top of page

Özcan Köknel

Kentleşme ve Kentlileşme

“Doğayla insan arasında sürekli iletişim-etkileşim vardır. Doğanın değişen fiziksel ve kimyasal koşulları insanı bedensel ve ruhsal olarak etkiler. Bu etkileşimde dış ortam bedende bulunan alıcılar aracılığıyla iç ortamda değişiklikler yapar. İç ortamdaki değişimler dış ortama yansıtılır. Bu yansıtma dış ortamda değişikliklere yol açar. Dış ortamdaki doğal değişikliklerin insanın bedensel ve ruhsal yaşamı üzerindeki etkisinin araştırılıp incelenmesi son yirmi otuz yıl içinde gelişen yeni bilim dallarının sağladığı yöntemlerle gerçekleşmiştir.”

Prof. Dr. Özcan Köknel ‘Zorlanan İnsan’ isimli kitabında bu şekilde açıklıyor insan ve çevre ilişkisini. Kent yaşamının dinamikleri bu diyaloğun maddi unsurlarının oluşmasında esas rolü oynuyor şüphesiz. Biz de kentleşme, kentlileşme ve İstanbul dedik, konuyla ilgili sorularımızı ünlü Psikiyatrist Prof. Dr. Özcan Köknel’e yönelttik. Amacımız bu konunun toplum psikolojisi üzerindeki etkileri ve sonuçlarını öğrenmekti.

Kentleşme nedir?

Kentleşme demek, o kente uygun olasılıkları ve olanakları elde etmek ve sanayi toplumu içerisinde o sanayileşmenin getireceği belirli ilkeleri, kuralları benimsemek ve uygulamaktır.

Büyük şehirlerimizde kentleşme bilinci var mı?

Bence hayır. Hayırın cevabını bulmak için sanırım bundan 30-40 sene öncesine gitmek lazım. Çok iyi bilirsiniz ki, 30-40 sene öncesinden bugüne kadar büyük kentlere özellikle İstanbul’a büyük göçler oldu. Benim bilebildiğim kadarıyla İstanbul’un yaklaşık üçte biri gecekondu. Tabi bu bir kentleşme süreci. Fakat bir kentleşmenin olabilmesi için bunun mutlaka bir ekonomik ve altyapıya dayanması ve mutlaka bir sanayileşme içinde olması lazım. Halbuki büyük kentlerdeki kentleşme böyle olmadı. Daha çok kırsal yörelerde gelirin azlığı ve toprakların bölünmesi dolayısıyla insanların geçiminin zorlaşması, büyük kentlere doğru hiçbir altyapı olmadan göçe neden oldu. Bu göçün başlaması iki tane önemli sonucun ortaya çıkmasında rol oynadı. Bunlardan biri, buraya gelen insanlar hiçbir zaman bir kentlinin yaşaması gereken fiziksel ve fizyolojik ortama ulaşamadılar. Çok dar alanlarda son derece sağlıksız koşullarda yaşamlarını sürdürdü bu insanlar ve hala da sürdürüyorlar. Ve beraberinde iş bulma derdi geçim sıkıntısı gibi bir sürü sorunlarla karşılaşıyorlar. Bunlar olmadığı için bu kişiler ne tam olarak geldikleri bölgedeki geleneği, göreneği buraya aktarıp uygulayabildiler, ne de, o zaman İstanbul’un oluşturmuş olduğu, kent kültürünün getirdiği ilkelere, kurallara, değer yargılarına uyabildiler.

Bugün kafamızı şehir yaşamına çevirip baktığımızda insanlar arası iletişimde bir kargaşa göze çarpıyor. Kentli ve kentli olmayan ayrımı olmaksızın herkes aynı davranışı sergileyebiliyor. Bu davranışı nasıl açıklarsınız?

Kentli olmayanların yarattığı davranışlar ve oluşturdukları kültür yavaş yavaş iki nedenle kentliyi de etkilemeye başladı. Bugünkü durumda onların yaşamlarını sürdürebilmeleri için her gün büyük bir savaş vermeleri gerekiyor. Tabi bu, o insanları şiddete daha yakın hale getiriyor.

Kentliyi etkileyen nedenlerden birincisi kendini savunma. İkincisi de, yavaş yavaş bu modelleri örnek alarak, benimseyerek özellikle çocukların ve gençlerin bunun geçerli olan bir model olduğunu kabul etmesi. Sonuç nereye geldi. Sanıyorum ki bugün bütün büyük kentlerde olduğu gibi İstanbul’da da insanlar bencil ve tabi bireyci. Tabi bireycilik toplumda düşünen bir bireycilik ise geçerli düşünülebilir. Ama başkasının hakkına pek fazla aldırmayan bir bireysellikse bu zararlı olmaya başlıyor.

Bencil bireyselliği İstanbul’un güncel yaşamı içinde değerlendirip örneklerle açıklayabilir misiniz?

