top of page

Cemal Gülas

Zamanın tanığı...

Tohumları çocuklukta atılan ve kökleri dünyanın dört bir yanında sürgün veren bir heyecanı taşıyor içinde Cemal Gülas. Kendisini zamanın tanığı olarak tanımlayan Gülas, fotoğrafı ise ‘bir kutuya hapsedilip uyutulan ışıklar’ şeklinde tasvir ediyor. Yansıttığı enerji, bu ışıkları Cemal Gülas’ın yüreğinde uyuttuğunu hissettiriyor insana. Katettiği her kilometre, tanıklık ettiği her olay onu yaşam döngüsü içerisindeki varlığına ulaştırmış.

 

Farklı zaman ve mekanlarda geçen bir hayat yolculuğunuz var.Bu yolculuk ne zaman başladı?

 

 

Çocukluğum Karadeniz’de geçti. Dedem ve büyükannem memlekete dönünce beni de oyuncak olarak yanlarına almışlar. Şimdi düşünüyorum da bir çocuğa yapılabilecek en iyi şey bu. Çünkü doğal olan bir ortamda büyüdüm. İçinde her şey olan büyük bir lunapark gibi. Onun dışında merak var. Çocukluğumdan beri haritalara çok meraklıydım. Benim için harita hiçbir zaman çizgilerden ibaret olmadı. Hayal kurma biçimimi şekillendiren bir anahtar oldu. Haritaya her baktığımda benim bulunduğum yer ile diğer yerler arasında bir bağ kurdum; dünyanın farklı yerlerinde gitmek oradaki insanlarla tanışmak, onların nasıl yaşadığıyla ilgili bir fikir sahibi olma isteği uyanıyordu içimde. Bir problem nasıl çözülür, hastalıklar nasıl iyileşir gibi konuları merak yerine; kar nasıl eriyor, yağmur nasıl yağıyor diye merak ettim. Böylece merakımı gidermek için önce kendi yakın çevreme ardından da dünyanın farklı yerlerine seyahat yapar oldum. 

Aynı zamanda iyi bir fotoğrafçısınız. Bu ilgi nasıl başladı?

Fotoğraf bana kolaylık sağlıyor. Bin kelimeyle anlatacağım bir şeyi bir fotoğraf la ortaya koyuyorum. Fotoğrafı biraz hatıra defterimin sayfaları gibi görüyorum. O yüzden benim için fotoğraf biraz da kişisel, hayatımın bir parçası. Yanı fotoğrafçı olmak için fotoğraf değil gördüklerimi paylaşmak için fotoğraf. 

Yolculuklarda belirli bir güzergahınız var mıydı, yoksa yol beni nereye götürürse mi dediniz?

İlk başlarda onu çok yaptım. Yani kuzeye giderken, döndüm güneye gittim yahut oradan batıya gittim. Adana’ya doğru yola çıkıp da kendimi Pakistan’da bulduğum oldu. Ama bu bir dönemdi. İlk başlardaydı. Şimdi artık daha yoğunlaştım. Çalışma alanlarım belirginleşti. En çok Güneydoğu, Doğu ve Batı Karadeniz’de çalışmalar yapıyorum. 

Niçin oralar?

Elinize bir fırça verseler önce odanın her yerine bakarsınız ama bir yerden başlarsanız boyamaya. Benim çalıştığım platolar yani sahalar da bir tür oda gibi Anadolu’yu fotoğraflayarak boyuyorum, oradaki çalışmalarımı yanyana koyarak bir görsellik oluşturuyorum. Bu nedenle de bu çalıştığım sahanın dışındaki geziler artık daha kişisel oluyor. Yolculuklarda bir baktım ki dünyanın neresine gidersem gideyim, burası orası; orası da burası oluyor. Yani her şey sübjektif. O zaman biraz daha kendi toplumumu, kendi yaşadığım kültürü, toprağı tanıma arzusu duymaya başladım. Bu doğadan daha ön plana çıkar oldu. Yani ben nerede yaşıyorum, benden öncekiler nasıl yaşadı? Zaten bu tür soruları sormaya başladığınız zaman sonsuz bir girdaba giriyorsunuz. Ve Anadolu da bu girdabın dünyadaki en büyüklerinden biri.Anadolu kadar zengin bir kültürü içinde barındıran başka bir toprak parçası yeryüzünde yok. 

