top of page

Murat Belge

Burada herşey olur ve herşey bir arada olur.

Roma Dönemi ile Bizans döneminin ayırt edici özellikleri nelerdir?

Roma’dan Bizans’a geçişte öyle önemli bir şey yok. Çünkü zaten Roma’dan Bizans’a geçiş dediğimiz şey ondokuzuncu yüzyıl tarihçilerinin ortaya koyduğu bir ayrım. Yani Bizanslı dediğimiz adamların kendilerinin Bizanslı olduklarından haberleri yoktu. Romalı olduklarını düşünüyorlardı. Doğu Roma yolu burası zaten. Bunun ne zaman olduğu tartışmalıdır. Bana göre 6. yüzyılda Justinianus’un dönemini Bizans’ın başlaması olarak kabul ederim. Bu süre içinde şunlar oldu diyebiliriz. Doğu Roma’nın buraya gelmesiyle Geçen zaman içinde daha bir Yunan kültürü yerleşti. Zaten yunan kültürü vardı. Roma kültürü biraz daha uzaklaştı. Otantik olarak yunan kültürü daha çok öne çıktı. Daha çok Hristiyanlaşma süreci var bu dönemde. Fakat Hıristiyanlığa sadece izin verilmiş oluyor, hıristiyanlık suç olmaktan çıkıyor. O dönemde İstanbul’a Hıristiyan kenti diyecek bir durum yok. Hatta Konstantin’in kendi heykeli var. Çemberlitaş’ta Konstantin formu.

 

Taşı toprağı altın şehir söylemi hangi dönemlere özgü bir söylemdir?

O çok eski bir söylemdir. En büyük kent olduğu için İstanbul’a göç hep var. Mesela Bostancı semti. Bostancılar var orada. Bostancı köprüsünün başında duruyorlar ve gelen adamlardan kağıt soruyorlar. Kimsin, nesin, niye geldin? Öbür tarafta, Çekmece’de de aynı olay sözkonusu. Gelenlerin kadıdan kağıt alması lazım. İstanbul da tanıdık bulması lazım. Onlardan "ben bakarım "diye talimat alması lazım. Böyle sıkı kontrol altında tutuyorlardı. Kanuni Mimar Sinan’dan su tesisatını genişletmesini istemişti. Bir zaman sonra baktı ki bir şey yapılmamış sebebini sorar. Mimar Sinan "Rüstem Paşa engel oldu" der. Kanuni Sadrazam Rüstem Paşa’ya durumu sorunca şu cevabı verir " Böyle bol bol su falan bulunca buraya gelip yerleşmeleri durduramayız. 

Fetihten sonra Fatih’in İstanbulu’nda yaratılan hoşgörü bugüne nasıl yansıdı?

Başta Ayasofya olmak üzere Bizans’tan kalan bütün yapılar o sayede günümüze kadar yaşayabildi. Dünyanın birçok yerinde fetihlerden sonra fethedilen kentlerin yerle bir edilmesi çok sık rastlanan bir olay. Ayasofya gibi muazzam bir kilise var. Bu güzel binayı alıp kendilerine maletmişler diyenler olabilir. Bence böyle demek yanlıştır çünkü ne demek, hepimiz ehli kitabız. Onlar da aynı Allah’a inanıyorlar ve ibadet için onu yapmışlar. Fethedenin hakkı tartışılmaz bir şey. O çağlarda böyle bir hukuk yok . Neyi isterse el koyar. Öldürür, keser, ne isterse yapar. Bunu gene bir ibadethane olarak, bina olarak koruyor. Bütün öbür kiliseler de camiye çevrildi. Bu sayede yok olmaktan kurtarıldılar. Mesela cami falan olmayan sivil mimari örnekleri, evler, vs. bu kadar dayanamadı. Halbuki onlar devamlı onarıldılar ve günümüze kadar dayanmış oldular. Ötekileri de bilinçli bir şekilde yıkalım politikası yoktu. Mesela bugün Sultanahmet’in bulunduğu bölgede Bizans Sarayı vardı. Ama bu Saraya en büyük zararı 1204 Latin işgali verdi. Yani Fatih o Saraya ilk girdiği zaman da bir harabeyle karşılaştı. Şimdi İstanbul’da suret yok, bilmem ne yok. Ama o dönemde adam bunu kırıp atmaya kıyamıyor. Bu medeni bir tavırdır. Biz XX. yüzyılda bu medeni yaklaşımı artık gösteremez olduk. 

