top of page

Akdamar Efsanesi

Van Gölü’nün yaşayan efsanesi; Akdamar

Van Gölü, Anadolu’nun doğusunda maviyeşil atlas gibi serilmiş can veriyor etrafına topladığı yaşamlara. Sadece bugün değil, binlerce yıl hayat sürgün vermiş bu coğrafyada. Hikayeler, efsaneler, yapılar, lisanlar, gelenek kadim bir medeniyetin yapısal kodlarını taşımış bugünlere. Mevsim mevsim akarken güzelliğin tohumları can bulmuş renk renk, koku koku toprağın bağrında. Yöre insanının Van Denizi  diye adlandırdığı gölün batısındaki Akdamar Adası da böylesine bir cana gelişin öyküsünü fısıldıyor usulca.

Kıyıdan 4 km uzaklıkta olan Akdamar Adası’na 20 dakikalık bir motor yolculuğu sonrasında ulaşılıyor.  Uzun yıllar önce gömüldüğü sessizliği 2010 yılında Akdamar Kilisesi’nde gerçekleşen tarihi ayinle bozulan Ada, şimdilerde ziyaretçilerle şenleniyor. Kilise ile birlikte başka yaşam alanlarının da  inşa edildiği dönemden 16. yüzyıl başlarına kadar adada hayat devam etmiş. 16. yüzyıldan sonra 20. yüzyılın başlarına kadarki dönemde de keşişlerin eğitim aldığı bir manastır olarak faaliyette kalmış. Ermeni Kilisesi’nin ruhani başkanı olan Katogikosluğu makamı 10. Yüzyıl ortalarından 1101 yılına kadar Akdamar Adası’nda bulunmuş. En  eski kaynaklarda adanın adı Ermeni Rştuni sülalesine atfen Rştunik Adası olarak geçtiği ifade ediliyor. Ada’nın isminin Ahtamar, Ağtamar, Akhtamar olduğuna dair görüşleri doğrulamak istercesine ismine kaynaklık eden  bir efsane anlatılıp durur.

 

“Ah Tamar” efsanesi

Efsaneye göre; Ada’da yaşayan Baş Keşiş’in güzelliği dillere destan kızı ile Van’ın köylerinden birinde çobanlık yapan genç bir delikanlı birbirine aşık olur. Genç, Tamar adındaki keşişin kızı ile buluşmak için her gece yüzerek adaya gelir, kız da elindeki fener ile ona yerini belli edermiş. Durumu öğrenen kızın babası bir gece elindeki fenerle sürekli yer değiştirerek aşık genci yüzmekten bitap düşürür.  Gücü tükenen genç gölde boğularak ölür. Aşığının boğulmadan önceki “Ah Tamar” haykırışını duyan kız, sevdiğinin öldüğünü anlayınca kendini gölün sularına bırakarak hayatına son verir. Ermeni şair Hovhannes Tumanyan’ın aktarımıyla yayılan bu hikâyenin gerçekliği bir tarafa, 9. yüzyıldan beri kullanıldığı düşünülen adanın isminin Ağtamar olabileceği, Arapça’da ‘ğmr’ kökünden ‘kabartı, tümsek” anlamını taşıyor olması sebebiyle güçlü bir ihtimal olarak ortaya çıkıyor.

Gerçek Haç’ın korunağı…

Ada ile aynı adı taşıyan Akdamar Kilisesi konumu ve mimarisi ile önemli bir yere sahip. Kızıl Andezit taşının kullanıldığı Kilise adanın yüksek noktalarından izlendiğinde nefis bir manzara keyfi yaşatıyor. M.S. 915-921 yıllarında Mimar Keşiş Manuel tarafından Kral I. Gagik döneminde gerçek Haç’ın bir parçasını saklamak amacıyla inşa edildiği ifade ediliyor kaynaklarda. Tarihî kaynaklara göre adadaki yapılar topluluğu, kilise, saray, hizmet odaları, teraslı bahçeler ve limandan oluşuyor. Merkezi kubbe ve dört yapraklı yonca şeklindeki hac planına sahip bu kilise zaman içinde uğradığı yıkımlar sebebiyle, TC. Turizm ve Kültür Bakanlığı tarafından restore edilerek müze haline getirilmiş.  Kilisenin iç alanı çok geniş olmamasına rağmen içerideki fresk bezemeler görülmeye değer nitelikte.

Duvarlarında tarih ve efsaneyi yaşatan kilise; Akdamar

Kilisenin geniş ferah bahçesine bakan  dış duvarlarında İncil ve Tevrat’tan alınan kıssalar ve anlatımlar yoğun olarak tasvir edilmiş. Yunus Peygamber’in denize atılması, Hz. Meryem ve kucağında Hz. İsa, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın cennetten kovulması, Hz. Davut ile Kral Goliat'ın mücadelesi, Samson Filistinli ikilisi, ateşte üç İbrani genci, Aslan ininde Daniel sahneleri kabartma tekniği ile etkili biçimde tasvir edilmiş. Batı cephede Kral Gagik'i kilise maketini sunarken gösteren bir sahne yer alıyor. Dört yöndeki alınlıklarda İncil yazarları boydan tasvir edilmiş. Bunlardan başka cephenin alt ve üst kesimlerinde, asma sarmaşığından oluşan kuşaklar dolanıyor. Doğu cephesinde de en üstte Yuhanna, orta pencerenin ortasında Hz. Adem’in portresi, sol  duvarda Aziz Gregor (Ermenilerin yol göstericisi) ve Vaftizci Yahya’nın diyaloğu, sağ duvarda İlyas Peygamber, Aziz Thomas ve Tserafatlı dul kadın mizanseni kabartma olarak işlenmiş duvara. Bu cephedeki Abbasi Halifesi Muktedir olduğu tahmin edilen bir figür daha bulunuyor.

