum.

 

“Benim felsefem ‘ne kadar olabiliyorsam’ insan olmak”

 

Fotoğrafın hayata bakışa etkisi nedir?

Benim yaşam felsefemi belirleyen şey fotoğraf değil. Benim felsefem “ne kadar olabiliyorsam” insan olmak. Bu da benim fotoğrafımı etkiliyor. Benim binlerce fotoğrafıma bakım beni salt fotoğraf olarak değerlendirirsen bana hakaret etmiş olursun. O sadece bir fotoğraf değil o benim. Benim elimden çıkmış her şey benim. Baktığın o şey Mustafa.

 

 

“Türk Toplumu Aslanlar Gibi Değişiyor”

Değerli Hocamı rahmetle anıyorum..
Özellikle herkesin birbirini eleştirdiği şu dönemde içinde bulunduğumuz sosyal psikolojiden yola çıkarak Türk toplum yapısını ana hatlarıyla anlatır mısınız?

Türk toplumu, Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonlarından günümüze kadar uzanan bir, dünyanın gerisinde kalmamaya, dünyanın özellikle batı ülkelerinin gelişmelerini hayat tarzlarındaki değişmelerin dışında kalmamaya, bunun nasıl birşey olduğunu batıda neler olup bittiğini anlamaya ve onu anladıktan sonra da kendi bünyesinde de yavaş yavaş özellikle kültürünün maddi yapısında değişmeye çalışan bir toplum.

Her değişme büyük sancılar yaratır. Her değişmede bir yandan değişimin kendi gösterdiği yönde çaba sarfedilir. Öbür yandan da bu çabaların yarattığı sancılar, ödemek zorunda bıraktığı yüksek maliyetlerden ötürü bir tepki meydana gelir. Bu tepki ileriye doğru değişmeye çalışan toplumun durmadan geçmişini özlemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunlara biz geriye yönsemeli arayışlar diyoruz. Hem değişmeyi sürdürürüz aralıksız, hem de durmadan geçmiş gitgide bizden uzaklaşan, Ahmet Hamdi’nin Yeni Cami için söylediği güzel bir söz vardır. “ Akşam yıldızlar altında uzaklaşan bir hayal gemisi gibi” geçmişin o uyumlu dengeli günleri gitgide uzağımıza doğru çekilir. Bu çekilme devam ettikçe de biz gitgide daha yoğun bir şekilde geçmişi özleriz. O geçmişin kendisi değildir geçmişe yönelik bir özlemdir. Böyle gider. Türk toplumu bugün bunu yaşıyor. 

Ne zamandan beri yaşıyor?
350 yıldan beri yaşıyor. Dolayısıyla şu düşünce ilericidir, bu düşünce gericidir diye bir ayrım yapmadan Türk toplumunu değişme çabası içinde olan ve bunun çok yüksek maliyetini ödemeye mecbur kalmış bir toplum olarak görmek lazım. Yarattığımız geçmiş özleminin de geçmişteki 4 halife zamanından, Peygamberimiz zamanından, Kanuni zamanından muhafaza edebileceğimiz sürdürebileceğimiz , bugünkü hayata katabileceğimiz gerçekten o değerleri arayıştan ziyade bu günkü değişim sürecinin yarattığı sancılara karşı bir arayış olarak düşünmek lazım. Böyle düşünebilirsek bu değişim sürecini yaşarken değişik tepkiler veren kesimlerin birbirleriyle demokratik bir toplum modeli üzerinde uzlaşmaları çok daha kolay olur. Türk toplumu bugün bu sancıları yaşıyor. Bu sancıları yaşayan toplumun değişik kesimleri tabiki değişik tepkiler veriyor. Bir kısmı geçmişten bütünüyle kopmak istiyor, bir kısmı zaten bizden yeterince uzaklaşmış olan bir geçmişi muayyen olarak tekrar inşa edip ona dört elle tutunmak istiyor. Ve bu anlayış sayesinde de irrasyonel bir didişmedir gidiyor. Bir sosyalbilimci ve kültür sosyologu gibi baksak birbirimizin kalbini kırmadan bu değişimi hem hızlandırmak hem de bunun akıllı, daha bilinçli bir şekilde takip edebilecek hale geleceğimiz için bunun yarattığı sancıları da hafifletmiş olacağız. İnşallah Türk toplumu demokrasinin getireceği bir takım kurumsal ve kişisel hayatımızda yaşadığımız değerler sayesinde bunu alacaktır. Türk toplumu yine de büyük bir kabiliyete sahip dünyanın birçok ülkesinde bunlar kanlı ihtilallerle, çok daha yüksek maliyetlerle oluyor. Biz iyi kötü bir geçmişe sahibiz. Bu uzun geçmiş süresince bizi dünyanın üç kıtasında defalarca yeni toplumlar inşa etmişiz. Yeni devletler kurmuşuz. Çok parlak bir dönemimiz olmuş. Sarsıntılı günlerimizde olmuş. Türk toplumunun durumunu tahlil ederken, benim Stanford Üniversitesinde hocam da olan İngiliz büyük tarihçi Arnold Toynbe’nin bir TV röportajında söylediği bir sözü var. “Tarih açısından bakacak olursak bir ülkenin bir milletin büyüklüğü sadece kazandığı zaferlerle ölçülmez yaşadığı büyük yıkıntılardan sonra büyük yenilgilerden sonra da toparlanıp kendisini ayakta tutabiliyorsa. Büyük toplum büyük millet ona derler.. Şimdi bunu niye söyledim. Türk toplumu 350 seneden beri sancılı bir süreç yaşıyor.. Ve Türk toplumu adaptasyon kabiliyeti çok yüksek. Unsurları değişik. 

Toplumsal yaşamda dinin yeri nedir?
Din bir türevdir. Sosyal ve ekonomik hayatın gıcırtısını azaltan acısını azaltan bir lübitan yağ gibidir. Senin kurduğun hayat içinde verimsiz bir dönemse din bir teselliden başka bir şey veremez. İşleyen bir hayatsa o işleyişi hızlandırır. Çünkü kültürün manevi yanıdır. Bütün alanlarda böyledir. Yani sadece bu değil. Yaşama sevinci varsa bir halk tatil günlerinde balık tutmayı veya top oynamayı komşu ziyaretinde bulunmayı unutmamışsa, kalkınması daha hızlı olur.

Yoksa tek başına din ne kabahatlidir. Ne de herşeyin yaratıcısıdır. Böyle serinkanlı düşünmeye çok ihtiyacımız var. Bu coğrafyanın büyük şansı var. Bu insanlarında çok büyük bir kabiliyeti var. Şimdi dağınık durumdayız, çözülmüş durumdayız, şaşkın durumdayız ama yinede dünyanın birçok ülkesiyle mukayese edildiğinde Türkiye bu alanda uzun ve başarılarla dolu bir geçmişin mirasını yiyor. Bu oranda da hala herkes birşeyler yaratabiliyor. Biz böyle aydın kesim olarak baktığımızda mesela gecekondu felaket bölgesi geliyor. Felaket bölgesi ama toplumsal sistemin kendi irrasyonel yanlarından ötürü felaket bölgesi yalnız bırakılmış. Olanakları son derece kıt bir durumda yaşayan insanlar gecekondu yapıyor. O yapıyı yapan adamın içinde yaşama sevinci var. Gecekondusunun önünde üç tane kavak bir tane ağaç dikiyor. Etrafını güzelleştirmek istiyor. Bizim insanımız yaşamına renk kazandırmak istiyor. Ve bunu bu insan bu kadar yapıyor. Bu adam Fransa ve İngiltere’de gezip de parkların çeşitleri bilmem doğal park, geometrik park bunları incelemiyor. Kendi içindeki içgüdüsel yaşama sevinci ile yapıyor. Yani adam olmayı çoktan haketmiş bunun çabasını veren bir 60-70 milyon insanımız var. 