Tarihsel süreç içerisinde belediyenin İstanbul’un şehirleşmesi konusundaki sorumluluğu ve bu süreçteki payı hakkında ne düşünüyorsunuz?

İngilizlerde bir deyim vardır "kucağında bebekle kaldı" derler. Yani bir başkası olmadık bir iş yapıyor. Bebeği de senin kucağına verip gidiyor. Sen de ben nasıl bakacağım diye düşünüp kalıyorsun. Belediye bebeği tutarak kaldı bütün bu süreç içinde. Bunu başlatan o değil. Bunu devlet yaptı. Daha doğrusu şöyle diyelim. Bütün dünyada, Batı ülkelerinde sanayileşme çok daha önce başladığı için hayatın nabzı kentlere taşındı. Bu açıdan baktığımız zaman, konut politikası, kentleşme politikası ne olacak?Sermayenin daha çok geliştiği, sağlam yapıda olduğu ülkelerde bunu sermaye üstlendi. Tabi en başta İngiltere olmak üzere Anglo Sakson ülkeleri öncüdür. Londra’da gezerken pek çok sokağın bir örnek olduğunu görürsünüz. Aynı tip binalar. Çünkü, müteahhit geliyor, sokağı yapıp gidiyor. Konut yapımı kredi politikalarıyla borçlandırılarak ülkedeki işçilere devredilmiştir. Bunun olmadığı yani sermayenin bir şekilde konsantre olamadığı bizim gibi, bize daha yakın ülkelerde, gene bu sorun yaşandıve devlet bu işi üstlendi. Modeller budur. Bizde ise devlet gözyumdu vatandaş kendisi yaptı. Vatandaşın kendi yapabileceği ancak hazine mülkü olan toprak üzerinde gecekondu inşa etmek. Belediye gelin burada oturun demedi. Toprağı veren de o değil. Belediyeye sadece bunları yıkma yetkisi verildi. İstanbul’u 1960’a kadar Valisi ve Belediye Başkanı birlikte yönetiyordu. 

Mozaik yapısıyla İstanbul bir Dünya kenti mi?

Evet bir dünya kenti. Bunu da büyük ölçüde doğal konumu ile sağlıyor. Çünkü, dünyada ender bulunur bir doğal coğrafi konumu var. Böyle denizle içiçe güzel kentler vardır. Öteden beri Doğu Akdeniz’in kavşak noktası kıtaları birleştiriyor, denizleri birleştiriyor. Bu birleşmenin sonucunda akın akın insanlar buraya geliyorlar. Bulgar Atasözü var "İnsan sora sora Sergrad’a kadar gider" Sergrad burası. Yani Çar’ın şehrini soracaksın, danışacaksın, doğru yolu bulacaksın. İşte o da İstanbul. Buhara’dan da adam geliyor buraya Macaristan’dan da. Ukrayna’dan da Güneyden Arap Ülkelerinden de ... Bu da tabi Osmanlı dönemi boyunca böyle idi. Devlet oluş sürecimiz kendini müthiş bir izole etme sürecidir. Osmanlı devrinde İstanbul’a limanlayan ticaret gemilerinin bulunduğunu tahmin ediyorum. İstanbul da o zamandaki dünya kenti olma özelliğini kendi eli ile durdurmuş oldu. Ancak şimdi yeniden bir dünya kenti olmaya başladı. Fakat, bu aşamada eski interlandın merkezi durumunda. Dünyada ikinci mevki haline gelmiş. İşte Ukraynası, İranı, Suriyesi, Makedonyası dünyanın geleceğini tayin eden bir bölge değil ama bavul ticareti yapıyor bu ülkeler. Öbür tarafta gittikçe önemli hale gelen kongre turizminin merkezi oluyor. Eski Bakırköy Türkiye’nin 3. büyük kenti oluyordu, sanıyorum İzmir ve Adana’dan daha kalabalıktı nüfusu. O zaman Bakırköy’de bildiğim iki tane sinema vardı, tiyatro yoktu. Türkiye’nin 3. büyük kenti olan bir yer, Bakırköy ilçesi iki sinemayla idare ediyorsa buradan bir dünya kenti falan olması beklenemez.

