top of page

Mustafa Seven

"Ben Siyah Beyaz Bir Adamım"

Senelerce ulusal basının çeşitli mecralarında foto muhabirlik yaptıktan sonra,  yönünü tamamen fotoğrafa çevirmiş bir fotoğrafçı Mustafa Seven. Hayatın doğal akışını ve o akış içinde insan öykülerini etkili biçimde

aktarmayı başaran Seven’in kareleri, dünyanın birçok yerindeki fotoğraf severler tarafından ilgi görüyor. Son yıllarda İnstagram’da bir milyonu aşan takipçi sayısı ile bir fenomene dönüşen Mustafa Seven ile fotoğraf, İstanbul  ve yaşam üzerine konuştuk.

 

Röportaj: E. Hilal Korucu

Fotoğraf: Doğan Arslan

 

Hayatınızda fotoğrafın olmadığını düşünerek fotoğrafın sizin için anlamını paylaşır mısınız?

Bu aslında ters köşe yapabilecek bir soru. Çünkü hayatımda fotoğrafın olmadığı bir anı kurgulamak bile zor geliyor. Kendimi ifade etme biçimi olarak fotoğrafı benim elimden alıyor olmak kendimi topyekûn her şeyin dışında bırakmak gibi bir şey. Her halde çekilmez bir adam olurum.  Şu yüzden fotoğraf bu yüzden fotoğraf şeklinde bunu tanımlayabilecek yeteneğim de yok. Ama şunu söyleyebilirim ki kendimi en iyi hissettiğim dünyanın mevcut her şeyinden sıyrılıp başka bir noktaya taşındığım bir alan fotoğraf. Bu benim kendimi kaybettiğim, meditasyon yaptığım, dua ettiğim, zamanın nasıl aktığını tarif edemeyeceğim ruhen ve bedenen içinde bulunduğum fiziksel mekânın bir öneminin kalmadığı bir hâle dönüşüyor. Ben hayatımdaki en büyük travmamı babamı kaybettiğimde yaşadım. Fotoğrafın yokluğunu bir travma olarak tanımlayabilirim. Meseleyi felsefi olarak yorumlamadan günlük hayat içinde sıradanlaştırdığımda sanırım böyle bir etkisi olurdu.

İyi fotoğraf ya da iyi fotoğrafçı tanımlamasına objektifliği ya da sübjektifliği üzerine neler söylersiniz?

Egemenler kendi kişisel zevkleri üzerinden iyiyi tarif etti. Estetik anlayışı artık kolay evrilebilen bir noktaya geldi. Sanat eseri olarak değil de daha çok bir ifade aracı olarak geliyor bu tür üretimler. Ben sokak adamıyım anlamam bu işlerden ama akademisyenlerin biraz işin bu tarafına kafa yorup bu üretimleri yeniden tanımlaması gerekiyor. Bir iş yaparsınız çok fazla insan sizin beğenir, yaptığınız şeyleri takip eder ve bakma arzusu duyar. Bu sizi iyi yapar. Ama bu yaptığınız işin iyi olduğu anlamına gelmez.

 

“İnsanın olmadığı bir doğa beni heyecanlandırmıyor”

 

Fotoğrafta teknik mi hikâye mi daha öncelikli sizin için?

Tabi ki tekniği yok saymak mümkün değil. Ama bana sorarsan ben tekniği çok gerilere atıyorum. Kendi fotoğraf hayatımda da böyle fotoğrafa yaklaşımımda da böyle. Tekniğin benim hayatımdaki oranı çok düşük artık. Eskiden foto muhabirliğim zamanında takardım böyle şeyleri. Mümkün olduğu kadar o teknik meseleler üzerinden konuyu çözümlemeye çalışırdım.  Artık ne anlattığım, ne söylediğim, bir hikâyemin olup olmadığı insanları etkiliyor. Analog dönemde tekniği bilmek zorundaydık ama o dönem bitti artık. O dönem üretim zordu ve üretebilmek için tekniği bilmeye ihtiyacın vardı.  Tüm bunları söylerken estetik unsurları önemsemiyor değilim. Herkesin az çok estetik ile ilgili bir bakışı ve ayırt etme özelliği vardır.