Yapının mimari özellikleri Mimarlık Dergisi’nde yer alan makalede şu şekilde ifade ediliyor “Akdamar Manastırı Kutsal Haç Kilisesi, mimari plastik süslemeleri açısından bölge ve bölge dışında, yapıldığı tarih itibariyle biricik özelliklere sahiptir. Bir saray kilisesi olması nedeniyle dini konuların yanı sıra günlük yaşam, av ve saray sahnelerinin işlenmesiyle de dikkat çekmektedir. Kabartmalarda irdelenmesi gereken bir nokta da sanatsal etkileşimdir. Saray yaşantısını ve av sahnelerini canlandıran kabartmalarda Türk-İslam sanatı ve ikonografisinin etkileri, özellikle doğu cephe süslemelerinde karşımıza çıkmaktadır. Bağdaş kurmuş oturan halife figürü ile geriye dönük avına at üstünde ok atan avcı sahneleri bu etkileşimleri yansıtan en güzel örneklerdir”

Nisan’da Akdamar başkadır

Adaya gidilebilecek en güzel mevsim ise badem ağaçlarının pembemsi beyaz çiçeklerini açtığı Nisan ayı hiç şüphesiz. Adanın yüksek bir noktasından martıların kanat sesleri ve çığlıkları eşliğinde, baharın kokusunu içinize çekip, Artos Dağı’na yaslanan Akdamar Kilisesi’ni, adaya inci gibi serpilmiş badem çiçeklerini izlemek eşsiz bir deneyim ve keyif olacaktır hiç şüphesiz. Yanınızdan hızlıca geçen bir tavşan geçmişten bugüne bir uyanış olur belki de… Hele bir de günbatımında adada iseniz, akşamın dinginliğinin yarattığı huzuru, ılık bir bahar esintisi ve bir fincan kahve eşliğinde yaşarsınız. Limandaki teknelerden gelen yanık şarkıların hüznünde bir keder dokunur yüreğinize. Mevsimin kıştan yaza döndüğü, alaca dağların sırtından yükünü attığı, doğanın uyandığı demlerde içinizde küçük, masum kıpırtılarla, yalnızca sizi karşı kıyıya taşıyan motorun sesini duyduğunuz ıssız bir coğrafyada belki Tamar ile maşukunun aşk fısıltısı değer kulağınıza.

 

Sade, Sıcak ve Güzel Molivos

Barbaros’un memleketi

Ege Denizi’nde bulunan Türkiye’ye en yakın adalardan biri Midilli.  Ayvalık’tan yaklaşık 1.5 saatlik bir feribot yolculuğunun ardından ulaşmak mümkün adaya. Yunanistan’ın en büyük üçüncü adası olan Midilli adını merkezinden alıyor. Yunanca’da Mytilíni olarak geçmekle birlikte  ünlü Yunan şairler Alceaus ve Sappho'nun memleketi olan adaya eşcinsel kadın şair Sappho'ya atfen Lesvos da deniliyor. Ada’nın bizler açısından bir diğer önemli özelliği ise ünlü Osmanlı Amirali Barbaros Hayretti Paşa’nın memleketi olması. 1462-1913 tarihleri arasında Osmanlı hakimiyetinin olduğu adada  bulunan kalelerin içindeki yapılar ve köylerindeki kiliseye dönüştürülmüş camilerde Osmanlı döneminin izlerini görmek mümkün. Midilli Adası’nın genel olarak bu cümlelerle özetledikten sonra yazımıza konu olan Molivos köyüne gelelim.

Molivos’un kapılarından, pencerelerinden süzülmek hayata

Adanın kıyılarında bulunan köylerden biri Molivos. Midilli’nin kuzeyinde bulunan köy,  merkeze 60 km uzaklıkta. Otobüs ile gidebileceğiniz gibi daha keyifli ve yol üzerindeki köyleri de görerek gitmek istiyorum derseniz araç kiralamanız daha iyi bir tercih olur. Gri bir sonbahar akşamında ulaştığımız Molivos’ta öncelikle kalacağımız pansiyonun sahibi Evi’nin kapısını çaldık. Küçük bir yanlış anlama ile gideceğimiz konusunda kesin bilgisi olmayan ev sahibimiz odamızı hazırlamak için bizden süre istediğinde  şöyle bir etrafa göz atalım deyip, küçük bir alana kurulmuş olan köyün limanına indik. Hava kapalı olmasına rağmen köyün dinginliği, taş evlerinin göz alıcı renklerle boyanmış kapı ve pencereleri, Ege’nin derinliği ilk saatlerden bizi içine aldı. Akşam olmuştu ve odamızın hazır olduğu düşüncesiyle pansiyonumuza döndük. İki katlı şirin bir taş evin içinde olan mütevazı odamıza yerleşmeden önce Evi biraz da mahcup olarak evinde kahve içmeye davet etti bizi. Bu içten davete icap ederek  yaptığı kahveyi nefis meyve tatlısı eşliğinde içtik. Adada kahve ile birlikte küçük bir parça mevye tatlısı ikram ediliyor bunu da kaldığımız süre içinde deneyimledik.

Molivos’un seyir noktası

Yağmurlu ve rüzgârlı bir akşamın ardından güneşli bir sonbahar gününe uyandık. İkinci günümüzde Molivos’u adımlamak üzere yola koyulduk. Köyü tepeden gören ilk inşası Ortaçağ’a dayanan  kale ilk hedefimizdi. Doğal taş döşemeli, Arnavut kaldırımı dar sokaklarından zaman zaman merdivenleri tırmanarak vardık kaleye. 2 Euro giriş ücreti ödeyerek, kalenin bölümlerinde gezinmeye başladık. Midilli Adası’nın  ikinci büyük kalesi olan bu tarihi yapı, köyün limanına hakim bir noktada bulunuyor. Kurulduğu ilk dönemlerden bu yana kale hem ticaret hem de güvenlik açısından gözlem yapılan bir yer olmuş. Kalenin giriş kapısının üstünde Osmanlıca bir yazıt bulunuyor. Dört bir yanından Molivos’u ve Ege Denizi’ni temaşa edebileceğiniz kalede yaz aylarında çeşitli etkinliklerin düzenlendiğini kurulan platformdan anlıyoruz. Nefis havasını içimize çeke çeke güneşin ışıltısı ve rüzgârın zindeliği ile enerjimizi tazeleyip kaleden çıkıp köyün sokaklarına doğru akmaya başlıyoruz.