Bu yolculuklar size ne kazandırdı. Yola ilk çıkan kişiyle şimdiki arasında nasıl bir dönüşüm yaşandı?

Öncelikle saydam bir duvar haline geliyorsunuz. İnançlarınla, tepkilerinle başka bir yerdesin, sonra ikisi iç içe geçiyor, yani inançların tepkilerini, tepkilerin inançlarını zayıflatıyor. Sonra öğrendiklerinle yeniden bir şekil oluşturuyorlar. Bu kısa bir bulanıklık yaratıyor fakat Sonra yine billurlaşıyor. Her şeyden ayrılmaya başlıyorsunuz. Değer verdiğin her şeyin senin değerlerin olduğunu, kavgasını verdiğin zamanın aslında o kadar da belirleyici olmadığını, yalnızca senin zamanın olduğunu anlıyorsunuz. Bu zamanın bir yerde biteceğini biliyorsun. İnsan dışındaki canlılarında değer yargıları hatta inançları ve hayata tamamlayıcı olarak katıldıklarını fark ediyorsun, hep birlikte hayatın geçmişi ile geleceği arasında bir bağ oluşturduğunu anlıyorsun. Bu girift ilişkilerin içinde, rastladığın her insanın; her şeyin hayatına bir pencere açtığını fark ediyorsun. Bütün bu karışık nesneleri aşabilirsen istediklerinin ne olduğunu iyi öğrenmiş oluyorsun.

Nedir bunlar ?

Bir kere hayat ne istediğini bilmeden yaşayacak kadar değersiz değil. Bütün bunların bana öğrettiği bir şey var; ne yaparsan yap isteyerek ve bilerek yap. Ne yaparsan yaptığın şeyin çok izafi olduğunu yalnız seni ilgilendirdiğini seni mutlu ettiğini, yalnız senin için varolduğunu bil, başkasına zarar vermeden yaşa; kendi hayatını önemsediğin kadar diğer hayatları da önemse. Başkalarının hayatını rahatsız etmeden kendini mutlu etmeyi bil. Çok soru sor ama kavga etme. Bunların sonucunda büyük bir dinginlik geliyor. 

Gazeteci, dağcı, fotoğrafçı farklı bir çok özelliği barındırıyorsunuz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Hiçbiri değilim aslında; çünkü bu saydıklarınızın hepsini yapıyorum Kendimi bir kategoriye koymak yerine, yeteneklerimin farkına varıp kendimi nerede daha vasıflı olduğumu görüp ona göre üretiyorum. Ben kendimi bugünün tanığı, zamanın tanığı gibi görüyorum. Olabildiğince nefrette tarafsız, sevgide menfaatsiz olmaya çalışıyorum. Tanıklık ettiğim zamanı kah yazıyla kah filmle, kah fotoğrafla gelecek için arşivliyorum. 

Dünyanın büyük bir bölümünü dolaştınız. Kendinize en yakın hissettiğiniz yahut burada yaşayabilirim dediğiniz yerler oldu mu?

Kuzey Ülkeleri... Finlandiya Aynı şekilde Yeni Zelanda’yı çok sevdim. Nepal veya Tibet’te yaşayabilirim diye düşündüm. Ama yaşamak isteyebileceğim yer diye sorarsanız yine Anadolu derim. Dünya coğrafyasında Anadolu gibi dört iklimi birbiri ile barışık; hem kültür hem de doğal olarak bunca güzelliği içinde barındıran başka bir yer yok. Ve ne yazık ki bu kadar bilinçsizce yok edilen başka bir yer de yok. 

Genelde soğuk iklimleri seven bir yapınız var bunun sebebi nedir?