Bunun en güzel örneği trafik. Trafik insanların ortak ilke ve kurallarına uyması gereken ortak bir dil. Bizim toplumda özellikle büyük kentlerde bir trafik alt kültürü yaratıldı. Trafik uluslararası, ulusal ortak bir dil iken, bizde trafiğe çıkan herkes kendine özgü bir ilke ve kural yaratıyor ve buna uyuyor. Eğitimsizlik trafik kazalarını arttırıyor diye bir kanı var. Ben o kanıya pek katılmıyorum. Yüksek öğrenimde öğretim görevlisi olmuş kişiler bile trafiğe çıkınca, böyle davranılır diye o alt kültürün içine giriyor ister istemez. Demek ki, bu alt kültür, yavaş yavaş o kentte yaşayan diğer insanları da olumsuz etkiliyor. Belki bu konu dışı bir şey. Ama Türkiye’nin bu geleceğini en iyi gören Muammer Karaca vardı. Vaktiyle Muammer Karaca’nın bundan 30-40 sene evvel “Lahmacun Cumhuriyeti” diye bir oyun vardı. Lahmacun Cumhuriyeti  aynen şu anda İstanbul’un geldiği durum.

Bunun yanısıra yerlere tükürme, çöp atma şehir aksesuarlarına zarar verme gibi davranışlar aynı değerlendirme içerisine alınabilir. Çünkü bunlar birer değer, uyulması gereken birer ilke olmaktan çıktı. Hepimiz yaratılan bu kentli dışı davranışlara ister istemez uyum sağlıyoruz. Çünkü bütün bunların denetimini sağlayan bir değerler sisteminin oluşması lazım. Aksi takdirde, “Beni kimse tanımıyor, herkes yapıyor ben niye yapmayayım, üstelik bunu yapmam ayıp karşılanmıyor” gibi bahanelerle bir kentlide olması gereken bütün davranışları yavaş yavaş hepimiz terkediyoruz…

İstanbul’a göçü teşvik eden nedenler nelerdir?

Zaten bütün bu göçler için matematik kuralı kadar kesin bir kural var; bir yerde doğa itici ise, gelir yoksa, herhangi bir şekilde politik baskı varsa ya da terör varsa göç olur. İnsanlar daha iyi ekonomik ve yaşama koşulları bulacağı inancı ile ve politik boşluktan kurtulacağı ümidiyle büyük kente göçüyor. Tabi beklediğini buluyor ya da bulamıyor o başka, ama koşullar göçe engel olamıyor.

İstanbul’a göçü çeken birkaç önemli sebep var. İstanbul eskiden gelen kültür ve Türkiye genelinde diğer şehirlerin en canlısı , en hareketlisi, en güzeli. Bir de Türkiye’de 400-500 senedir yerleşmiş bir İstanbul ve Anadolu var. Ortak kültürümüzde, ortak bilinçaltımızda bir İstanbul mutlaka var. İkincisi, birçok imkan (eğlence, gezme, dolaşma, tarihi yaşama gibi), daha rahat ve özgür bir yaşamı vadediyor bu koca kent. Bir de, ne olursa olsun, çok değişik yollarla ekonomik bir seviyeye varabilmek için çeşitli işlerle uğraşıyorlar. İstanbul’a geldiği zaman, hele İstanbul’da kendi kentiyle ilgili bir alt kültür ve o alt kültürde hatırı sayılır bir kişiyi bulma düşüncesi varsa, gecekondularda kendiliğinden oluşan bir geniş aile tipi doğuyor. Bunlar için ne “yiyecek, nerede kalacak” gibi bir endişe de olmuyor.

Şu anda İstanbul, estetik açıdan bütün doğal güzelliğine rağmen,, çarpık kentleşmenin yarattığı önemli ölçüde görüntü kirliliğine de sahip. İstanbul’un estetiği toplum psikolojisini nasıl etkiliyor? Çözüm bulunabilir mi?

İstanbul bu şansı 40 yıl önce kaybetti. Ben İstanbul’a geldiğim zaman 1943 yılıydı. İstanbul’un nüfusu 450 bin kişi idi ve çok rahat bir şehirdi. Eminönü, Beyoğlu gibi eski İstanbul vardı sadece… ta o zamanlardan bu göçün getirdiği gecekondulaşma kültürünün etkisi altında bir kentleşme olmasaydı, eski kent olduğu gibi korunabilseydi ve onun dışında yavaş yavaş, gelişmiş kentlerdeki gibi bir kentleşme planı olabilseydi, bir İstanbul estetiğinden sözedilebilirdi.