Agora’nın salkım gölgeli sokağı

Arnavut kaldırımlarında bazen iniş bazen yokuş yol alırken, sonbahar mevsimine inat çiçekli balkonlar, rengârenk sarmaşıklar ve onlarla yarışan evlerin kapı/pencereleri arasında keşfediyoruz bu şirin köyü. Portakal ağaçlarının yerlere düşen meyvelerinin belli ki kimse yüzüne bakmıyor. Sokaklarda kediler köpekler zaman zaman arkadaşlık ediyor gezintimizde bize. Yol alırken kendimizi “Agora” diye adlandırılan Molivos’un çarşısında buluyoruz. Turizm mevsimi olmadığından ve bizler de biraz erkenci olduğumuzdan henüz kapılarını açmamış olan dükkânlar, sarmaşıkların gölgesindeki dar bir sokakta karşılıklı dizilmişler. Köyün resmi daireleri de çarşı civarında bulunuyor. Temizlik görevlileri yerde biriken yaprakları topluyor ve zaman zaman motosikletli köylüler geçiyor sokaklardan. Hatta yaşlı bir teyzeyi atv’si ile köyün dik yokuşundan çıkarken gördüğümüzde buradaki en iyi ulaşım çözümünün bu olduğunu anladık.

Çok küçük bir alanı kaplamasına ve birbirinin aynı şeyler varmış gibi durmasına rağmen sürekli sürprizler yaşattı  Molivos bize. Her sokak ayrı bir güzelliğe varıyor burada. Köyün küçük meydanında güzel bir kahve eşliğinde soluklanırken birkaç saatlik gezintimize rağmen ruhumuza tesir eden keyfin tadına varıyorduk sevgili Hülya ile.

Muhabbet katıklı bademlerin tadı kaldı damağımızda

Yeniden adımlarken sokakları köyün yüksek bir noktasında çift kişilik yalnızlığı ile köyü kollar gibi duran iki ağacı bulunduğu noktaya vardık.  Köyü ve kaleyi nispeten uzaktan görebildiğimiz bu noktada badem ağaçları bizi kendine doğru çekmeye başladı. Elimize aldığımız küçük taşlarla topladığımız bademleri kırıp yemeye başladık. Güneşli  bir sonbahar gününde  mis gibi havada yediğimiz bu muhabbet katıklı bademlerin tadı tarifsizdi. Küçük dostlarımız kediler burada da bizimleydi.

Nereye vardığımızı hesaplamadan kıyıya doğru inen yola yöneldik. Köyün deniz kıyısında çok sayıda restoran ve kafe bulunuyor. Merak edip içine girdiğimiz bir kafenin ortamı mıknatıs gibi çekti bizi. Kısa süre önce  kahve içmiş üstüne de bademlerimizi yemiştik. Ama pırıl pırıl güneşli bir havada içimize ferahlık veren dalgaların şarkısı dinlemek için oturalım ve ayıp olmasın diye de bir bitki çayı içelim dedik. Kocaman cam  demliklerde gelen çayımızı yudumlarken, kafedeki televizyondan gelen Yunanca konuşmalar, ortamın verdiği olanca hazza rağmen hayattaki misafirliğimizi hatırlattı bana.

Gün yarılanmış ve köyün bir kısmına henüz ayak basmamıştık. Deniz seviyesindeydik artık ve köyün dışına doğru ilerlemeye başladık. Tarlaların olduğu kısım uzanıyordu buradan itibaren. Bu da başka bir sürpriziydi Molivos’un bizler için. Fakat bugün yapmak isteğimiz bir şey daha vardı. Pansiyon sahibemiz Evi’nin de ısrarla gitmemizi tavsiye ettiği kaplıcaya varmak için adımlarımızı hızlandırdık. Zira kaplıca 16:00’a kadar açık olurmuş.  

Bedene ve ruha şifa Eftalou Kaplıcası

Molivos’a 4 km uzaklıkta olan bu kaplıcaya gitmek için kiralık aracımızın olması çok işe yaradı. Kısa sürede varınca Eftalou kaplıcasına, günün yeni sürprizinin bu olduğunu anladık. Biz büyük bir termal tesis beklerken, denize birkaç metre uzaklıkta küçük bir yapı ile karşılaştık. Şaşırmakla birlikte bu durum hoşumuza gitti. Girişte termali işleten çiftten başkası yoktu. Kaplıcanın kaynağının bulunduğu havuza girmeden önce, uzun süre suda kalmamız için bizi uyardı işletmenin sahibi kadın.  Çünkü suyun sıcaklığı 40-45 dereceyi buluyormuş. Suyunun şifalı olduğu söylenen Eftalou kaplıcasına yazın girenler, havuzdan çıktıktan sonra nispeten daha serin olan deniz suyuna kendilerini bırakarak deniz terapisi yapıyorlar. Kalış süremizi biraz uzun tuttuğumuz için havuzun sıcak suyundan çıktıktan sonra kendimize gelmemiz biraz zaman aldıysa da kaplıcanın sahibi çift ile kısa sohbetimiz ve termalin verdiği rahatlık ile “ne iyi ettik de geldik” diyerek ayrıldık buradan .