Seyahat ve fotoğraf ilişkisi üzerine neler söylersiniz?

Bu ikisi birbirini besleyen ve birbirlerine uzak olmayan iki ayrı dünya.  Seyahat etmenin insanın ufkunu genişletmesi, yeni hikâyeler sunması ister istemez sizin dilinize yansıyor. Seyahat ederken beslenmek de size bağlı elbette. Gittiğin yerlerde sokaklarda dolaşmıyor, kimseyle konuşmuyorsan daha az beslenirsin. Meraklıysan, insanlara temas etme yeteneğin varsa, içinde bulunduğun hayatta neler döndüğüne dair kafa yorabiliyorsan, zıtlıkları, beraberlikleri orada daha başka türlü görebiliyorsan bunlar senin hem insani olarak gelişimini, hem de fotoğraf dilinin zenginleşmesini sağlıyor. Bizim ilk öğrendiğimiz şeylerden biri ‘iyi fotoğraf için çok fotoğrafa bak’ kuralıydı. Çok fotoğrafa bakmak ile seyahat etmek arasında çok fazla fark olduğunu düşünmüyorum.

 

 

Fotoğraf üretiminde niceliksel artış niteliksel olarak bir düşüş yaratıyor mu?

Üretim yapan insanların sayısı çoğaldığı için böyle bir yanılsama içine düşebiliriz. Ama burada bizim düsturumuz seçebilme özgürlüğümüz olmalı. Geleneksel medya araçlarında seçim yapma şansımız yoktu. Yeni medya da böyle bir durum yok. Dijitalleşen ve kişiselleşen bir medya söz konusu artık. Seçebilme özgürlüğü sana, senin kişisel bakış açına göre “kaliteli” olana ulaşma şansı veriyor. Bizim hiçbir şekilde entelektüel bir snopluğa düşme lüksümüz yok. Birinin işinin iyi veya kötü olduğunu söyleyecek olan ben değilim. Evet birileri çok berbat işler yapıyor ama o işler birileri için çok değerli hale dönüşebiliyor. Şimdi ben bu adamı yok mu sayacağım.  Herkesin kendini anlatma noktasından meseleye baktığım zaman ifade aracı olarak kullanıyorsam bunu ve o adam da onu böyle anlatma yeteneğine sahipse ve onu takip eden birileri varsa onları yok mu sayacağız!

 

Fotoğrafın ticari bir meta olarak sosyal medya ve yeni medyadaki rolü üzerine neler söylersiniz?

Fotoğrafın ticari hayatın içinde olması bana itici bir şeymiş gibi gelmiyor. Ben ürettiklerimi sanat eseri olarak görmüyorum. Sanat malzemesi üzerinden kurgulamıyorum ya da öyle üretmiyorum. Bu konu benim üzerinde çok kafa yorduğum bir konu da değil. Fotoğrafın bir ticari malzeme olma unsuru olması da aynı şekilde ilerliyor. Ben fotoğrafı ne bir ticari malzeme ne de sanat eseri olsun diye üretiyorum. Fakat ticari bir proje dâhilinde ürettiklerim bunun dışında. Çünkü orada müşteri belli, istenen belli. Bu noktada çıkan malzemenin elma olması ile fotoğraf olması arasında bir fark yok. Elma da satabilirdim

 

“İnsanlarla fotoğraf malzemesi diye iletişim kurmuyorum”

 

Sokak fotoğrafçılığında insan ve çevre ile iletişim konusunda neler söylersiniz?