Çocukluğumla ilgili bir durum bu. Büyüdüğün çevre seçimlerinde etkili oluyor. Tropikal, sıcak iklimleri sevmiyorum. Sıcağı sevmiyorum çünkü ondan korunma şansın yok, istersen suya gir ama yine de serinleyemiyorsun. Soğuk öyle değil. Soğuk çok asil. Kendini koruyorsan dokunmuyor. Sıcak diktatörlük gibi hükmediyor. Bu yüzden soğuğu seviyorum... O yüzden coğrafyalar kader iklimlerde çok önemli olduğuna inanırım. İnsanların hayatını iklimler çok etkiliyor bu yüzden İnsanları coğrafyalarından oynatmamak gerekiyor. 

Bütün bunların yanında duyarlı ve toplumsal bir yönünüz de var. Hem yollarda olup hem de bu kadar toplumun içinde olmayı nasıl başarıyorsunuz?

Ben kendimi hala bir yere koyamıyorum. Çünkü kafamda yapabileceklerim ile yaptıklarım arasında hala büyük uçurumlar var. Ama yaptığım işe saygı duyuyorsam ve yapabildiklerim için insanlardan medet ummuyorsam beklentilerim yoksa o zaman biraz daha kitleleden mesafem açılmış demektir. Çünkü bir kere kendinizi bağımlı hissetmiyorsunuz.İkincisi yavaş bile olsa kendi düşüncelerinizi uyguluyorsunuz. Öbür türlü bağımlı olduklarınız haklı olarak soruyor eee benim için ne yaptınız? Ya da ne yapacaksınız? Oysa Yaptıklarınızı bir yerlere koyabiliyorsanız hemen olmasa bile arkanızdan gelenlerin onları toplayacağını biliyorsunuz. Bilimde sanatta bu hep böyle süregelmiştir. Yani çağı içinde yaşamış ne bilim adamları ne de sanatçıların yapılarını tam o zaman içinde anlaşılıp değerlendirememişlerdir. Tabii popüler sanat yapıp yaşadıkları zamana hitap edenleri bu tanımlamadan tenzih ederim. Bizler iletişimimizi kurarken tabi ki kendi bildiklerimizin mesafemizde büyük yeri var ama yaşadığımız toplumun kültürü içinde yaşadıklarımızı tam olarak özümsediğimiz zaman geride bıraktıklarımız diğerlerinden ayrılmaya başlıyor. Çünkü kendi gerçeklerimize aykırı davranmıyoruz, kendi kültürümüze ayrı düşmüyoruz, kendi kültürümüzden utanmıyoruz; en önemlisi bu. Bana derler ki, falanca kişi Almanca, İngilizce’yi çok iyi konuşuyor. Ben derim ki Ben Türkçe’yi en iyi konuşuyorum. Çünkü diğer dilleri beynimden Türkçe’yi ise gönlümden konuşuyorum. Bu çizgide olunca duyarlılık kendini farkettiriyor, İnsanlar da kendilerinden bir şeyler buluyor. Eğer bir başarımız varsa bu yaşadığımız toplumun bir parçası olarak yolumuza devam ettiğimiz için olmalı. Diğer bir husus yaptığımız işe ihtimam gösteriyorsak, saygılıysak, özeniyorsak o da işimizi herkesin yaptığı sıradanlıktan ayırıyor bir nebze kendini farkettiriyordur. Bütün bunlar da bizi farklı bir yerde tutuyor. 

 

 

Farklı kültürleri tanımış ve dünyanın başka bölgelerinden yüzünü Anadolu’ya dönmüş biri olarak Türkiye’nin bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizi diğer ülkelerden insanlardan ayıran özelliklerimiz neler?

Kendi yemezken yedirir, yahut giydirir. Diğer toplumlardan bizi ayıran en önemli ve iyi özelliklerimizden biri bu. Bu insan toplumlarının içinde artık çok az rastlanan hatta hiç rastlanmayan özellikler. Ne yazık ki bunu özelliklerimizi toplum olarak biz de yavaş yavaş yitiriyoruz. Anadolu’da “Aç ata gül koklatılmaz” derler. Aç at o gülü koklamak yerine yer çünkü. İnsanımızı o kadar bastırılmış ve kötü durumlarda tutuyoruz ki, bu bir süre sonra bu topluma gül koklatılmayacağından korkuyorum. 