Veda kahvesi

Gün akşama dönerken Molivos’un merkezine doğru giderek aracımızı pansiyonun önüne bırakıp gün batımını izlemek üzere limana doğru yürümeye başladık. Bu esnada bir sokak köpeği ısrarla peşimizden gelerek önce kıyının yüksek bir noktasından nefis  günbatımını izlerken, ardından da liman da akşam yemeği yerken bize eşlik etti.

Kısa ama son derece güzel tatlar bırakarak geçen seyahatimizde son akşamımızı da geride bırakmıştık. Yorgun bir o kadarda huzurlu vardık pansiyonumuza. Konaklama ücretini vermek üzere Evi’nin kapısını çaldık ve o bizi yeniden davet etti içeri kahve içmek için.  Bu hoş daveti yine geri çeviremedik. Yine içtik kahvemizi meyve tatlısı eşliğinde. Biz de Evi’yi davet ettik İstanbul’a. Gelirse misafir etmek istediğimizi söyledik ona.

Ertesi gün Molivos’ta yeni güne uyanarak erkenden yola koyulduk Midilli merkeze varmak üzere….

Bir yoksulluk manzumesi

 

 

Dünya fakirlik haritasının en diplerinde yer alıyor Nijer. Afrika’nın batısında topraklarının yüzde onikisi ekilebilir, geriye kalan kısmı ise çölden ibaret. Tarıma elverişli alanların önemli bir kısmı Nijer Nehri’nin kıyısında yer alıyor. Dolayısıyla yerleşim alanları da bu bölgelerde yoğunlaşıyor. Fransa, eski sömürge alışkanlığını farklı yöntemlerle sürdürmeye devam ediyor Nijer’de. Düşük bedellerle uranyumunu kullanıyor ve bu düzenin devamlılığı içinde ülke yönetiminde gizli bir el olarak etkisini sürdürüyor. 1960 yılında bağımsız olan ülkede, 1992 yılında halk oyuyla kabul edilen anayasa ile çok partili demokrasiye geçilmiş. Fakat Şubat 2010’da yapılan askeri darbe bu geçişin tam olarak gerçekleşmediğini gösteriyor. Sistem içerisinde Fransa’nın da etkisiyle laiklik çok önemseniyor. Şimdilik halk yoksulluk nedeni ile bütün bunları sorgulayacak durumda değil, bu sebeple ülkenin siyasal sisteminin gelişmesi de toplumsal sorgulamanın artmasına bağlı görünüyor. 15 milyonu aşan nüfusu ile Nijer’in dünyanın 3. büyük uranyum üreticisi olması, felaket düzeyinde olan yoksulluğu gidermeye yetmiyor. Ne devletin halkına hizmet verecek gücü, ne de halkın bunu sorgulayacak bilinci var. Yağışların yaz aylarında görüldüğü ülkede, iklim genellikle sıcak ve kurak. Ülke ile ilgili bu genel bilgilerin ötesinde burada olmayı anlamlı kılan daha mühim yaşamsal detaylar var. 

 

Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının desteği ile bir araya gelen 36 kişilik Sağlık Gönüllüleri ekibi ile yoksulluğun kanattığı yaraları elimizden geldiğince sarmak üzere Fas aktarmalı olarak Nijer’e hareket ediyoruz. Gitmeden önce öğrendiklerimizden edindiğimiz refleks ile sinek kovucu ilaçlar sürünmeye başlıyoruz başkent Niamey’e iner inmez. Zira sıtma bu ülkede en yaygın hastalıklardan biri. Ve bizler sınırlı olan vaktimizi hasta yatağında geçirmek istemiyoruz. Sarı humma aşı belgelerimizi göstererek çıkıyoruz hava alanının dışına. Ve yüzümüze vuran sıcak ile merhaba diyoruz Afrika’ya…

 

 

 

Başkent Niamey

Başkent Niamey ara durak olduğu için, sağlık yardımının yapılacağı Teseoua bölgesine gitmeden önce bir süre TİKA-DSİ misafirhanesinde konaklıyoruz. Gecenin bir yarısı güler yüzlü ev sahibi Türklerle karşılaşmak, uyku mahmurluğumuzu memnuniyete çeviriyor. Yine de yorgunluğun etkisiyle herkes bir yerlerde uyuyakalıyor. Gün ışığına açılan gözlerimle ilk olarak, duvarlarda gezinen rengarenk kertenkeleler ve ağaçtaki kuşları algıladım. ‘Burada her şey bir başka’ dedirten detaylar kendini göstermeye başlamıştı bile. Ve ben yeni şeyler keşfetmek üzere bahçe kapısından dışarı uzandım. Geniş kızıl sokaklar ve rengarenk giysileri içerisinde salına salına yürüyen kadın ve çocuklar sabahın ışıltısında bambaşka bir renk katıyordu şehre. Başkent olmasına rağmen kasaba çapındaki Niamey’in en çok ilgi çeken cazibe merkezi hayvanat bahçesi ve Nijer nehri. Bu ülkeye has batik kumaşlar ve deri atölyesinin de içerisinde bulunduğu hayvanat bahçesinde, birkaç hayvan ve dev dinazor fosili dışında görülebilecek fazla bir şey yok. Nijer Nehri ise çamur rengi akan suyu ve kenarında serilmiş çamaşırlar ile adeta renk cümbüşü.

 

Başkent Niamey, Nijer gerçeğinin en iyimser manzaralarını görebileceğiniz tek yer. Dönüş yolunda şehirde gerçekleşen gezintide özellikle araba, hatta motosiklet kullanan kadınların çokluğu dikkat çekici. Kamu binaları ve şehir meydanı, trafik yoğunluğu, marketler -geri kalmış olsa da- modern kentleşmenin vurgularıydı bu şehrin. Ama bütün bunlar çok küçük bir mutlu azınlığın yansıttığı manzaralardı. Bu dar alanın dışında birçok trajedi yaşıyordu ara sokaklara sıkışmış hayatlar.