Cumhuriyet sonrası Türk toplumunun bugüne kadar yaşadığı hareketlilik ve hızlı değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Bakınız 1960’lardan beri hızlanan bir şey var. 1944-45 Marshall yardımı, Demokratik Partinin iktidara gelişi, karayollarının ilerlemesi, tarıma makinanın girişi Türk toplumu çomak sokulmuş bir arı kovanı gibiydı. Halk köylü birden uçuşmaya başladı. Herkes nafakasını arttırmanın peşinde, herkes çoluk çocuğunun kızamıktan ölmeyeceği şehirlere gelmek istiyor. İş bulacağı şehirlere gelmek istiyor. E kötü de olmamış başlangıçta . 1950’li yılların başlangıcında 60’lı yıllara kadar şehirlere gelenler iş bulabiliyorlardı. Verimlilik artmıştı ve tarım bunu besleyebiliyordu. Köyden kente gelen insanın fasulyesi mercimeği nohutu iyi kötü yine köyden geliyordu. O da şehirde düzenli bir işe sahip olduğu için köyünden şehre hastanelere gelenlerin hısım akrabasına yatacak yer sunuyordu aş sunuyordu. Bu düzende bozuldu.1973-75’den sonra. Ve Türk toplumu bugün ateş üzerinde patlamaya hazır mısır gibi patır patır. Ama o patlayan mısırın savrulmasına mani olan bir tel kafes var. O tel kafesi değiştirme kimi lazım. Büyütmek mi lazım bilmiyorum fakat kendi aramızda şiddete başvurmadan, karalamaya başvurmadan, birbirimizi hor görmeden yaşadığımız bütün bu sorunları tartışmamız konuşmamız lazım. Geriye dönmeci duygulara yeni bir hayat getireceği için yada toplumu geriye götüreceği için korkmadan biraz anlayışla bakmak lazım. Anayasanın korunması lazım. Türkiye toplumu laik bir toplum olarak yaşayabilir. Bunun içinde İslam’ın değişik mezheplerinin rahat nefes alacağı bir düzen anlayışı var. Gayrimüslimler var. Dışardan gelecek insanlar var. Bu ülkenin ve milletin yüzlerce yıldan beri çok kültürlü bir ortamda yaşama zevkini tatmış Türk milleti için de en büyük saadetin ben laik bir düzen olacağına kesinlikle inanıyorum. Türk toplumu aslanlar gibi değişiyor. Ama bu değişme sırasında problem nereden çıkıyor. Değişmenin sağlayabildiği pastanın büyüme hızı saatte 60 km, milletimizin toplumumuzun her kesiminin refahını arttırmasındaki hız ise 360 km’dir. Böyle olunca ne oluyor. Bu hızı arttırmanın yolunu bulamayınca, insafsızlar, yasa tanımazlar, özellikle siyasi ilişkilere dayanarak, devletin olanaklarını da zorlayarak, ıkına sıkına üçbeş kuruş artı değer yaratan milyonlarca sıradan insanların toplumun yarattığı gayrisafhi milli hasıla artışıyla aslan payını çoğu zaman meşru da olmayan gayri meşru yollarla ele geçirme çabaları vardır. Bu milletin ahlakını bozuyor, ümidini azaltıyor ve o zamana kadar büyük feragat gösterip namusuyla yaşayan küçük insanların namus ahlak anlayışını dejenere ediyor. Türkiye bu sancıları da yaşıyor. Ama ben yinede tarihle ilgilenen bir sosyal bilimci olarak tarihimizden de gelen bir umutla bu toplumun yaşayabilecek bir toplum olduğuna, bu dertlerinden sıyrılıp daha insansı daha onurlu bir hayatı kurabilecek bir toplum olduğuna kesinlikle inanıyorum. 


Deprem anında verdiğimiz tepkiyi sosyolojik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz.?
Bizler bizim toplumumuzda yaşayan insanlar , müslümanı, müslüman olmayanı. Etnik açıdan toplumda farklı farklı kesimlerimiz var. Ve Allah’a şükür ki iyi ki var. Ne büyük marifet.. Biz dar görüşlü bir millet değiliz. Mutaassıp bir halk da değiliz.Ama sosyal hayatımız iktisadi hayatımız, büyük sorunlarla karşılaştığı vakit çöküyor. Birtek kusurumuz var iyi insanlar olduğumuz için içimizdeki yaratıcı enerjiye hep güvendiğimiz için birden parlıyoruz. Soruna sahip çıkmak istiyoruz. Ama arkasını getiremiyoruz. Çünkü örgütlü değiliz. Bir halk bu kadar örgütsüzlük içinde daha ne yapabilir. Örgütlendiğiniz vakit o tepkiler kurumsal tepkilere dönüşecektir. Bu deprem olayı üzüldük ah vah ettik? Omurgasını bilginin oluşturduğu bir inançla ve kültürel yapı ile savaşacaksınız.

Depremden ders aldığımıza inanıyor musunuz.?
Şimdi karamsar bir açıdan da bakabiliriz. Biraz iyimser bir açıdan da bakabiliriz.Toplumun parası olan kesimleri bundan sonra çürük çarık bina almamaya özen gösterecek. Yoksullar için ev sahibi olma bilinmeyen bir zamanda yaşanacak olan deprem felaketini bekleyebilecek maddi imkanı olmayan kesimler için ev sahibi olma çok daha acil bir ihtiyaç ise, ucuz inşaat yapma geçici bir süre içinde olsa rasyonelliğini sürdürecek.Türkiye’de yıkılan binanın akasında sadece müteahhitlerin sahtekarlığı değil, halkın mümkün olduğu kadar düşük fiyatta biran evvel yazlık, kışlık, sonbaharlık ev sahibi olma istekleri de vardır. Halkın temel ihtiyaçlarından biri de konut sahibi olmak. Yazlık sahibi olmak temel bir ihtiyaç değildir ama temele yakındır. Halkımızın maddi olanaklarının artış hızının çok daha üstündedir. Daha refah içinde yaşıyormuş gibi kendisini hissetme arzusu var. Sadece gösteriş olarak değil. Rasyonel bir boyutu da var bunun rahat etmek istiyor. Çoluğunu çocuğunu deniz kenarına götürmek istiyor. Neden yazlık düşmanı olacakmışız? Yazlığa giden adam yaşama hünerini geliştiren adam demokrasi için de bir güvencedir. Hayatın tadını almayan bir insan askeri veya sivil diktatörden rahatsız olmaz. Ama yazlığı olan bahçesine çiçek diken, sofrasına oturduğu vakit sofrasına temiz bir örtü sermeyi öğrenebilen bir halk diktatörlükten hoşlanmaz. Başına kanunsuz işler yapacak bir yönetim geldiği vakit ben buna mı layığım. Temiz çatal bıçak kullanmak, sofraya iki tane çiçek koymak. Karısının kir pas içinde dolaşmaması için ona parfüm almak demokrasinin gerçek teminatı bunlardır. Bilmem ne anayasası, bilmem ne kanunu anayasanın teminatı değildir. Demokrasinin her yerde her anayasa sisteminde ırzına geçenler vardır. Latin Amerika’da da vardır. Uzakdoğu’da da vardır. Güneyimizde de vardır. Bunun teminatı anayasalar, babayasalar değil halkın gündelik yaşamındaki incelik duygusudur. Birbirine duyduğu saygıdır. Karısının saçını koklarken, çocuğunun alnını öperken güzel ve gelişkin duygulardır. Bunları hor görüyorsanız demokrasi yaşamaz. Çünkü demokrasiyi yaşatacak olan şey insanın kendisine duyduğu sevgi ve saygıdır. Ağaca denize çocuğuna kedisine bulutlara duyduğu sevgidir. Yaşama duyduğu minnet duygusudur.Add News Story here

Bilimi İlimle Ulvileştiren Turgut Cansever ile İstanbul Üzerine…

"Bilge Mimar" Turgut Cansever'i rahmetle anıyorum...

Turgut Cansever  sınırların ortadan kalktığı bir düşünce dinamiği içerisinde, kaynağı, esaslı sosyo-kültürel  birikimlere dayanan nevi şahsına münhasır bir değer. Ortaya koyduğu her eserde beşeriyetin madde ve mana dünyasına temas eden Cansever’in, mimari çizgisini bu kadar derinleştiren, evrenselleştiren de bu yönelimi belki de…

Mustafa Armağan Turgut Cansever’in yordamını “Tanzimat’la gelen geleneğe rijid düşmanlık ile buna tepki olarak giderek kalınlaşan sözde muhafazakar sığınmacı tavrın evliliği sonucunda verimsizleşen, kısırlaşan ve nitelikli, kendisi olan ürünlerin varolmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ortamda, kargaşadan, gündelik hesaplardan uzakta kendi fikir ve sanat kozasını ören bu bilge insan duymak isteyenlerin bile zor farkedeceği seyreklikteki yazı ve konuşmalarıyla düşüncelerini kamuoyuna duyurmayı yıllardır büyük bir görev bilmişti” şeklinde ifade ediyor.

Röportaj: E. Hilal Korucu, Emine Uçak

 

Bilgeliği mimarlıkla buluşturan Turgut Cansever aynı zamanda bir İstanbul uzmanı. “Bu Şehr-i İstanbul” kitabında İstanbul üzerine kalıcı değerlendirmeler yapan Cansever’in İstanbul’un tarihsel gelişimde kaybettiği kültürel ve mimari özelliklerini İSTONBUL’a değerlendirdi.

İstanbul’un mimari açıdan bozulması sizce ne zaman başladı?

18.asrın ikinci yarısında Nuriosmaniye Camii’nin, haşin Barok mimarisi ile inşa edilmesiyle başladı. Bunun etkileri ile 19. Asır başından itibaren İstanbul’un kültür değerleri, mimarisi ve şehir özellikleri her aşamada daha da hızlanarak tahribata uğradı.

Büyük bir müzisyen ve kültür adamı olarak bildiğimiz Padişah 3.Selim, Mimar Sinan’ın Kanuni Sultan Süleyman için inşa ettiği köşkleri ve sarayı yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirdi.

Tanzimat sonrası Batı etkisi altında İstanbul’un tarihi ve müstesna bir öneme sahip mimarisi yerine, kaba, yüzeysel, gösterişçilik ürünü yapılar İstanbul’un her yanını kapladı. Çok mesut bir kaza ile yanan ve yok olan Adliye Binası, Ayasofya ve Sultanahmet camilerinin yarı yüksekliğini aşan bir mimarlık ucubesiydi. Beyazıt’ta Eski Saray’ın yerine inşa edilen Harbiye Nezareti ve özellikle 1945-1950 yılları arasında yıkılan kışla binaları, Süleymaniye’nin tüm ölçü düzenini yok ederken iptidai, duyarsız ve seviyesiz yapılar idi. Sultan Abdülaziz memleket için büyük bir gelişme olarak düşündüğü demiryolunu Sirkeci’ye getirmek için Topkapı Sarayı’nın müstesna güzellikteki İncili ile Pembe Köşklerini feda ederek, Sepetçiler Kasrı  ile Cebeciler Kasrı’nı Topkapı Sarayı bütünlüğünden kopartan demiryolunu inşa ettirdi. Demiryolunun Sirkeci’ye gelmesi Altın Boynuz’un sanayi alanı olarak gelişmesine, tüm Haliç sahil saraylarının yok olmasına ve Haliç’in bir kirlilik odağı durumuna düşmesine sebep oldu.