Ben sokağa fotoğraf çekmek için çıkmıyorum. Fotoğrafını çeksem de çekmesem de insanlarla tanışıyorum. Çay içiyorum, muhabbet ediyorum. Ben zaten oradan geliyorum. O adamın dünyasına uzak bir dünyam yok. O adamın neler konuşabileceğini, hangi dille küfür ettiğini biliyorum. Bir sonraki gün tekrar geçtiğimde oradan eğer fotoğraf varsa çekiyorum. İnsanlarla fotoğraf malzemesi diye iletişim kurmuyorum. Yanından geçtiğim insanlara kolay gelsin diyorum, baba herşey yolunda mı diyorum. Yarın belki o adamın fotoğrafını da çekebilirim. Bunları rol olsun diye yapmıyorum. Ama eğer bir insanın portresini çekeceksem onunla biraz daha uzun vakit geçiriyorum. Bazen fotoğrafını çekmek istediğim insanlarla çatıştığım da oluyor. Politik bir şeyler söylüyor, ben de söylüyorum. Fotoğrafını çekeceğim diye rol yapmıyorum. Şunu da ifade edeyim ki içinde bulunduğumuz çevrenin ahlaki toplumsal birtakım kuralları ile çatışmamamız lazım. O insanların hassasiyetlerine saygı gösteriyor olmamız lazım. Bu da zaten insan olmasının gereği fotoğraf çekmenin değil. Çok dikkat çekici aksesuarlarla donatılmış olmak sizi görünür kılar. Bir de bir insanın gördüğünüzde hemen yüzüne makinayı doğrultmamanız lazım. İnsanı taciz ediyorsun. Sokakta en gerçek olduğu halde ve belki istemeyeceği bir halde fotoğrafını çekiyorsun.

 

“İstanbul benim toprağım, vatanım, kanım, canım…”

 

 

 

Fotoğraftaki en güçlü tema nedir?

İnsan. İnsan yoksa işin içinde eksik kalıyor. En azında insanın varlığını hissettirecek unsurların olması lazım. Fotoğraf insansızsa da insanın izini hissetmem lazım. Çok pür bir manzaraya bakınca hoşuma gidiyor ama İnsanın olmadığı bir doğa beni heyecanlandırmıyor.

İstanbul ve İstanbul’un son yıllarda geçirdiği toplumsal değişim üzerine neler söylersiniz?

Dünyanın en biricik şehri geliyor İstanbul bana. Bir arkadaşım dünyanın diğer şehirlerinde çektiğin fotoğraflar daha pozitif, İstanbul’da çektiklerin daha depresif şeklinde bir yorum yaptı. Bu aslında kötü bir şey değil. Ben bu şehri daha iyi tanıyorum demektir. Çünkü tanıyabildiğin noktada derine gidersin. Diğer şehirleri ne kadar tanıyabilirim ki… İstanbul benim toprağım, vatanım, kanım, canım… Bu şehre nüfus edebilmişim ki bir başka tarafını gösterebiliyorum. Ben İstanbul’daki insan yoğunluğundan rahatsız değilim çünkü ben onlardan besleniyorum. Kendimden çok şey buluyorum o insanlarda. Gidiyorum sofralarına oturuyorum, muhabbet ediyorum. Ben tüm bunları şehrin bir parçası olarak kabul ediyorum. Benim görevim bir fotoğrafçı olarak mevcut durumu belgelemek. Şehrin, sosyolojisinin, psikolojisinin temeline inip soruna çare bulmak değil. Yarın durumlar düzeldiğinde “bak kardeşim yirmi yıl önce memlekette bunlar oluyordu” diyebilmek. Benim sorumluluğum bu kadar. İstanbul gettolaşıyor bir yandan da. Aksaray’a gidiyorsun Harlem’de geziyor gibisin. Oradaki insanların hayatına dahil olduğunda bambaşka bir İstanbul Görüyorsun.  Bu insanlar bu şehrin bir parçası ve bu şehrin kimliğini yaratıyor. Ağrılı ile Senegal’den gelmiş adam birlikte yaşıyor. Bu da benim için kayıt altına alınması gereken bir şey.

 

Dünyada artık sokaktaki günlük yaşamı kısa kısa hikâyeler ve fotoğraf eşliğinde veren ve milyonlarca izleyicisi olan yeni mecralar doğdu. 14 milyonu aşkın bir takipçi kitlesi ve paylaşımlarına yüzbinlerce yorum yapılan ‘Humans of NewYork’ projesi gibi insanların en mahrem konularını  bile paylaştıkları alanlar var. Geleneksel yapıdan buraya gelişi nasıl görüyorsunuz?