 

Kısa bir başkent molasının ardından, Gönüllü ekibimizle Teseoua’ya gitmek üzere 17 saat sürecek olan karayolu yolculuğumuza başlıyoruz. Otobüslerle şehrin asfalt olan tek otoyolunda ilerlerken, kentsel ve kırsal unsurların yarattığı paradoks dikkatlerden kaçmıyor. Yolun ortasında gezinen hayvanlar, kenarında yürüyen yayalar ve her şeye rağmen akan trafik… Şehrin dışına çıkarken yola gerilmiş halatların başındaki görevlilerin aracımızı durdurmasıyla bunun otoyol gişesi olduğunu anlıyoruz. Ödenen ücretin ardından inen halatla birlikte devam ediyoruz yolumuza. Yol boyunca küçük yerleşim yerlerinin ortasından geçiyor olmamız, yaşamdan manzaraları sıkça izleme imkanı sunuyor bizlere. Su taşıyan kadınlar, yağmur göletlerinde oynayan çocuklar, milet ambarları, toprak evler, keçiler, develer, kendine has mimarisi ile camiler ve en önemlisi de bizi içine alan kum fırtınasını geride bırakarak varıyoruz Teseoua’ya. Henüz sabah olmamışken yerleşiyoruz misafirhaneye. Biraz dinlenme ve kahvaltının ardından geliş amacımızı yerine getirmek üzere hastane binasına gidiyoruz tüm ekip olarak. Cihazların kurulumu ve kliniklerin hazırlanmasının ardından bir hafta sürecek olan programımıza başlıyoruz. Birbirini takip eden günlerde tek derdimiz insanların şifalarına vesile olmak.

Geçen zaman içerisinde dokunduğumuz her insan, Nijer gerçeğini anlatıyor aslında. Nijer’i anlamak, bu ülkede ne olarak var olduğunuzla ilgili bir durum. Her bir insani hal ayrı ayrı yönünü vurguluyor ülkenin. Yoksulluk, bütün sorunları besliyor ve kronik hale getiriyor bu topraklarda.

 

Nijer’de çocuk olmak

Kara tenlerinde parlayan siyah gözleri ile hiçbir yerde karşılaşmadığım bir coşkuya sahipti bu ülkenin çocukları. Başlangıçta ürkek ve çekingen davranışları, küçük bir iletişimle yerini çocuksu pervasızlığa bırakıyor. Bir anda onlarca çocuk birikiyor ve ‘madam’ diye başlayan cümlelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Kızlar biraz daha temkinli yaklaşıyor ama sonunda onlarda çocukluklarına yeniliyorlar. Zaman zaman sırtlarında taşıdıkları kardeşleri, onların yaşam biçimleri ve kendilerine biçilen rolü yansıtıyor. Her biri küçük kadınlar gibi öğrenilmiş davranışlar sergiliyor.

 

Onlar, çocukluklarına döndükleri anlar dışında, yerel makyaj ve süsleri içerisinde arz-ı endam ediyor yollarda. Bu kara kıtanın ışıltılı yüzlerinin en etkileyici yanı ise derin ve keskin bakışları. ‘Bizler her an olgun olmaya hazır çocuklarız’ der gibiler.

 

O masum suratlardaki anlam derinliğini, körpe duygularla açıklamak mümkün değil. Yüz hatlarındaki güzelliği daha da belirginleştiren gözlerindeki güçlü ifadenin nasıl bir düşünceden beslendiğini bilmeyi çok isterdim. Onlarla konuşabilmeyi ve akıllarından gönüllerine inebilmeyi...

 

Nijer’de erkek olmak…

Ataerkil bir toplum olan Nijerliler için hayatın nispeten daha kolay olduğu bir var olma biçimi erkeklik. Erken yaşta evlilik onların da hayatlarının bir parçası. Ama kızlardan farklı olarak evdeki işgücünü artırmayı hedefliyor çoğu zaman bu durum. Yine de yaşamın onlara sunmuş olduğu özgürlük, bu ülkede erkek olmayı kadın olmak kadar büyük bir trajediye dönüştürmüyor. Motosikletlerin üzerinde bir oraya bir buraya gidip gelen, minübüslerin üzerine balık istifi yerleşmiş genç yaşlı erkekler dinamizm katıyor şehir hayatına. Şehirde erkekler kırsal alanlara göre yaşamsal sorumlulukları nispeten paylaşmış gibi görünüyorlar. Nijer nehri kıyısında çamaşır yıkayan erkekler, alışık olmadığımız bir manzara seriyor gözler önüne. 

 

 

Nijer’de kadın olmak…

Bu ülkede en zor var olma biçimi kadınlık olsa gerek. Başlarında yükleri, sırtlarında çocukları ile üzerlerine asılmış olan yaşamı yüksünmeden taşıyorlar. Özellikle yoksulluk sınırının en dibinde bulunan ailelerin kız çocukları, evden bir boğaz eksilsin diye çocuk yaşta kendilerinden hayli büyük erkeklerin eşlerinden biri olarak feda edilebiliyor. Bundan sonraki süreçte ise birer doğum makinası olarak tükenişlerini yaşıyorlar. 15’inde üç, 28’inde 14 doğum yaparak tahrip olan bedenleri ile birlikte, kadınlık ruhlarını da köleliğe teslim ediyorlar. Kadın olmanın ne demek olduğunu hiç bilmeden, belki de genç yaşta sıradan varlıklarını sonlandırıyorlar. Makûs kaderlerinin bir parçası olarak sahip oldukları çocukları, onları yaşamda anlamlı kılan tek insanlık hali galiba. Buna rağmen en büyük bedeli de bu çocuklara sahip olurken ödüyorlar. Erken yaşta ve yanlış yöntemlerle yapılan doğumlar sonucu ülkenin büyük dramı haline gelen fistül hastalığı oldukça yaygın. Mesane yırtılması sonucu baş gösteren bu rahatsızlık sonucu idrarını tutamayan kadınları, kocaları da bir başına bırakıyor. Bu sağlık sorunu karşısında devletin imkanları yeterli olmayınca uluslararası yardım kuruluşlarının girişimleri umut olmaya başlıyor. Özellikle Türk hekimlerinin önemli girişimleri olmasına rağmen, bu sorunu çözmek için şimdilik yeterli düzeyde değil.