Ama burada amaç sadece barınma oldu. Yani, gecekonduda oturan için başını sokacak bir yer, parası çok olan ama aynı alt kültürü yaşayanlar içinse estetikten yoksun büyük evlerde oturmaktı önemli olan. Onlar için oturdukları binanın dış ya da iç görünümü çok fazlasıyla önemli değildi. Ve sonuçta her türlü şekliyle mutsuz bir şehirleşme yaşamı oluştu.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşlarının kentleşme açısından faaliyetlerini nasıl buluyorsunuz…

Bu tür faaliyetlerin mutlaka olumlu etkisi var. Fakat öncelikle bataklığı kurutmak gerekir. Bir insanın büyükşehirde yaşaması için mutlaka bazı ölçütlerin olması lazım. Büyük kentte nerede kalacağını, hangi işte çalışacağını önceden bilmesi lazım. Deniyor ki, “Biz demokrat ülkeyiz.”  Bunu sınırlayamayız. Tamam ama demokrat ülke isek o insanın yemesini, içmesini, sağlığını, geçimini de sağlamak zorundayız. İstanbul’a gelip bunları nasıl sağlayacağını bilmediğimiz bir insanı, İstanbul’un kaosu içerisinde kaybediyoruz. Bir sürü gençlik sorunları suçlar, fuhuş artıyor, bir sürü şey oluyor. Neden? Bunlar Anadolu’dan gelip İstanbul’da kendine yaşamlarını sürdürecek hiçbir altyapıya, koruyacak kollayacak bir toplumsal kuruluşa güvenmedikleri için kendi başlarına kendilerini kurtaracak çaba içine giriyorlar. Bunları sağlamadan insanların İstanbul’a gelip çalışmasını ya da yaşamasını önlemek lazım. Başka hiçbir çaresi yok. Metro güzel bir gelişme ama trafik sorununu kökünden halletmemiz için altyapı sorunlarını çözmek ve buraya gelecek nüfusu sınırlandırmak gerekmektedir. Bütün bunlar sadece Büyükşehir Belediyesi’nin başaracağı işler değil. Bunun bir devlet programı haline gelmesi lazım.

Deprem olma ihtimaline rağmen insanlar hala ilkel yollarla konut yapmaya devam ediyor. Daha başka konularda da bu tür davranışlar sergiliyoruz. Bu insanlar hangi psikoloji ile hareket ediyorlar?

Biz henüz düşünce sistemimiz bakımından sanayi devrimini yapmış, teknolojiye erişmiş bir yapıda değiliz. Biz teknolojik gelişmenin düşünce düzeyinde oluşması için, herhalde dört beş kuşak o teknolojik gelişmenin içinde yaşayıp, bunu düşünceye aktarmamız gerekecek. Böyle bir düşünce kesin olarak olmadığı için biz ona ilkel insan düşüncesi diyoruz. Yani, neden-sonuç ilişkilerini çok fazla düşünmeden alınyazısı,şans,kader,kısmet denen bir düşünce tarzı. Türkiye mutlaka sınai ve teknik gelişmeyi sağlamak zorunda. Ama Türk eğitim sistemi katiyen bunu vermiyor. Meslek eğitiminde de amaç mutlaka üniversiteye girmek. Bu nedenle bunlar herhangi bir eğitimden geçen teknik yapıda insanlar olmayıp, çıraklıktan yetişiyorlar. Bu insanlara ustamdan bunu gördüm anlayışı hakim. Türkiye’de bir uzmanlık ve duyarsızlık sorunu var. Bir şeyden fazla korkutulursan, bir süre sonra duyarsızlık başlıyor. Dillere pelesenk olmuş şarkılarımızda bile bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Örneğin; “önce öleceksek ölelim ardından da boşvermişim boşvermişim şarkısını söylüyoruz.

Neden İstanbul’da yaşayan insanlar “İstanbul’luyum” demiyor ?

Çünkü o insanlar memleketlerine kan bağı ile bağlılar. Üstelik de İstanbul’a geldiği zaman burada kimliğini, kişiliğini sürdürebilmek için daha çok hemşerileri ile bağlantı kuruyorlar. Hatta İstanbul’un belirli yerleri aynı yerlerden göç etmiş insanlarla dolu. Çünkü büyük kent kaosunda kaybolmamak için, mutlaka bir yere aidiyeti ve kimliğini sürdürmesi gerekiyor. Aynı şey buradan dış ülkeye gittiğimizde, ne kadar entelektüel olursak olalım, bizim için de söz konusu oluyor. O yabancı ülke sizi benimsemiş de olsa, geldiğimiz kentin ya da yörenin kimliği bizim temel dengemiz içinde kuşaklar boyu yer etmeye devam ediyor.

Herkes kendi memleketine tutunursa İstanbul’a kim sahip çıkacak?

Şimdi bakın bu bir alt kültürdür. Bir insanın içinde bulunduğu çevreye uyum sağlayabilmesi için o alt kültürü, kent kültürünü ulusal kültürle birleştirmelidir. Yani şimdi bizim davranışlarımızda bütün bu alt kültürlerin etkisi var. Ben de Alaçamlı’yım, ama İstanbul’a uyum sağlamışım. Ulusal kültürün birçok yönünü savunuyorum. Yani  bu birleşmenin mutlaka olması lazım. Bu olmadığı zaman da gelenek görenek devreye giriyor. Çünkü kimlik için bu lazım. Kendini dünya vatandaşı gören üç beş kişinin dışında Dünya vatandaşlığı şimdilik bir ütopya.

Please reload

bottom of page