Fotoğraf artık bir kırılma noktasında ve dönüşüm yaşıyor. Bir sürü disiplinlerle iç içe geçmeye başlıyor. Söylediğiniz yöntem bir ‘photojurnalism’ örneği aslında. Fakat bunların takipçi sayıları çok yüksek. En yüksek tirajlı gazetelerden bile daha fazla insana ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla fotoğrafın bu kadar kitleselleşiyor olması meseleyi hepimiz açısından başka bir şeye dönüştürüyor. Daha çok beslenebileceğimiz kaynaklar yaratıyor bizim için. Burada bizim iyi ve kötüyü ayırt edebilecek kişisel beğeni ölçülerimiz devreye giriyor. Bunu ben çok demokratik ve olması gerektiği yerde gibi görüyorum. Malzemenin ne olduğu konusunda fikirler net değil. Adama ürettiği şeye fotoğraf değil içerik diyor. Bir hikâyeniz söyleyecek bir sözünüz yoksa bir karşılığının olması çok zor. Çünkü artık çok fazla insan bunu üretiyor. Dünyanın bir yerinde fotoğrafçı olmayan bir adam elindeki cep telefonuyla çektiği fotoğrafla bana acayip hikâyeler anlatabiliyor. İçinden geldiği gibi sana sunuyor ve bir sürü disiplin etkileniyor bundan. Hibrit olma durumu  da buradan kaynaklanıyor. Resim ile fotoğrafı karıştırıyor ya da manipüle ediyor. Biz şimdi bu malzemeye ne diyeceğiz. Ultra gerçeklik bu.

 Neden fotoğraflarınız ağırlıklı olarak siyah beyaz?

Ben kendim siyah beyaz bir adamım. Ben neysem fotoğrafım da o. Renkleri insanı kandırdığını düşünüyorum. Dolayısıyla renklerden arındırmayı seviyorum. Açıkçası yöntem olarak böyle yapmakta ısrarcıyım.  Benim asla anlam atfetmediğim bir fotoğraf izleyen açısından çok değerli bir hale dönüşebiliyor. Siyah beyaz olması fotoğrafın içinde daha fazla gezme şansı veriyor izleyene. Fotoğraftaki detayların her biri bir hikâye kurgusunun malzemesi olabiliyor. İzleyen kendi hikâyesini yazıyor o fotoğrafla ilgili. Ben bunu seviyorum. Naçizane bunu başardığımı düşünüyorum. Çok sayıda email alıyorum bu konuda. Etkileşim bu. Yarın birisi çıkıp buna itiraz edebilir ben olaya böyle baktığım için böyle yorumluyorum.

Altyapısında fotoğraf olan yönetmenler gibi filme kayma isteğiniz var mı? Nasıl bakıyorsunuz bu konuya?

Yeni yeni ilgimi çekiyor. Merak ediyorum. Üretim prosesi olarak fotoğraftan başka bir şey. Eskiden ne işim var video  da anladığım bir şey değil diyordum. Son bir yıldır yapsam nasıl olur diye düşünüyorum. Sadece malzemenin devamlılığının olması biraz ürkücü geliyor bana. 3-5 dakikalık kısa film olarak denemek istiyorum.

 

“Benim felsefem ‘ne kadar olabiliyorsam’ insan olmak”

 

Fotoğrafın hayata bakışa etkisi nedir?

Benim yaşam felsefemi belirleyen şey fotoğraf değil. Benim felsefem “ne kadar olabiliyorsam” insan olmak. Bu da benim fotoğrafımı etkiliyor. Benim binlerce fotoğrafıma bakım beni salt fotoğraf olarak değerlendirirsen bana hakaret etmiş olursun. O sadece bir fotoğraf değil o benim. Benim elimden çıkmış her şey benim. Baktığın o şey Mustafa.

 

 

Please reload

bottom of page