 

Çocukları ile bütünleşmiş olarak yaşayan bu kadınlar, bir yandan bebek emzirirken, bir yandan da sokaklarda pişirdikleri yemekleri satmaya çalışıyorlar. Kırsal kesimde tarımda emek sarfeden Nijerli kadınlar, su taşıma, milet dövme işlerini üzerlerine almışlar. Kadınlık zor zanaat vehasıl bu topraklarda. Ama her şeye rağmen en yaşlısından en gencine en iyi koşullarda olanından en düşkününe kadar tüm kadınlar, kıyafetleri ve aksesuarları ile ‘kadın her yerde kadın’ dedirtiyor.

 

Yoksulluğun gülen yüzü

Bu ülkenin insanları, yoksulluğun insan yaşamı üzerinde yarattığı tahribatı bedenleriyle özetliyor adeta. Bir güzellik manzumesi olarak dünyaya gelen ve belirli bir yaşa kadar da bunu koruyan bu insanlar, yoksunluklarının onları maruz bıraktığı sefaletin etkisiyle hızla deforme olmaya başlıyorlar. Tenleri kağıt gibi buruşuyor, dişleri sararıp dökülüyor, ayakları nasırlaşıp tabanları kösele haline geliyor, belleri bükülüp, gözleri görmez oluyor. Nijer’de insanların uğradıkları fiziksel tahribat, yoksul ile nispeten varlıklıyı birbirinden ayırt ediyor.

 

Yoksullukla beslenen hastalıklar, burada görev yapan gönüllü hekimleri bile şaşkına çevirecek kadar anormal bir hal alıyor. Modern tıbbın kolayca çözüm bulduğu sağlık sorunları, burada insanların hayatları boyunca ızdırabına ve hatta genç yaşta yaşamlarını yitirmelerine neden oluyor. Yarım saat süren bir katarakt ameliyatını olamadıkları için hayatları boyunca karanlığa mahkum yaşıyorlar. Ama her şeye rağmen dertlerini kabullenmiş bu insanların yüzleri içtenlikle gülüyor.

 

Geri kalmışlığın bir sonucu olarak da değerlendirilebilir ama küreselleşmenin yaratmaya çalıştığı tek tip insana inat, hayat yerel unsurlarla dolu buralarda. Fransızların başarılı sömürgeleştirme çalışmalarının sonucu olarak halkın çoğunluğu Fransızca konuşurken, yerel dilleri de hala varlığını devam ettiriyor. Kabile geleneğinin bir uzantısı olarak, insanların geldiği soyu belirlemek için yüzlerine vurulan damgalar, desen desen kına figürleri, erkeklerin başlarındaki muhteşem desenli takkeler ve yerel kıyafetlerinin altında modern üretim figürü olarak parmak arası plastik terlikler göze çarpıyor. Özellikle kırsal kesim insanının iç çamaşırı giyme alışkanlığı az. Yemeklerini elleri ile yerken, sıvı tüketimini bir ucu delik poşet paketlerle gerçekleştiriyorlar. En yaygın tüketilen yiyecek milet. Kuş yemini andıran bu tahıl dövülerek çorba haline getiriliyor. Büyük çoğunlukla insanlar hayatları boyuca tek öğün bu çorbayla besleniyor. İnce uzun somun ekmeklerini yerken hamuruna karışan kumu ağzınızda hissediyorsunuz. Herkes tüketemese de en favori meyve mango. Nijer’de insanı şaşırtan detaylardan biri de lojistiğin bu denli geliştiği bu çağda, hala deve kervanları ile ticaretin yapılıyor olması.

 

Müslüman Nijer Halkı

Kaynaklarda belirtildiğine göre İslam ile 10. asrın sonuna doğru tanışan halkın büyük bir kısmı hala Müslüman. Din yaşamın içerisinde yoğun olarak göze çarpıyor. Örtünmüş her yaştan kadın, çardak mescit ve kuran kursları, sokaklarda namaz kılanlar, Müslüman toplumu açıkça yansıtıyor. Kuran’ı Kerim el ile yazılan ahşap levhalardan okunuyor. İnsanlara “selamünaleyküm” dediğinizde yüzlerinde sıcak bir gülümsemeyle karşılıyorlar sizleri. Yıllarca başka dinlerden beyaz insanları görmeye alışmış olan Nijerliler için, beyaz Müslümanlar görmek, yeni bir durumu ifade ediyor. Ülkemizdeki Sünni ibadet pratiklerinden farklı olarak tezahür eden İslam’ı yaşama biçiminin oluşmasında, elbetteki coğrafi koşulların, geleneğin ve zorlu hayat mücadelesinin de etkisi büyük. Sağlık Gönüllüleri Organizasyon Başkanı Sayın İbrahim Ceylan’ın bu durum karşısında “ zor oyunu bozar “ ifadesi, mahremiyet algısını bile farklılaştıran koşulları doğru biçimde açıklıyor.