Harbiye Nezareti ve giriş aksı kapıları, dört asır şehrin kültür merkezi olan Beyazıt Camii Meydanı’na yön veren Beyazıt Camii ve külliyesinin kıble istikametine 45 derece aykırı yönden bir mimari aks oluşturarak 1860’lı yıllara kadar varlığını sürdüren geleneksel meydan düzeni yok edildi. Balkan muhacirlerinin İstanbul’un ahşap mahallelerine yerleşmesi sonunda Fatih, Çırçır, Laleli, Akbıyık yangınları tarihi yarımadanın ahşap stoğunu yok etti. İstanbul’un 1840 Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması sonunda bir ithalat limanı ve şehri haline dönüşmesi Galata’nın Osmanlı şehir dokusunu yok etti ve İtalyan, Rus, Fransız kalfaları bugünkü Galata’yı inşa ettiler. 1937’de İstanbul planlamasını yapmak üzere gönderilen Henri Prost’un İstanbul yarımadası Nazım Planı ve Boğaziçi sahil yolu planlarının ölçüleri, genişilikleri karayolu mühendislerinin Başbakan Adanan Menderes’e baskıları ve telkinler ile büyütülerek tatbik edilmesi sonunda tarihi İstanbul’un insan ölçeğinde ve yayalar için tasarlanmış yol şebekesi yok edildi.

Birbirinden ayrı (Dersaadet, Üsküdar, Galata ve Eyüp Sultan olmak üzere) dört şehirden ve çevre kasaba ve köylerinden oluşan galaksi biçimindeki İstanbul tarihi metropolü, Tanzimatçıların ve özellikle 1957-1960 dönemi icraati ile yağ lekesi halinde büyümüş dev bir şehir, bir kirlilik ortamına dönüştü.1930’larda sürekli nüfusu 300.000 kişi olan İstanbul yarımadası 1935-1938 yılları arasında açılan Atatürk Bulvarı, 1957-1960 arasında inşa edilen Unkapanı-Eyüp-Silahtar sahil yolu ile her yönden gelen transit trafiğin çiğnediği bir alan haline geldi.

Bu bozulmanın ana sebepleri nelerdir?

Bunu üç başlık halinde toplamak mümkün:

1)Büyük ölçü tutkusu, demiryolu, geniş caddeler, büyük yapılar gibi insanı önemsizleştiren sahip olma hırsı

2)Müelliflerin gururlandıran ve vücuda getirdiklerini putlaştıran yanılgı

3)Hiçbir şehrin ve özellikle İstanbul gibi yüce bir geçmişe sahip olan bir şehrin göç dalgaları altında çiğnenip yok olmaya terk edilememesi gerektiği bilincinin kaybedilmiş olması.

Bu gidişata nasıl dur denilebilir?

Evvela şehre her yıl yüz binlerce insanın göç etmesine son vermek, yapılması gerekeb ilk ve en önemli görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Hızlı bir nüfus artışının yaşandığı ülkemizde, artan ve tarım alanlarından taşan nüfusun yerleşeceği yeni şehirlerin vücuda getirilmesi için en az bölge ölçeğinde yeni nüfus için yeni şehirler stratejisinin uygulamaya konulması ,lk ve en acil görev olmaktadır. Bu amaçla şehirleşme amaçlı bir bölge gelişme ve yerleşme düzeni planlaması bir gün bile kaybedilmeden başlatılmalı ve uygulamaya geçirilmelidir.

Bunun dışında neler yapılabilir?

İstanbul 5 asır İslam aleminin merkezi ve insanlık tarihinin en yüksek kültür odağı olarak geliştirilmişken bugün bir çirkinlikler ve kültürel kirlilikler ortamı haline düşürülmüş ise insanlığa, İslam alemine ve toplumumuza karşı ilk ve asli görevimiz İstanbul’u tekrar İslam aleminin ve dünyanın bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmek.

Bu amaca yönelik olarak yapılacak ilk iş, mevcut tarihi mimarlık mirasının ve tarihi şehir alanlarının korunmasıdır. Tarihi mimarlık mirasının korunması için bu eserlerin restore edilmesi ve kullanılır hale getirilmesi gereklidir. Uluslararası koruma kampanyasına konu teşkil etmiş olan Süleymaniye, Zeyrek gibi ve tarihi yarımadada elde kalmış sınırlı sayıda ahşap yapının restorasyonu, 20 yılı aşkın bir süredir konunun özünden ve ayrıntılarından bihaber kadroların elinde her gün daha çok harab olmaya terkedilmiş bir durumda bekletilmektedir.

Yetkililerin bu duruma bir son vermeleri ve bu iki mahallenin restore edilmesini sağlayacak sanat, bilgi ve yeteneğine, tecrübesine sahip kişilerin sorumluluğuna bu işin tevdi edilmesi görevlerden birincidir.

Bu görev kimlere düşüyor?

Bu herkese düşüyor. İstanbul’a bir gelecek sağlamakla sorumlu herkes İstanbul yarımadası için belirlenecek tarihi mimarlık kültürü ve tarihi kültürel muhteva ile uyum içinde olması amaçlanan mimari özellikleri belirlemelidir. Bu amaçla şehrin bu konuda tecrübeli mimarlarının oluşturduğu bir çalışma grubu eli ile ‘tarihi yarımada konut mimarı standartları’ tesis edilmeli, bütün yeni yapılar bu esaslara uygun tasarlanmalı ve gerçekleştirilmelidir.

İstanbul’u nasıl bir gelecek bekliyor?

Öncelikle ulaşım, arazi kullanımı ve mimari açıdan gerekli tedbirler alınırsa gelecekte İstanbul eski ihtişamına yeniden kavuşabilir. Bunun sağlanabilmesi için göç artışının engellenmesinin dışında sanayinin İstanbul dışına kaydırılması da yapılması gereken en önemli işler arasında geliyor. Sosyal, ekonomik, kültürel bir program yapılıp buna göre çalışmaların yürütülmesi sonucunda İstanbul yeniden dünyanın ekonomik ve kültürel merkezi haline gelebilir. Ama, aksi takdirde İstanbul’u iyi bir geleceğin beklediğini söyleme mümkün değil.

 

TURGUT  CANSEVER

1921’de İstanbul’da doğdu. 1946’da İstanbul Güzel sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nü bitirdi. 1949’da İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde doktorasını tamamladı. 1950-51’de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptı. 1957’de İstanbul Belediyesi’nin planlama çalışmalarını yürüttü. 1960’ta doçent oldu. Aynı yıl ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde iki yarı yıl diploma projesi yöneticisi oldu.1950-60’da kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı’nı, 1961’de İstanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü’nü yürüttü.1974’te İmar ve İskan Bakanlığı’nda danışmanlık, 1974-75’te İstanbul Metropol Planlama Dairesi’nde başkanlık yaptı.1974-77 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu Üyeliği’nde bulundu. 1975-80 arasında İstanbul Belediyesi’nde, 1980’de Ankara Belediyesi’nde metropol planlama, yeni yerleşimler, kent merkezleri ve koruma sorunları gibi konularda danışmanlık görevleri üstlendi. 1980’de Edirne Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi (bugünkü Trakya Üniversitesi) Mimarlık Bölümü’nde bir yarı yıl diploma projesi yönetti. 1983’te Mekke Üniversitesi’nde eğitim programını hazırlayan kurumun danışmanı olarak çalıştı, aynı yıl Ağa Han Mimarlık Ödülü için jüri üyesi seçildi. Turgut Cansever, çeşitli alanlardaki tasarım ve uygulamalarında modern mimarlığın sorunlarına tarihi, çevresel ve kültürel değerlere ağırlık vererek çalıştı. Ankara’daki Türk Tarih Kurumu Binası, Bodrum’daki Ertegün Evi (1980) ve Demir Turizm Kompleksi (1992) ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’ne layık görülmesinin yanısıra çeşitli ulusal ve uluslararası yarışmalarda dereceler aldı.


 

Sanat, Fotoğraf ve İstanbul’a Dair

Fotoğraf ve fotoğrafçı...
Fotoğraf bir devrin yaşantısını diğer nesilleri görsel olarak kaydeden ve onu gelecek asırlara taşıyan bir şeydir. Bir icattır. Fotoğrafçı da en güzel ve gerçekçi tarihi yazandır. Görsel tarihçidir. Yazar sana Süleymaniye Camii’ni tarif ederse, hiçbir zaman benim çekeceğim bir fotoğraf kadar iyi anlatamaz. Onu gördüğün zaman anlarsın. Çünkü aksi halde herkes kafasında nasıl düşünmüşse onu yazar ve yansıtır. Görmek çok farklıdır. Fotoğraf makinası asla yalan söylemez.

 

Fotoğrafın çerçevesi....

Fotoğrafta bir çerçeve kendiliğinden vardır. Fotoğrafçının meslek ahlakı var ama fotoğraf çok gerçek bir şeydir. Görüntü donuktur, hakikat neyse çıkar fotoğrafta. Sanat hürriyetten doğuyor... 

 

Gelecekte fotoğraf...

Hiç şüphesiz ki fotoğraf çok önemli bir şeydir. Televizyonu açıyorsunuz bu da fotoğraftır. 50 sene sonra yahutta 150 sene sonra insanlar kitap mı okuyacak şiir mi okuyacak zannediyorsunuz. Zaten bütün sanatlar bitecek. İnsanlar bilimle uğraşacak. Sanat insanların ruhunda kalabilir. Ben eminim ki gelecek teknik ve monoton olacak. Bu televizyonlar şimdiden insanların beynini yıkıyor ve çürütüyor zaten. 