İstanbul ve İstanbullu arasındaki ilişki çağdaş bir kent profili çiziyor mu?

Burada yaşayan 12 milyon insan aslında İstanbul’da yaşamıyor. 13 yaşında bayram münasebetiyle dedesi Gülhane’ye getirdiği için denizi hayatında ilk defa gören bir İstanbullu biraz tuhaf bir İstanbullu. O İstanbullu olmayan insanların yaşadığı şehir dünya kenti olacaktır. Mantıken tutmuyor, daha yapacak çok şey var. Ya da bu en sağlıksız biçimde Türkiye’de bir sürü şeyin olduğu gibi olurdu. O da ne olur. Bizim Swiss otellerle dolu İstanbul’umuz var. Bunu biz dünya kapitalizmine satarız.

 

İstanbul giderek gelişiyor. Genişledikçe artık İstanbul diye bir şey kalmayacak. İstanbul için kafanızda bir sınır var mı?

Tabi insan ister istemez çok da düşünmeden yapamıyor. Başa çıkılır gibi değil. Doğru bir şey yapılmaya kalkıldığı zaman yapacak çok şey var. Yıkacak da çok şey var. Ama tabii bunu sahiden duyarlılığı olan insanlar yapmalı. Bizde bir yapanlar, bir de konuşanlar diye bir ayırım var. Bilenler sadece konuşmak konumundadırlar. Birşeyi sahiden bilirler. Mesela ben bir sürü şeyi bildiğime inanıyorum. Ama bana konuşmaktan başka bir işlev tanımıyor toplum. Restorasyon vs. gibi şeylerin kötü örnekleri var. Bunları etraflıca düşünen yok. Ben bu konuyu da yazmıştım. "Gezi Rehberi"’ni alıp okuyunca görürsünüz, benim İstanbul’um o. Orada Etiler bile yok. Etiler diye komşu kentte oturan arkadaşlarım var. Ben zaman zaman insanlarla görüşüyorum. Etiler’i biraz abartarak söylüyorum. Belki bu kadar muhafazakar davranmamam lazım ama birşeyi vurgulamak için söylüyorum... Ümraniye’yi falan düşünemiyorum. İstanbul’u herkes kurtarmak istiyor ancak korkunç bir yapılaşma, yerleşme var.

 

Siz bu konuda bir ışık görüyor musunuz?

Türkiye ilginç bir memleket. Burada herşey olur ve herşey bir arada olur. Yani burası hem doğuludur hem batılıdır, hem kuzeylidir, hem güneylidir. Bunların hepsini birarada yaşarlar ve öyle bir karışımdır ki bu bir tanesine indirgeyemezsiniz. Türkiye’de bir sürü doğru işler yapılır. Bir sürü de belki de daha da fazla yanlış işler yapılır ve beraber yapılır. Bir sürü insan söyleye söyleye sonunda bir miktar tarihi ve doğal güzellikleri koruma tedbirlerinin alınmasını sağladı. Şu anda bir sürü ev restore ediliyor. Fakat onları da daha eski anlayışla tekrar beton yapıyorlar. Biz de bir tahtayı kesmeyi öğrenecek adam yok. Çünkü tahtayı keserek yapacağı bir iş yok. Bir istihdam alanı kalmadı. Bir taş ustasının istikbali yok. Bunlara istikbal yaratırsın o zaman bu adamları yetiştirirsin. O zaman Zeyrek’teki Evleri restore etmeye kalktığın zaman elinin altında ne yapacağını bilen insanlar olur.

 

İstanbul mesela inişli çıkışlı bir kenttir. Bir sürü merdivenli sokağı var. Bu merdivenli sokaklara geldiler beton merdivenler yaptılar, bıraktılar gittiler. İşte bu sözde bir düzenleme oldu. İstanbul merdivenler kentidir ve bu kentte ben merdivenleri acaba nasıl dizayn edersem bir estetik boyut ekleyebilirim diye düşünen bir kent mimarı uzmanı olmalı. Böyle bir düşünce tarzı yok. Bu şekilde düşünülürse İstanbul hakikaten çok güzel bir kent haline gelebilir. Ama bu zihniyet hala yok. Hep mışlı geçmiş zaman. Onun etrafında da bir tane kentimiz var bizim. XX. yüzyılda bir tane kent yaptık; İstanbul da gittikçe o kent oluyor.

Please reload

bottom of page