 

 

Yaşamın renkleri sergileniyor pazar yerinde

Nijer’de yaşama dair detayların en iyi gözlemlenebildiği yerlerden biri de pazar yeri. Teseoua bölgesinde geniş ve toprak alanda kurulan pazar tam bir keşmekeş. Öküz arabaları, açıkta satılan etler, kabaktan yemek kapları, elekler, rengarenk kumaşlar, tuz yığınları, kurutulmuş biberler, dibekler ve daha birçok yerel unsur. Bu alanda tüketim ihtiyaçlarının yanı sıra sosyal gereksinimlere de cevap verecek seçenekler de sunuluyor. Berberler saç kesme işlemi yaparken, kurulan oyun alanında eğlence ihtiyaçlarını da gideriyorlar. Periyodik olarak kurulan bu şehir pazarının yanı sıra yılda 1 kez 15 gün süreliğine asfalt yolun kenarında açılan satış standlarını gezme imkanını bulduk. Küçük bir alanda olmasına rağmen özellikle akşam saatlerinde hayli keyifli bir ortam oluşuyor burada. Bilhassa gençler hoş vakit geçiriyor müziğin ve renklerin ambiyansında… Geceleyin yolların karanlığa teslim olduğu bu şehirde, sokakları aydınlatan tek şey motosikletlerin ışıkları oluyor.

 

Gece alabildiğine siyah, yıldızlar alabildiğine parlak

Gecenin zifiri karanlığında, yıldızlar hiç olmadıkları kadar ışıltılı ve güzel görünüyor bu ülkede. Modern şehirlerin suni ışıltıları arasında, unuttuğumuz başka dünyaları buralardan ayrıldıktan sonra da hatırlamamız için gökyüzü şahitlik ediyor yaşama. Hesapsızca uçuşan çekirgeler ve saklandıkları yerden geceye tanıklık eden kurbağaların sesleri, doğal bir senfoni gibi geliyor kulağa. Yağmur mevsiminin nemi ve hafif esen rüzgar narince dokunuşlarla geziniyor havada. Gece bitip gün yüzünü sabaha dönerken, aşina olduğum makamlardan biraz daha farklı ezan sedalarıyla, karanlık yerini pembemsi bir ışıltıya bırakıyor. Bu güzel seyri ile büyüleyici etki yaratan doğa, şiddeti ile hayatı dar ediyor bu yoksul insanlara. Büyüleyici kızıllığı ile toprak, rüzgarın şiddeti ile birleşince her yerde afeti andıran bir atmosfer yaratıyor. Hayatı sokaklarda yaşayan bu insanlar, bir kez daha çaresizliğin pençesine düşüyorlar. Üzerlerine sinen toprak, ardından gelen yağmurla tenlerinde yeni bir katman oluşturuyor. Öfkesi dinip yerini güneşe bırakan havanın ardından yaşam kaldığı yerden devam ediyor.

 

 

Nijer’de Gönüllü olmak

 

Ülkemizden kilometrelerce uzakta, yaşanan bir yoksulluk ve hastalık trajedisine ellerinden geldiğince çözüm olmaya çalışan iyi yürekli insanlar, hiç bilmedikleri topraklarda hiç tanımadıkları insanlara yardım ellerini uzatıyorlar. Belki sorunun tamamını çözmeye yeterli değil ama kıyıya vuran deniz yıldızı misali, her bir Nijerli için çok şey fark ediyor. İnsanlığın rakamsal yığınlar halinde algılandığı bir dünya düzeninde, bireyden yola çıkarak iyiliği çoğaltmaya çalışmak son derece anlamlı bir çaba.

 

Gönüllüler çatısı altında organize edilen sağlık ve insani yardım faaliyetleri esnasında tanıklık ettiğim çaresiz bakışlardan, burada bulunmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum. Farklı branşlardan Nijer’de bulunan Türk doktor ve hemşireler; zorluklara rağmen tüm imkanları kullanarak, geç saatlere kadar ameliyatlar, diş çekimi, poliklinik hizmeti, cerrahi müdahale ve tedaviler yaptı. Bütün yorgunluklarına rağmen; onlara yardımcı olan destek gönüllüler de dahil tüm ekip, bu topraklarda bulunma amaçlarının bilinciyle, yüzlerindeki tebessümü hep korudu. Bir haftalık çalışma süresince 562 poliklinik, 120 cerrahi ameliyat, 987 göz muayenesi, 293 katarak ameliyatı, 1586 kulak burun boğaz muayenesi ve bunlardan 440’ına tıbbi müdahale, 619 diş kontrolü ve 817 diş çekimi yapıldı. İhtiyaç sahibi ailelere verilen 825 keçi yardımı açılan su kuyuları binlerce insanın yaşamına iyilikle dokundu yardımsever yürekler. Onlarla olmak güzel ve anlamlıydı. Bu sebeple başta Organizasyon Başkanı Sayın İbrahim Ceylan olmak üzere, yüreği iyilikle atan ekip arkadaşlarımı insanlık adına yaptıkları bu güzel katkıdan dolayı kutluyorum.

 

Şimdilik Nijer halkına ihtiyaç duydukları ‘balık’ ikram ediliyor duyarlı insanlar tarafından. Ama onların ‘balık tutmayı’ öğrenmeye daha çok ihtiyaçları var. Yoksulluğu bir kültür olarak da yaşayan ve belki de bu yüzden karşı duruş sergilemeyen Nijerliler; daha iyi bir hayat ihtimalinin farkına vardıklarında, toplumsal değişim için gereken dinamizm de ortaya koymaya başlayacaktır. Bu sebeple BİSEG ( Bir insan Dünyaya Bedeldir Sağlık ve Eğitim Köyleri Gönüllüleri Derneği ) tarafından hayata geçirilmesi planlanan Türk Köyü projesi büyük önem taşıyor.