 

Fotoğrafın olmazsa olmazları...

Fotoğrafın bir estetik kaidesi olmalı. Fotoğraf gerçektir ama ruh derinliğini ve duygu katmak lazım. Dünyanın en iyi fotoğrafçılarından biri olarak İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali, Picasso gibi bir çok tarihi röportajı gerçekleştirmiş olmak... Ben farklıyım, ben gazeteci olarak çekiyorum. Fotoğrafçı olarak çekmiyorum. Fotoğrafçı olarak ünlü olmadım. Yani direk bir fotoğrafçı olarak düşünmüyorum. Biz fotoğrafı gazete için çekiyoruz. Ben en çok dışarda çalıştım. Hayat mecmuasında çalıştığım zaman Anadolu’da gitmediğim yer kalmadı. Güney Amerika hariç Dünya’da gitmediğim yer kalmadı. İnsan varolduğu için gazetecilik var. Etraftaki herşey insan olduğu için var. Sonuçta insan olunca anlamlı herşey. Ben bir foto muhabiriyim, fotorafçı değilim. Mesleğimin adını koyalım. Bunun farkını kimse anlamadı.

 

Fotoğrafta mesaj...

Tabiki fotoğraf mesajdır. Kaybolan İSTANBUL’u ben çekmemiş olsaydım yeni nesiller eski İstanbul’u nereden bileceklerdi. Geçmişten geleceğe bir mesaj. 1950’lilerin İstanbulu’nu çekmişim. Kaybolan şehri belgeliyorum. Yarım asır önceki İstanbul’u veriyorum. Niye başkası yapmamış. Demekki İstanbul’u benim kadar sevmiyor. Yaşanan değişimin mesajını veriyorum.

 

İstanbul...

İstanbul’u çok seviyorum. Ben İstanbulluyum. Fakat kaybolan bir şehir, bir İstanbul var. 

 

Yeni Nesil Fotoğrafçılar için....

İyi fotoğrafçı olabilmek için devamlılık çok önemli. İnsan bir şiir yazdı diye şair olmaz. Fotoğrafta böyle. Şimdi yaşanan kepazeliklere sanat diyorlar. Ucuz şeyler, haber değeri olmayan şeyler gazetelerin ilk sayfalarında yer alıyor. Şu devirde farkına varılmak çok önemli ve çok zor. Dünya başka şeyler yapıyor. Dünya’yı yakalayamayanlar sanatçı olamayacak. İnsanlar görürsün, hiçbir şey yapmadan sadece yürüyen. Halbuki ben buradan oraya kadar 20 şey görüyorum.Yeşilin kaç yeşil olduğunu bilmeyen adam var bu ülkede. Bakar anlamaz adam. Sen o ağaca baktığında güzel bir toprak parçasından ağaç çıkmış dersin. Ben bakarım ona yalnız kalmış ağaç derim. Bir mana veririm ona. Bunu yapmayan adamlar mezar taşından başka hiçbir şey olmamışlardır hayatlarında. Çocukken Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütün klasiklerini okumuştum. Kitap okuyacaksın ve kültürlü olacaksın. Bir şeyin farkına varacaksın. Kültürlü olmayanın hayatta hiçbir şeyi olmaz. Bu ülkede Süleymaniye’yi gezmemiş mimarlar var. Algılama duygusu yoksa hiçbir şey öğretemezsin.

 

Avrupa ve sanat...

Avrupa’nın bütün sanatını toplasan bizim hat sanatının yarısı olmaz. İnsanlarımız Avrupa hayranı. Para oradadır. Fransa’ya gitsin milliyetçi olsun.Yok öyle şey. İngiltere’de oturma. Otur kendi memle-ketinde yaşamasını bil. Herkes bir yere gitsem diye bakıyor. 

Ara Güler’e bundan sonraki planlarını soruyorum. "Benim hayatım proje" diye özetliyor. Ve ekliyor "ben aslında fizikçi olmak isterdim.

 

Röportaj: E. Hilal Korucu - Hacer Adıgüzel

Kentleşme ve Kentlileşme

“Doğayla insan arasında sürekli iletişim-etkileşim vardır. Doğanın değişen fiziksel ve kimyasal koşulları insanı bedensel ve ruhsal olarak etkiler. Bu etkileşimde dış ortam bedende bulunan alıcılar aracılığıyla iç ortamda değişiklikler yapar. İç ortamdaki değişimler dış ortama yansıtılır. Bu yansıtma dış ortamda değişikliklere yol açar. Dış ortamdaki doğal değişikliklerin insanın bedensel ve ruhsal yaşamı üzerindeki etkisinin araştırılıp incelenmesi son yirmi otuz yıl içinde gelişen yeni bilim dallarının sağladığı yöntemlerle gerçekleşmiştir.”

Prof. Dr. Özcan Köknel ‘Zorlanan İnsan’ isimli kitabında bu şekilde açıklıyor insan ve çevre ilişkisini. Kent yaşamının dinamikleri bu diyaloğun maddi unsurlarının oluşmasında esas rolü oynuyor şüphesiz. Biz de kentleşme, kentlileşme ve İstanbul dedik, konuyla ilgili sorularımızı ünlü Psikiyatrist Prof. Dr. Özcan Köknel’e yönelttik. Amacımız bu konunun toplum psikolojisi üzerindeki etkileri ve sonuçlarını öğrenmekti.

Kentleşme nedir?

Kentleşme demek, o kente uygun olasılıkları ve olanakları elde etmek ve sanayi toplumu içerisinde o sanayileşmenin getireceği belirli ilkeleri, kuralları benimsemek ve uygulamaktır.

Büyük şehirlerimizde kentleşme bilinci var mı?

Bence hayır. Hayırın cevabını bulmak için sanırım bundan 30-40 sene öncesine gitmek lazım. Çok iyi bilirsiniz ki, 30-40 sene öncesinden bugüne kadar büyük kentlere özellikle İstanbul’a büyük göçler oldu. Benim bilebildiğim kadarıyla İstanbul’un yaklaşık üçte biri gecekondu. Tabi bu bir kentleşme süreci. Fakat bir kentleşmenin olabilmesi için bunun mutlaka bir ekonomik ve altyapıya dayanması ve mutlaka bir sanayileşme içinde olması lazım. Halbuki büyük kentlerdeki kentleşme böyle olmadı. Daha çok kırsal yörelerde gelirin azlığı ve toprakların bölünmesi dolayısıyla insanların geçiminin zorlaşması, büyük kentlere doğru hiçbir altyapı olmadan göçe neden oldu. Bu göçün başlaması iki tane önemli sonucun ortaya çıkmasında rol oynadı. Bunlardan biri, buraya gelen insanlar hiçbir zaman bir kentlinin yaşaması gereken fiziksel ve fizyolojik ortama ulaşamadılar. Çok dar alanlarda son derece sağlıksız koşullarda yaşamlarını sürdürdü bu insanlar ve hala da sürdürüyorlar. Ve beraberinde iş bulma derdi geçim sıkıntısı gibi bir sürü sorunlarla karşılaşıyorlar. Bunlar olmadığı için bu kişiler ne tam olarak geldikleri bölgedeki geleneği, göreneği buraya aktarıp uygulayabildiler, ne de, o zaman İstanbul’un oluşturmuş olduğu, kent kültürünün getirdiği ilkelere, kurallara, değer yargılarına uyabildiler.

Bugün kafamızı şehir yaşamına çevirip baktığımızda insanlar arası iletişimde bir kargaşa göze çarpıyor. Kentli ve kentli olmayan ayrımı olmaksızın herkes aynı davranışı sergileyebiliyor. Bu davranışı nasıl açıklarsınız?

Kentli olmayanların yarattığı davranışlar ve oluşturdukları kültür yavaş yavaş iki nedenle kentliyi de etkilemeye başladı. Bugünkü durumda onların yaşamlarını sürdürebilmeleri için her gün büyük bir savaş vermeleri gerekiyor. Tabi bu, o insanları şiddete daha yakın hale getiriyor.

Kentliyi etkileyen nedenlerden birincisi kendini savunma. İkincisi de, yavaş yavaş bu modelleri örnek alarak, benimseyerek özellikle çocukların ve gençlerin bunun geçerli olan bir model olduğunu kabul etmesi. Sonuç nereye geldi. Sanıyorum ki bugün bütün büyük kentlerde olduğu gibi İstanbul’da da insanlar bencil ve tabi bireyci. Tabi bireycilik toplumda düşünen bir bireycilik ise geçerli düşünülebilir. Ama başkasının hakkına pek fazla aldırmayan bir bireysellikse bu zararlı olmaya başlıyor.

Bencil bireyselliği İstanbul’un güncel yaşamı içinde değerlendirip örneklerle açıklayabilir misiniz?

Bunun en güzel örneği trafik. Trafik insanların ortak ilke ve kurallarına uyması gereken ortak bir dil. Bizim toplumda özellikle büyük kentlerde bir trafik alt kültürü yaratıldı. Trafik uluslararası, ulusal ortak bir dil iken, bizde trafiğe çıkan herkes kendine özgü bir ilke ve kural yaratıyor ve buna uyuyor. Eğitimsizlik trafik kazalarını arttırıyor diye bir kanı var. Ben o kanıya pek katılmıyorum. Yüksek öğrenimde öğretim görevlisi olmuş kişiler bile trafiğe çıkınca, böyle davranılır diye o alt kültürün içine giriyor ister istemez. Demek ki, bu alt kültür, yavaş yavaş o kentte yaşayan diğer insanları da olumsuz etkiliyor. Belki bu konu dışı bir şey. Ama Türkiye’nin bu geleceğini en iyi gören Muammer Karaca vardı. Vaktiyle Muammer Karaca’nın bundan 30-40 sene evvel “Lahmacun Cumhuriyeti” diye bir oyun vardı. Lahmacun Cumhuriyeti  aynen şu anda İstanbul’un geldiği durum.