Bu bozulma nasıl başladı sizce?

Sanayileşmeye başladığımızda, üretilen malın ulaşımı en kolay yere yığmasıyla başladı. Cumhuriyetten biraz sonra başlıyor. Cumhuriyet döneminde Anadolu’nun her yerinde fabrikalar kuruluyor ama sonra bu hızla büyük şehirlere kayıyor. Yani insanlar coğrafyalarından koparak doyacakları merkezlere göçüyorlar. Doğada da böyle değildir. Bomboş bir araziye yerleşince, çöpünüzü oraya döküyorsunuz. Kargalar da oraya geliyor, tilkiler de. Çöpten bir şey almak isteyenler de buraya geliyor. Ve farkında olmadan büyük bir kaos oluşuyor. Biz sanayi gibi refahı da Anadolu’daki kentlerimize yayamadık. Büyük kentlerde dikkat edin. Yahut medyaya bakın. Türkiye’den haber verdiğini söyleyen mercilere bakın; onlar sekizyüzbin kilometre karelik bu ülkenin ne kadarından haber veriyorlar ya da ne kadarından haberdardırlar. Onlar için hayat siyasettir, spor futboldur, eğlence dekikir kikir olmaktır. Bu kadar kalitesiz oluşturulmuş, zeminlerde de doğru dürüst bir şey yetişmez. Ayrık otu gibi insanlar üretiliyor. Anadolu insanının o misafir perverliğini, gönül zenginliğini dürüstlüğünü ona veren başka hasletleri vardı. O hasletleri yoksa onlardan mahrum bırakıldıysa böyle bir yere yığılmış bir lokma ekmeğin kavgasını yapmaya itilmişse sen o insanı ne kadar hakir görebilirsin ki. O insan bundan daha başka ne yapabilir ki? 

Bunun çözümü nerede?

Eğitim ve sanayide Anadolu’ya öncelik verilmeli. Öncelikle özel üniversitelerin İstanbul gibi büyük iller yerine Anadolu’da kurulması gerekiyor. Paylaşım ve dağılım çok adaletsiz. Bu adaletsizliğin olduğu ülkede öze dönüş nasıl olur? Belki karamsar bir bakış; ama artık bazı şeyler yok edilmeden var edilmez gibi geliyor. Büyük bir kabus, büyük bir kasvet yaşayacak diye korkuyorum. Eli mahkum çünkü. İstanbul’da bile eğitim göremeyen binlerce çocuk var. Bu çocuklar bir süre sonra çocukluğun masumiyetinden sıyrılacak iş aş isteyecekler, veremezsek suç makinesine dönüşecekler; suç makinesi olarak topluma katılacaklar. Tanıdığım, yakın olduğum her yetkiliye hep söylüyorum. Beyler siz birinci sınıf kompartımanda seyahat ediyor olabilirsiniz. Bunu kültürünüz veya imkanlarınızla elde etmiş olabilirsiniz. Ama birileri de geminin altındaki küpeşteyi deliyor. Ve bu gemi batarsa sizin o lüks kamaralarınız da suyun altında kalacak. O yüzden bu toplum için bir şeyler yapmak zorundasınız. 

Ekonomik anlamda rahatlama bu sancıları hafifletir mi?