Bunun yanısıra yerlere tükürme, çöp atma şehir aksesuarlarına zarar verme gibi davranışlar aynı değerlendirme içerisine alınabilir. Çünkü bunlar birer değer, uyulması gereken birer ilke olmaktan çıktı. Hepimiz yaratılan bu kentli dışı davranışlara ister istemez uyum sağlıyoruz. Çünkü bütün bunların denetimini sağlayan bir değerler sisteminin oluşması lazım. Aksi takdirde, “Beni kimse tanımıyor, herkes yapıyor ben niye yapmayayım, üstelik bunu yapmam ayıp karşılanmıyor” gibi bahanelerle bir kentlide olması gereken bütün davranışları yavaş yavaş hepimiz terkediyoruz…

İstanbul’a göçü teşvik eden nedenler nelerdir?

Zaten bütün bu göçler için matematik kuralı kadar kesin bir kural var; bir yerde doğa itici ise, gelir yoksa, herhangi bir şekilde politik baskı varsa ya da terör varsa göç olur. İnsanlar daha iyi ekonomik ve yaşama koşulları bulacağı inancı ile ve politik boşluktan kurtulacağı ümidiyle büyük kente göçüyor. Tabi beklediğini buluyor ya da bulamıyor o başka, ama koşullar göçe engel olamıyor.

İstanbul’a göçü çeken birkaç önemli sebep var. İstanbul eskiden gelen kültür ve Türkiye genelinde diğer şehirlerin en canlısı , en hareketlisi, en güzeli. Bir de Türkiye’de 400-500 senedir yerleşmiş bir İstanbul ve Anadolu var. Ortak kültürümüzde, ortak bilinçaltımızda bir İstanbul mutlaka var. İkincisi, birçok imkan (eğlence, gezme, dolaşma, tarihi yaşama gibi), daha rahat ve özgür bir yaşamı vadediyor bu koca kent. Bir de, ne olursa olsun, çok değişik yollarla ekonomik bir seviyeye varabilmek için çeşitli işlerle uğraşıyorlar. İstanbul’a geldiği zaman, hele İstanbul’da kendi kentiyle ilgili bir alt kültür ve o alt kültürde hatırı sayılır bir kişiyi bulma düşüncesi varsa, gecekondularda kendiliğinden oluşan bir geniş aile tipi doğuyor. Bunlar için ne “yiyecek, nerede kalacak” gibi bir endişe de olmuyor.

Şu anda İstanbul, estetik açıdan bütün doğal güzelliğine rağmen,, çarpık kentleşmenin yarattığı önemli ölçüde görüntü kirliliğine de sahip. İstanbul’un estetiği toplum psikolojisini nasıl etkiliyor? Çözüm bulunabilir mi?

İstanbul bu şansı 40 yıl önce kaybetti. Ben İstanbul’a geldiğim zaman 1943 yılıydı. İstanbul’un nüfusu 450 bin kişi idi ve çok rahat bir şehirdi. Eminönü, Beyoğlu gibi eski İstanbul vardı sadece… ta o zamanlardan bu göçün getirdiği gecekondulaşma kültürünün etkisi altında bir kentleşme olmasaydı, eski kent olduğu gibi korunabilseydi ve onun dışında yavaş yavaş, gelişmiş kentlerdeki gibi bir kentleşme planı olabilseydi, bir İstanbul estetiğinden sözedilebilirdi.

Ama burada amaç sadece barınma oldu. Yani, gecekonduda oturan için başını sokacak bir yer, parası çok olan ama aynı alt kültürü yaşayanlar içinse estetikten yoksun büyük evlerde oturmaktı önemli olan. Onlar için oturdukları binanın dış ya da iç görünümü çok fazlasıyla önemli değildi. Ve sonuçta her türlü şekliyle mutsuz bir şehirleşme yaşamı oluştu.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşlarının kentleşme açısından faaliyetlerini nasıl buluyorsunuz…

Bu tür faaliyetlerin mutlaka olumlu etkisi var. Fakat öncelikle bataklığı kurutmak gerekir. Bir insanın büyükşehirde yaşaması için mutlaka bazı ölçütlerin olması lazım. Büyük kentte nerede kalacağını, hangi işte çalışacağını önceden bilmesi lazım. Deniyor ki, “Biz demokrat ülkeyiz.”  Bunu sınırlayamayız. Tamam ama demokrat ülke isek o insanın yemesini, içmesini, sağlığını, geçimini de sağlamak zorundayız. İstanbul’a gelip bunları nasıl sağlayacağını bilmediğimiz bir insanı, İstanbul’un kaosu içerisinde kaybediyoruz. Bir sürü gençlik sorunları suçlar, fuhuş artıyor, bir sürü şey oluyor. Neden? Bunlar Anadolu’dan gelip İstanbul’da kendine yaşamlarını sürdürecek hiçbir altyapıya, koruyacak kollayacak bir toplumsal kuruluşa güvenmedikleri için kendi başlarına kendilerini kurtaracak çaba içine giriyorlar. Bunları sağlamadan insanların İstanbul’a gelip çalışmasını ya da yaşamasını önlemek lazım. Başka hiçbir çaresi yok. Metro güzel bir gelişme ama trafik sorununu kökünden halletmemiz için altyapı sorunlarını çözmek ve buraya gelecek nüfusu sınırlandırmak gerekmektedir. Bütün bunlar sadece Büyükşehir Belediyesi’nin başaracağı işler değil. Bunun bir devlet programı haline gelmesi lazım.

Deprem olma ihtimaline rağmen insanlar hala ilkel yollarla konut yapmaya devam ediyor. Daha başka konularda da bu tür davranışlar sergiliyoruz. Bu insanlar hangi psikoloji ile hareket ediyorlar?

Biz henüz düşünce sistemimiz bakımından sanayi devrimini yapmış, teknolojiye erişmiş bir yapıda değiliz. Biz teknolojik gelişmenin düşünce düzeyinde oluşması için, herhalde dört beş kuşak o teknolojik gelişmenin içinde yaşayıp, bunu düşünceye aktarmamız gerekecek. Böyle bir düşünce kesin olarak olmadığı için biz ona ilkel insan düşüncesi diyoruz. Yani, neden-sonuç ilişkilerini çok fazla düşünmeden alınyazısı,şans,kader,kısmet denen bir düşünce tarzı. Türkiye mutlaka sınai ve teknik gelişmeyi sağlamak zorunda. Ama Türk eğitim sistemi katiyen bunu vermiyor. Meslek eğitiminde de amaç mutlaka üniversiteye girmek. Bu nedenle bunlar herhangi bir eğitimden geçen teknik yapıda insanlar olmayıp, çıraklıktan yetişiyorlar. Bu insanlara ustamdan bunu gördüm anlayışı hakim. Türkiye’de bir uzmanlık ve duyarsızlık sorunu var. Bir şeyden fazla korkutulursan, bir süre sonra duyarsızlık başlıyor. Dillere pelesenk olmuş şarkılarımızda bile bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Örneğin; “önce öleceksek ölelim ardından da boşvermişim boşvermişim şarkısını söylüyoruz.

Neden İstanbul’da yaşayan insanlar “İstanbul’luyum” demiyor ?

Çünkü o insanlar memleketlerine kan bağı ile bağlılar. Üstelik de İstanbul’a geldiği zaman burada kimliğini, kişiliğini sürdürebilmek için daha çok hemşerileri ile bağlantı kuruyorlar. Hatta İstanbul’un belirli yerleri aynı yerlerden göç etmiş insanlarla dolu. Çünkü büyük kent kaosunda kaybolmamak için, mutlaka bir yere aidiyeti ve kimliğini sürdürmesi gerekiyor. Aynı şey buradan dış ülkeye gittiğimizde, ne kadar entelektüel olursak olalım, bizim için de söz konusu oluyor. O yabancı ülke sizi benimsemiş de olsa, geldiğimiz kentin ya da yörenin kimliği bizim temel dengemiz içinde kuşaklar boyu yer etmeye devam ediyor.

Herkes kendi memleketine tutunursa İstanbul’a kim sahip çıkacak?

Şimdi bakın bu bir alt kültürdür. Bir insanın içinde bulunduğu çevreye uyum sağlayabilmesi için o alt kültürü, kent kültürünü ulusal kültürle birleştirmelidir. Yani şimdi bizim davranışlarımızda bütün bu alt kültürlerin etkisi var. Ben de Alaçamlı’yım, ama İstanbul’a uyum sağlamışım. Ulusal kültürün birçok yönünü savunuyorum. Yani  bu birleşmenin mutlaka olması lazım. Bu olmadığı zaman da gelenek görenek devreye giriyor. Çünkü kimlik için bu lazım. Kendini dünya vatandaşı gören üç beş kişinin dışında Dünya vatandaşlığı şimdilik bir ütopya.

Herkes ilk yardım eğitimi almalı

Yaşadığımız siyasi, ekonomik bunalımların bizlere unutturduğu deprem gerçeğini hafızalarda canlı tutmak için her sayıda yer verdiğimiz ‘unutmamalı’ sayfamıza, bu kez özellikle 17 Ağustos depreminin bize tanıştırdığı Arama Kurtarma Takımı Yönetim Kurulu Başkanı Nasuh Mabruk’yi konuk ettik.

Deprem bir çok yönden tartışılabilecek bir gerçek.  Elbetteki arama-kurtarma çalışmaları depremde en son yapılacak olan işler. Ala olası bir felaketin yaşanmasının ardından da yapılacak ilk ve en önemli iş. Bu alamda bizler de bu konunun kamuoyunda en çok yankı bulduğu kuruluş olan AKUT’un oluşumu ve gelişiminden başlamak istedik söze. Sonrasında da genel anlamda arama kurtarma çalışmalarının detaylarına ve bu konuda yapılması gerekenlere değindik. Nasuh Mahruki ile yaptımız konuşmayı zevkle yararlanarak okuyacağınızı umuyoruz.

 

AKUT ne zaman kuruldu, nasıl kuruldu?

1994 yılında bir dağ kazasında… Türkiye’nin dört bir yanından aşağı yukarı 100 dağcı biraraya geldi. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya vs.’den  dağcılar geldi ve 14 gün boyunca biz bir arama çalışması yaptık. 2 dağcı kaybolmuştu, bulamadık çocukları, bir tanesi 8 ay sonra çıktı, bir tanesi hala yok. Şimdi  su olay bizi düşündürdü. Daha fazla genç dağcılık yapıyor. Dolasıyla daha çok dağ kazısı yaşanacak. Dağ kazası yaşandığında birbirimize daha çok yardım etmek için örgütlenmeliydik. Çünkü dağcılara, dağcılar yardım edebilir. Başkaları müdahale edemez kolay kolay. Teknik ekip gerekli.  Kendimize yardımcı olabilmek için örgütlenelim dedik. Yani biz öyle AKUT falan olmayı düşünmüyorduk. Dernek kuruluyordu. 1995 yılı bu işin resmi projeleriyle geçti. Sonra söyle bir şey farkettik ki; Türkiye deprem kuşağında yer alıyor. Halkın deprem riski olan bölgelerde yaşadığı sellerin belli sezonlarda belli bölgelerde sürekli yaşandığı zaman dedik ki eğitim alarak kendimizi geliştirelim, depremlerde ve kazalarda yardımcı olalım. Böyle hazırlandık. 1996 yılında resmen kurulduk ve bu şekilde devam ettik.

Arama –kurtarma çalışmalarının önemi nedir?

 

Ağır arama kurtarma dediğimiz şey, özel teknik ekipmanlarla, arama kameralarıyla, ses dinleme cihazlarıyla, delici, kesici, ayırıcılarla yapılan arama-kurtarma. Aslına bakarsanız tabi ki geniş kitlelere yayılması gereken bir şey değil. Bu konuyla ilgili arama-kurtarma ekipleri oluşturulur. Sivil savunma vardır Türkiye’de; bu konuda tecrübeliler. Burada esas konu, halkın eğitilmesi. Kitlesel bir afetten bahsediyorsak. Geniş bir coğrafyada  büyük bir nüfus çoğunluğu etkinlendiğinde, o zaman arama- kurtarma ekiplerinin bölgeye ulaşması, her tarafa yetişmesi pratik olarak mümkün değil. Hatta ilk 48 saat insanlar kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalabilirler. Bina yıkıldı, enkaz oldu, bütün mahalle çöktü, siz sağsalim çıktınız. Yapacağınız tek şey gidip başkalarını kurtarmak.  O zaman halkın eğitilmesi, yani kitlelerin bu konuda bilinçlendirilmesi çok önemli. Herkesin bir asgari ilk yardım eğitimine sahip olması gerekir. En azından deprem sırasında ve sonrasında neler yapmalı, neler yapmamalı bilinmeli. Çünkü bir olay yaşadınız  ve ortada kritik bir süre konu var. Durumun daha kötüye gitmemesi için nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda herkesin bilinçli olması gerekir. Bizim de zaten şu anda üzerinde önemli durduğumuz konu bu. Kendi ekibimizi ağır arama- kurtarma konusunda en iyi şekilde yetiştirmek. Çünkü zaten bu iddia ile bu misyon ile ortaya çıkmış bir kurumuz. Ama aynı zamanda arama-kurtarma çalışmasını gerçekleştireceğimiz insanların da potansiyel olarak bu konuda belirli bir bilgiye ve bilince sahip olması bizim işimizi kolaylaştırıyor.

 

Arama kurtarma çalışmaları sırasında sizin çalışmalarınızı olumsuz yönde etkileyen etkenler nelerdir?

Buarada önemli olan, arama kurtarmaya ihtiyaç duyan kişinin de belirli bir biçimde hareket etmesi ve arama kurtarmaya gelen kişilere bir ölçüde yardımcı olması. Aslında 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde müthiş bir tecrübeye sahip olduk. Bir arama ya da kurtarma çalışması yapıldı… İşmakinaları ağır makinalar çalışıyor ve gümbür gümbür gürültü var. Bu gürültü varken enkaz altındaki kişinin bağırarak, bir yere vurarak sesini duyurmaya çalışması hiçbir işe yaramaz. Enkaz altındaki kişi bilmeli ki dışardan bu tür sesler geldiğinde bir arama-kurtarma çalışması yapılıyor. Biz aletlerimizi kuruyoruz. Sesle ya da temasla aşağı bir ses ulaştırmaya çalışıyoruz. Aşağıdan da bunun cevabını bekliyoruz. Bunun dışında Türkiye’de uygulanmayan bir deprem yönetmeliği var. En büyük problem bu. Tarihsel bilgilere bakılarak, birtakım istatistiki değerler gözönünde bulundurularak binalar buna göre inşa edilmeli. Burada yaşanacak maksimum şiddetteki depreme göre binalar inşa edilmeli.

 

Sizin gibi çalışan başka kuruluşlar var mı?

 

17 Ağustos sabahı arama kurtarma misyonunu üstlenmiş sadece bir kuruluş vardı. Bu da AKUT’tu. Sivil savunma Genel Müdürlüğü vardı. Zaten bizden çok daha eski ve tecrübeliler. Onların yanında sevil toplum örgütü olarak biz vardık. Bugün yüzlerce sivil toplum örgütü kurulmuş durumda. Türkiye’nin dörtbir tarafında. Ağırlıklı olarak depremde arama-kurtarma çalışması yapmak amacıyla. Bu girişimlerin % 100’üne olumlu demek mümkün değil. Kişilerin niyetleri de önemli burda. Acelecilikle böyle bir kuruluşu kurmuş olabilirler. Başka muhasebeler yapmış olabilirler. Şu anki yüzlerce kuruluştan onlarcası işini iyi yapacak halde kalsalar, bu Türkiye’nin kazancıdır.

 

Ekibiniz kaç kişiden oluşuyor ve finansmanı nasıl sağlıyor? Devletin desteği var mı?

 

AKUT tamamen bağışlarla ve gönüllülük ilkesi ile ayakta duran bir kuruluş. Üye sayımız 175. Ankara, İstanbul, ve Antalya’da yapılanmamız var. Gönüllü herkes kuruluşumuza üye olabilir. Çok cüzzi bir aidat ödüyor üyeler. Burda önemli olan AKUT’un misyonunu, vizyonunu değerlerini kabul etmek. Tüzüğünü ve kurallarını kabul etmek ve ondan sonra da çalışmak.

Devlet hem maddi hem de manevi olarak destek veriyor.

Kişilerin farkında olmadıkları korkuları olabilir. Ceset ya da yarıl insan görmek bazı insanları çok kötü etkileyebilir. Üye olmadan önce bu insanları herhangi bir testten geçiriyor musunuz?

Hayır. Biz zaten insanları kendilerini biliyor diye düşünüyoruz. Zaten arama kurtarma çalışmalarında üyelerimizin hepsi enkaz yerinde bulunmuyor. Örneğin son zamanda yaşanan bir örneği vereyim. Biz Hindistan’a 12 kişi gittik. Fakat bunların arka planında belki 100 kişi çalıştı. Çünkü lojistik, depolardaki malzemelerin ayarlanması, kaynak yaratmak, ilişkilerin sağlanması gibi konularda arka planda çalışan çok sayıda insan var.  Cepheye sürdüğümüz insanlar çok daha az sayıda. Sonuçta burası bir dernek ve kurum gibi işliyor. Dolayısıyla yapılacak çok iş var.

Leyen olay hangisi?  Kendinizi hiç enkazın altında düşündünüz mü?

Kurtarma çalışmaları sırasında her olay insanı etkiliyor. Yakın arkadaşımız olan iskender’in olayı bambaşka. Çünkü İskender çok yakın bir arkadaşımızdı. Bunun dışında bütün olaymarda insan ne olsa etkileniyor. Ama oraya da farklı bir misyonla gidiyorsunuz. Burada önemli olan mümkün olduğu kadar fazla sayıda insanın kurtarılmasıdır. Defalarca enkazın altına girdik çıktık ama kendimi hiç o durumda düşünmedim.

17 Ağustos depremi sonrasındaki arama kurtarma çalışmalarında sizi bu kadar etkili kılan ne idi?

Bizim gücümüz şurdan kaynaklanıyor. Adana Ceyhan depreminden 1 yıl önce bir Amerikalı deprem uzmanı getirttirdik Türkiye’ye ve onunla bir deprem similasyonu yaptık. Bir binayı yıktık ve içine plastik mankenler yerleştirdik ve nerede ne sonuçlar çıkıyor diye anlamaya çalıştık. Yani insanların nerelerde sağ kalma olasılığı artıyor, nerde yaralanıyor ölüyorlar diye. Türkeyi’de o zamanlar daha depremin d’sinden bahsedilmezdi. Bu tücrübe bizim adana Ceyhan’da kazandığımız tecrübe 17 Ağustos’ta bu kadar verimli çalışmamızı sağladı.