Ekonomik sorunlarını hallettiği halde bu kaosu önleyememiş toplumlar var dünyada. Kuzey ülkelerinde herkesin ekonomik özgürlüğü var ama intihar oranı çok yüksek. Sosyal refah sonsuz ama insanlar mutsuz. İnsanların ekonomik sorunlarının altında da hayata ilgisizlik yatıyor. Hayata karşı deneyimsiz isen doymaya hakkın yok. Bir şey vereceksin ki karşılığını alacaksın. Ekonomik rahatlamadan çok insanların donanımlı hale getirilmesi gerektiğine inanıyorum. Tekdüzelikten kurtarılmalı insanlar. Bir insan hayatı, sorgulamadığı, kafa yormadığı kendine söylenenleri gerçek gibi kabul ettiği zaman hayat bir yere ilerlemez. Türkiye’nin bugünkü ekonomik açmazının temelinde de bu var. Yoksa ekonomik potansiyeli olmayan bir ülke değil. Sadece dinamiklerimizi hayata geçirmeye engeller koyuyorlar önümüze. Bunu da bilinçli yapıyorlar.Avrupa’dan Asya ya kadar gerçekten bu toplumun hükmedebileceği bir Avrasya gerçeği var. Bugüne kadar bu ülkeyi yönetenler bu toplumu, bu gerçeği yeterince kavrayamadılar sadece laflarla geçiştirdiler; güzel bir deyimimiz var: “Lafla Peynir gemisi yürümez.” Bizi basiretsizliklerle, ülküsüzlüklerle muhtaç hale getirdiler, bu muhtaçlıktan çıkmanın yolunun ise kendine dönmekten, tahammül etmeyi öğrenmekten ve çalışmaktan, hilesiz hurdasız çalışmaktan geçtiğine inanıyorum. İş doğayla başlayıp bu kadar sosyal boyuta niye geliyor? Çünkü Türkiye’nin sorunu insanlarımızı coğrafyalarından oynatmaktan kaynaklanıyor. İnsanlarını coğrafyalarında doyuramadıktan sonra, coğrafyalarında yaşamak için bir imkan sağlamadıkça onları belli merkezlerde yoğunlaşmaya ittikçe bazı kaosların önüne geçemeyiz. Polisiye tedbirlerle kimsenin vicdanına kilit vuramayız. 

Coğrafya Vakfı projeniz bu düşüncenin bir sonucu mu?

Benim büyük bir hayalim var. Doğayla, coğrafyayla ilgili bütün vakıfları, dernekleri, sivil girişimleri bir çatı altında toplamak. Ama Türkiye’de son yıllarda her şey o kadar yanlış yapıldı ki. Vakıf meselesi bunlardan biri. Bir takım kurumlar, kuruluşlar vakıf adı altında o kadar yanlış şeyler yaptı ki. Bu anlamda bir girişimde bulunmak gittikçe zorlaşıyor. Ama Türkiye’nin coğrafyasıyla ilgilenen, örneğin Tema veya diğer vakıflar bütün bunların tamamının bir platformda yanyana gelip Türkiye’nin coğrafyasının irdelendiği, envanterinin hazırlandığı toprağından, suyundan altındaki tarihine kadar envanterinin hazırlanmasından yana bir çabaydı. Tamamen bireysel bir arzu ve çabayla yola çıktık. Bugüne kadar o bireyselliğin yapabildiklerini yapabildik. Paylaşmayı çok istiyoruz ama bunu nasıl yapacağız henüz netleşmedi. Gönüllü arkadaşlarımız, dostlarımız var yardım eden. Bunu bir enstitüye nasıl dönüştürürüz, bir vakıf mı dernek mi henüz kesin bir şey yok. Bundan sonra nasıl bir duruş sergileyeceğimizi bilemediğimiz için bekliyoruz. Bunu nasıl bir yasal süreç içinde yürüteceğimize karar verirsek çalışmalara başlayacağız. O nedenle Coğrafya Vakfı’nın yapısı nasıl olacak, kim idare edecek. Başında benim olabilmem mümkün değil. Fikir bize ait ama biz ancak neferi oluruz. Lokomotifi olamayız çünkü taş yerinde ağırdır. Ben halen dünya coğrafyasıyla ilişkimi kesip bunları yapacak durumda değilim.Bu işi biraz da akademik kariyeri olan birilerinin üstlenmesi gerekir Bütün bunları düşünmek durumundayız. 

Gelecek için başka projeleriniz var mı?




Ben çocukken Kaptan Cousto'yu çok seyrederdim ve onun kurduğu ekibi, yaptığı seferleri keşifleri kara ekibi ile yapmayı düşlerdim. Bunun için tan donanımlı bir arazi kamyonunun hayallerini kuruyorum. Önümüzdeki dönemlerde böyle bir kamyon sahibi olmayı ve başta Anadolu olmak üzere kıtamız Asyayı dolaşarak çalışmalarımızı sürdürmeyi çok istiyorum

Please reload

bottom of page