Bu tür örgütlenmeler dünyada nasıl oluyor.

Gelişmiş ülkelerde arama kurtarma ekiplerine bakıldığında %25 profesyonel kadrodur. %75 civarı da gönüllülerden oluşur. Türkiye’de herhalde gelecekte bu yönde bir yapılanma olacak. Dar bir kadro profesyonelce bu işle uğraşacak. Dar bir kadro profesyonelce bu işle uğraşacak. Bunun dışında profesyonel gibi çalışacak gönüllülerden oluşan geniş bir kadro bu işin içine dahil edilecek. Gelişmiş ülkelerdeki bu kuruluşlar çok daha kurumsallaşmalarını tamamlamışlar, bütün standartlarını oturtmuşlar. Dolayısıyla ufak tefek detaylardan dolayı vakit kaybıyla karşılaşmıyorlar. Çok  daha etkili, hızlı kararlarla, doğru mekanizmalarla hareket ediyorlar.

Kültür mozaiğinde bir İstanbul masalıdır Beyoğlu

2650 yıllık bir yerleşim yeri, Beyoğlu. Farklı kültürlerin kendine yer edindiği İstanbul’un orta yeri. Bizans, Osmanlı, Ceneviz gibi birçok kültürün izlerinin bulunduğu turizm potansiyeli zengin bir bölge. Ve bu bölgenin Belediye Başkanı Kadir Topbaş.  Başkan Topbaş, konuşmanın bütününe sığdırdığı “Beyoğlu olmadan İstanbul’da turizm olmaz” görüşünü doğrulamak istercesine bir bir sıralıyor Beyoğlu’nun ayrıcalıklarını…

 

Beyoğlu dinler mozaiğini, sanat ve sinemayı, kültür faaliyetlerini dünya konsolosluklarının neredeyse tamamını bünyesinde barındırıyor.

‘’Turizm konaklamaları, Oteller açısından da yoğunluklu bir bölge. Geçmişi bu kadar eski olan bir yerleşim bölgesindeki yapı stoku kültürel miras, sokak dokuları herşeyiyle turistin dikkatini çekebilecek  güzellikleri olan bir yerleşim alanı… 45 mahallesi var ama her mahallenin kendine göre özellikleri var. Bir Galata, Pera bölgesi farklı ama bir Kasımpaşa da eski bir Osmanlı yerleşim alanı. Bu yönüyle gün yüzüne çıkarıldığı zaman çok daha fazla dikkat çekebilecek. Ayrıca deniz ulaşımıyla turizmin merkezi yine Beyoğlu. Çünkü Tophane’de rıhtım sebebiyle deniz yoluyla gelen turistlerin girişi de Beyoğlu’ndan olmakta… Bu yönüyle baktığınızda çok ciddi anlamda bir sirkülasyon yaşanmaktadır.”

Belki tarihi bir yarımada kadar olmasa da Beyoğlu’nun kendi boyutunda önemli bir yeri var diyen Topbaş, Galata Kulesi’nin bir anıt eser olarak turizme hizmet verdiğini belirtiyor. “Genelde İstanbul özelde ise Beyoğlu’nun zenginliklerinin turizmin hizmetine henüz yeterince açılmamış olmasından yakınan başkan Topbaş turizme gereken ilgi gösterilirse ticaretten elde edilen girdiden daha fazla girdi elde edilebileceğini söyledi. Turizm açısından hakettiğimiz yerde değiliz. Beyoğlu’nda terkedilmiş eski yapılar ağırlıklı durumda. Bunlar dönüşüm projeleriyle turizme kazandırılabilir” diyen Kadir Topbaş, “sadece Beyoğlu’ndaki çeşmeleri ayakta tutabilseydik sırf bu çeşmeler büyük bir turizm girdisi sağlayabilirdi” şeklinde konuştu.

Dünya’da İstanbul’u bilen herkes mutlaka Beyoğlu’nu da bilir iddiasında olan Başkan Topbaş, Beyoğlu gibi önemli, tarihi kimliği olan yerlerin yönetiminin özel bir statüye bağlanması gerektiğini söylerken, Kültür ve Turizm Bakanlıklarının, üniversitelerin, sivil toplum örgütleri ve sivil insiyatifin bu alanda mutlaka birlikte çalışması gerektiğinin altını çiziyor.

Kültür turizmi ile ilgili cazibe merkezi olarak bilinen Beyoğlu’ndaki tarihi Mevlevihaneler ve dergahların onarılıp tekrar ayağa kaldırılması gerektiği üzerinde de duran Topbaş bu konuda kendilerinin sınırlı yetkilere sahip olduklarını belirtiyor.

Şişhane’de ikinci Kapalıçarşı

Beyoğlu Belediye Başkanı, turizm adına 5 yıldızlı otel yapmak yerine sokak oralarında apartotel şeklinde düzenlenmiş kaliteli otellerden yana olduğunu dile getirirken “turiste sokakların tarihi ve doğal yapısını bozmadan en iyi hizmeti verebilmek önemli” dedi.

Başkan, Beyoğlu’nun dönüşüm projelerine ihtiyacı var derken, bu değişime yönelik olarak Galata ile Pera bölgesi için kendisinin de bir rapor hazırladığından bahsetti: “halen elektrik piyasasının ağırlıklı olarak satış yaptığı Şişhane böygesindeki sokaklarda apart oteller, cafeler, eski ve turistik eşyalar satan mağazalar bulunlayı” diyen Topbaş “ ülke menfaati için halk bir turizm kampanyası başlatmalı. Elektrik malzemesi her yerde satılabilir ama turizm her yerde olmaz. Burası ikinci bir Kapalıçarşı olmalı” dedi.

“Biz hiç gelecek hesabı yapmadık. Hep günü, bu günümüzü yaşadık, yarını hiç hesaplamadık  ve burda büyük bir ihanet yaptık. Bu güzellikleri bozuk, doğamızı mahvettik, boğazı bozduk”

 

İstanbul’u İstanbul yapan çok önemli 3 tane öğe var ki yeryüzünde başka hiçbir yerde yok diyen başkan bu öğeleri İstanbul Boğazı, Haliç ile Galata ve Pera olarak açıklıyor.

İstanbul’da çok ciddi, radikal düzenlemeler yapılmalı diyen Topbaş, dünya harikası bir kent olan İstanbul’un kötü yapılanmayla mahvedildiğini ve mevcut kültürel mirasi geleceğe taşımamakla bu kente ihanet edildiğini söyledi. Bu işi bilen bir mimar olarak görüp de yapamamanın hissedip de ortaya koyamamanın sıkıntısını yaşadığını bildiren Topbaş, imkanların ve yetkilerin kısıtlı olması elimizi kolumuzu bağlıyor. Buraksınlar bizi, heyecanımızı frenlemesinler ki, güzellikleri ortaya çıkaralım” dedi.

“ Biz hiç gelecek hesabı yapmadık, hep günü bugünümüzü yaşadık, yarını hiç hesaplamadık ve burda büyük bir ihanet yaptık, bu güzellikleri bozduk, doğamızı mahvettik, boğazı bozduk görüyorsunuz  yapıları. Bir dahaki nesillerin, gelecek nesillerin bizi nasıl eleştireceklerini tahmin edemiyorum. İstanbul düşünün! Bu kültürel bir mirastır, hepimizin, tüm insanlığın bunun geleceğe taşıması lazım.

Burası, Beyoğlu bir açık hava müzesidir. Yapılarıyla, ben bir mimar olarak bunu söylüyorum, yapı dokusuyla tarzıyla şunu da hatırlatayım her eski, tarihi eser değildir ama çok önemli.”

Gerçek anlamda halkla ilişkiler ve işlevi

 

Halkla İlişkiler’in Türkiye’de hem kurulsal iletişim hem de akademik açıdan gelişiminde önemli bir rol oynayan Prof. DR. Aleaddin Asna Halkla İlişkiler’i “özel ya da tüzel kişinin, yani bir insanın, örneğin, özel ya da kamu kuruluşunun karşılıklı iş yaptığı gruplarla ilişkiler kurması, varsa ilişkilerin geliştirmesi için gösterilecek çabalardır. İster kişinin (özel ya da tüzel) kendisi, isterse onun adına çalışan başkaları tarafından yapılsın, bu iş çeşitli tekniklerin çabalara girişilmesini gerektirir” şeklinde tanımlıyor.

 

İşlevselliği uzun süre anlaşılamayan ve doğru yorumlanamayan Halkla İlişkiler’in yaşadığı bu süreci Prof. Dr. Filiz Balta Petekoğlu söyle açık açıklıyor: birden fazla bilim dalı ile beslenen, bu bilimlerin verileriyle senteze ulaşan halkla ilişkiler kavramı üzerine, uzun süre tam bir görüş birliğine varılamaması, kavramın sosyal bilimlerin alt dalları içine yorumlanmasına neden olmaktadır.

Profesyonel bir iletişimci ve başarılı bir işkadını olan  Ceyda Aydede ile halkla ilişkiler üzerine söyleşi yaptık.

 

Halkla İlişkiler nedir, ne olmalıdır?...

 

Halkla İlişkiler Mühendisliği olması gerekiyor diye düşünüyorum. Halkla İlişkiler ilk yıllarda sanattı sonra bir sosyal bilim oldu şimdi ise bence tamamen teknik çünkü halkla ilişkilerciler artık yönetimlerde söz sahibi. Halkla İlişkilerciler genelde çözüm yeneteği olan insanlar. Önceleri benim için git bunu söyle diyorlardı. Ondan sonra bunu nasıl söyleyeceğim şekline dönüştü. Daha sonra Amerika’da 1960’lı yıllarda ne söyleyeceğim şekline dönüştü. Türkiye’de bu süreç  daha geç yaşandı. En son öyle bir yere gelindi ki halkla ilişkilercileri yönetim kurullarına aldılar. Eksiden müşteriniz televizyona çıkacaksa  zayıf görünmek için koyu renkli veya çizgili giyinmesini böylece zayıf görünme yerine zayıf olması gerekiyorsa o şekle sokuyoruz. Dünyada şeffaflık ve açıklık politikaları ön planda biliyorsunuz gizli kapaklı birşeyin kalmaması gerekiyor. Tabii ki şirketlerin ticari amaçlı olduğu için politik sırları olacak bu ayrı bir şey. Eskiden  bizim sektörümüz medya ilişkileri ve etkinlikleriyle sınırlıydı. Şimdi ise güven, sosyal sorumluluk ve iyi nsan olmak kavramları olması gerekiyor.

 

Halkla İlişkilerin değişin işlevi ve tanımı…

 

Halkla İlişkiler eskiden tamamen bir figürdü. Güzel görünümlü insanların yaptığı iş olarak algılanırdı. Bu gerçekten bir dönem yaşandı. Betül Mardin ve diğer meslektaşlarımın büyük çabalarıyla değişti. Artık dediğim gibi bir bilim oldu. Teknik çalışma gerekiyor. Türkeyi bu alanda inanıyorum ki Avrupa’dan hiç geri değil.  Uluslararası sektörde güzel bir yerde. Amerika’dan bir adım gerideyiz ama Uluslararası şirketlerin Türkiye gelmesi birlikte çok aşama kaydedildi. Artık dış görünüşü güzel hanımların yaptığı meslek olmaktan çıktı.

Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği’nin 2003 yılı başkanlık toplantılarını, Türkiye’de Özellikle yapmak, ülkemizin konuk severliğini göstermek istiyorum. Ülkemizi tanımalarına böylece katkımız olacak. Başkanlık biraz özveri gerektiren bir iş. Fakat özverinin mutlaka bir karşılığı olacak. Ve ülkemiz adına çok şeyler kazanacağız.

Halkla İlişkiler bayan mesleği gibi algılanıyor…

 

Böyle bir şey yok. Uluslararası mesleki konferans ve toplantılarda ve Amerika’daki seminerlerde, Amerika Halkla İlişkiler Derneği toplantılarında, 2 bin, 3 bin kişi oluyor. Söyle bir baktağım zaman, hemen hemen bay ve bayanları eşit görüyorum. Türkiye’de hanımların olması, tabi önceden bahsetmiş olduğumuz, dış görünüşe önem veren bir etkileme iletişiminden kaynaklanıyor. Şu an öyle değil. Herşeyden önce bilim. Bu işte erkekler de başarılı olabilir. Aklı olan, detay düşünebilen ve işine odaklanabilen her iletişimci halkla ilişkilerci olur. Mühim olan doğru imajı çizmek ve onu belli bir strateji içinde uygulayabilmek. Halkla ilişkilercide iyi bir enerji olması lazım. Eskiden beceri ile birlikte kişisel iletişim ön planda idi. Şimdi ise daha teknik konulardan bahsediyoruz.. Türkiye’de birçok iş entegre iletişim içinde yapılmıyor. Herkes birşeyler yapıyor ama entegre bir iletişim yok aramızda.

 

Ceyda Aydede

 

Halkla İlişkiler’in her alanında önemli bir birikime sahip olar Ceyda Aydede, Eğitimini Amerikan Kız Koleji ve ardından Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden tamamladı. New Hampshire’deki Hesser College’de  Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği (IPRA) yönetim kurulunda tek üye olarak görev yapıyor. Amerikan Halkla İlişkiler Derneği (PRSA) ve Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin (HID) üyesi, Türkiye Halkla İlişkiler ve Danışmanlar Derneği’nin  de (HDD) kurucu üyesi olan Ceyda Aydede, Betül Mardin’den sonra ikinci kez bir Türk Başkan olarak 2003 döneminde Tük dünyada halkla ilişkiler alanında faaliyet gösteren halkla ilişkiler profesyonellerinin derneği IPRA’yı yönetecek.

 

Kurumların Yönetim Organizasyonlarında Halkla İlişkilerin Yeri ve Globalleşme

 

Bir şirkette Halkla İlişkilerci Yönetim kurulunda olmalı. Abartmıyorum. İnandığım bir şey bu. Birinci elden yönetimde olmazsanız kurum için çok zor. Şu an bir çok meslektaşımız yönetim kurulunda sandalyelerini aldılar. Hele globalleşme sürecinde bu çok daha gerekli. Biz iletişimciler sosyal sorumluluğu çok seven ve kullanan kişiler olduk. Bu sayede üst düzeyde yönetim ile daha fazla mesai yapmaya ve kurumları daha üst düzeylerde tanımaya başladık. Nerden çıktığını sormadan dört elle sarıldığımız sosyal sorumluluk bana göre yardımseverliğin globalleşmesi.  Zaten çok eskiden beri dinlerde varolan, toplumda kabul görmüş yardımseverlik, globalleşmeyle birlikte, yerellikten sıyrıldı. Büyük şirketler de globalleşme karşıtı hareketlerinden sosyal  sorumluluk başlığı altında tezler geliştirdiler.

Geçmişte halkla ilişkiler çalışmaları “organizyon”, “ilişki” ve “medya” temelli yürürken, bugün artık yeni kavramlar ve söylemler ön plana çıktı. Günümüzün iletişiminin en önemli ekseni kurum ve kuruluşları, yani müşterilerini paydaşlarının gözünde “güven” sağlamak için “sosyal sorumluluk” anlamında üzerine düşenleri yerine getirmeye çalışan “iyi, global vatandaşlar” yapmaktadır.

Halkla ilişkiler çok genişledi. Stratejiden etkinlik denetimine kadar aktif çalışabileceğimiz sahalar var. Yeni dünyadaki gelişmelerle birlikte üzerimize düşecek çok şey var.

Halkla ilişkileri tanımlarsak, şirketin veya kurumun veya fikrin isteği ve avantajları doğrultusunda. Harekete geçirecek yöntemlerin tamamı. İletişim yaptığımız işi özetliyor.

Kal Der içir bir makale hazırlarken rastladığım, Koffi Anan’ın “Global Compact” diye bir sözleşmesine rastladım. Çok enterasan geldi bana. Bunu göre büyük şirketler,” globalleşme hareketlerindeki zararlardan sosyal sorumluluk kalkanı ile korunmalılar.” Bu çok önemli.

İletişim gücüne inanıyorum. Bütün meslektaşlarımı da bu konuda çalışmaya ve bunu ispatlamaya çalışmaya davet ediyorum. Hiçbir çalışmayı küçüksemeden küçük küçük adımların büyük mesafe katetmemize katkıda bulunduğuna inanıyorum.

Kurum Kültürü ve Halkla İlişkiler…

Bir örgütün kültürü o şirketin iş dünyasındaki sitilini belirleyen karmaşık değerler. İnançlar, varsayımlar ve sembollerin bütününden oluşuyor. Neyse ki giderek yöneticiler rekabet avantajı elde etmek için örgütsel kültürün ne kadar önemli olduğunu anlamaya başlıyor. Artık örgüt kültürünün hedefler, stratejiler ve politikalar üzerinde büyük bir etkisi olduğu; seçilmiş stratejinin uygulanmasını kolaylaştırdığı ya da zorlaştırdığı anlaşılıyor.

Kurum kültürünün doğru oluşması ve korunması, genel strateji ve hedefinin tanımlanıp uygulanmasında üst yönetimin verdiği başarılı liderlik modeli kritik bir rol oynar. Belirli bir vizyonu örgüt çapında paylaşmak suretiyle şirket genelinde değişiklikler gerçekleştirip kurumu dinamik tutmak şeklinde tanımlayabileceğimiz liderliğin yarattığı değerler ve inançlar o örgütün kültürünü oluşturur.

Toplumsal sorumluluk anlayışı gereği, işletmeler günümüzde yanlızca kar elde eden ürün ve hizmet üreten kuruluşlar olarak görülmüyorlar. Artık üretim yapmak ve üretilenleri satmak anlayışının yıkıldığını, yerine yaşamlarını borçlu oldukları topluma karşı sorumluluk taşımaları gerektiğine inanan yöneticiler görmekteyiz. Günümüzdeki ticari koşullar, şirketleri yanlızca kendi gündemlerine değil, toplumun çıkarlarına da duyarlı olmaya zorluyor. Topluma karşı sorumluluk, tüketiciye kaliteli ürün ve hizmet sunmanın yanında sosyal paydaşların beklentilerini  karşılamak amacıyla kültür, sanat, bilim ve eğitim etkinlikleri aracılığıyla topluma* toplumsal bilince katkıda bulunmaktadır. Toplum sağlığına, spora yapılan katkılar yada uğranılan bir felaket/afet karşısında yarışırcasına yapılan yardımlar, bu sorumluluğun yerine getirildiğini göstermekterdir.


 

1/3

Please reload

bottom of page