 

Objektifime takılan yüzlerce kare içerisinde yüreğime ve beynime kazınan; enfeksiyon kapmış gözü ve bitap düşmüş bedeni ile acı çekmeye bile gücü olmayan bir bebeğin, dünyaya açılan o tek gözünden yansıyan derin acısı oldu. Zorla inip kalkan göğüs kafesi ve derdinden bezmiş yüzü karşısında, bağrıma basıp götürmek istedim onu tüm çaresizliğimle. Ama yapamadım. O orada kaldı, ben döndüm konforlu yaşantıma. Belki o şimdi hayatla mücadelesine yenilerek melekler alemine karıştı. Fakat yüreğimde derin bir sızı ve gözümde akmaya her an hazır yaş olarak yaşayacak bende .

Zamanın durduğu şehir

 

Roma’dan İtalya’nın güneyine doğru süren 2.5-3 saatlik yolculuğun ardından farklı bir ortamın içerisinde buluyoruz kendimizi. Bir Avrupa ülkesinde bulunmasına ihtimal vermeyeceğimiz görüntüler karşısında şaşkınlık yaşıyoruz. Yol kenarlarındaki çöpler, balkonlara asılı çamaşırlar farklı bir kültür iklimini yansıtıyor. Trafikte çok sayıda araç hasarlı olarak yoluna devam ediyor. Bunlara rağmen Napoli, müziği ve eşsiz güzellikteki balkon düzenlemeleri ile sıcak bir şehir. Kuzeydekilerden farklı olarak hayatın oluruna bırakıldığı Napoli’de yaptığımız kısa bir gezintiden sonra, 25 km uzaklıktaki asıl hedefimiz olan tarihi kent Pompei’ye doğru yol alıyoruz. İlk önce büyük Vezuv ile karşılaşıyoruz. Sabırsızlıkla geçen dakikalardan sonra büyük trajedinin sahnesine ulaşıyoruz.


Mahşer Günü

Araştırmalar sonucu ortaya konulan verilere göre 1928 yıl önce, Vezüv dağı hareketlenmeye başladı. Büyük felaket öncesinde gerçekleşen patlama ve depremler bölge halkı tarafından fazla ciddiye alınmadı. Bir kısım halk kenti terk etse de önemli bir kısmı hayatını sürdürmeye devam etti. Tâki büyük sarsıntının ardından, yanardağdan püsküren duman ve küllerin gökyüzünü kaplayarak kenti karanlığa boğmasına kadar. Büyük felaketten 14 yıl önce de büyük bir deprem yaşayan Pompei halkı, ne olduğunu anlayamadan ölümle karşı karşıya kaldı. Kurtulmak umuduyla denize doğru yönelenleri dev dalgalar yutarken, havadaki zehirli gaz sebebiyle herkes bulunduğu yerde can vermişti. Kısa süre içerisinde canlı yaşamının sıfırlandığı şehir, felaket sonrasında lav ve küllerle tamamen kaplanarak yerin metrelerce altında asırlar sürecek uykusuna daldı. 18. yüzyılda bir köylünün toprağı kazarken kalıntılara ulaşması ile Pompei, felaket kalıntısı olarak yaşamdaki yerini yeniden aldı.


Bir Kentin Uyanışı

Yaşam kanıtlarının bugüne kadar bozulmadan ulaşması Pompei’de neler olup bittiğini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Roma’daki zengin ve aristokratların yanı sıra denizcilerin de eğlence merkezi olan bu şehir, lavların kıyılara ulaşmasından önce bir kıyı kentiydi. Büyük felaket Pompei’nin hem denizle hem de yaşamla arasını açtı.
Çoğu zaman bir ibret öyküsü olarak anlatılsa da orada bir yaşam vardı. Ağlayanlar, gülenler, sevenler, sevilenler, açlar, toklar, yerliler, yabancılar… O yaşam ki dönemin koşullarında maddesel olarak gelinebilecek en üst noktayı işaret ediyordu. M.S. 1. yüzyılda, dönemin koşullarına göre bugünün Las Vegas’ının lüksüne sahiptiler. Son derece planlı bir yapılaşma içerisinde dudak uçuklatan bir kentsel oluşum sergiliyorlardı. Yaya ve araç trafiği sınır taşları, yaya geçitleri ve kavşaklarla düzenleniyordu. Evlerin kapıları, son derece düzgün inşa edilmiş sokaklara bakıyordu. Ki bu evler, sahiplerinin ekonomik statüsüne göre zenginden en zengine doğru sıralanıyordu. Yani Pompei’de fakir denilecek bir sınıf yoktu. Sadece bir sınıf olarak bile görülmeyen kendi yaşamlarına bile sahip olamayacak kadar fakir köleler vardı. Bu köleler bazen hizmetli bazen de gladyatördü.
Şehir küllerin arasında öylesine yeni kalmış ki amatör gözlemlerle bile o günkü yaşam hakkında önemli bir bilgiye sahip olunabiliyor. En zenginlerin sahip olduğu villaların muhteşem bahçeleri, iç havuzları, fosforlu yer mozaikleri, duvar süslemeleri bugün bile son derece gösterişli duruyor. Kanalizasyon ve kurşun su boruları ile içme suyu sisteminin bulunduğu iki katlı evlerde, yaklaşık ikibin yıl önce sürgülü kapı kullanıyorlardı.
Devlet binaları, tapınaklar ve pazar alanının da içinde bulunduğu kentin merkezinde belirli aralıklarla eğlenceler düzenleniyor, bu sebeple de en önemli kişilerin evleri bu alana bakıyordu. Bereket caddesi ise Pompei’nin bir başka gözde mekanıydı. Sayfiye kenti olan Pompei Roma’daki eğlence anlayışının insanlık ve ahlak sınırlarını fazlaca aştığı bir yerdi. Giderek artan eğlence ve lüks isteklerinin sonuçları kentteki kalıntılarda göze çarpıyor. Hamamlardaki kum dolu masaj yatakları, her türlü sapkın ilişkiyi müşterilerine hizmet olarak vaadeden pornografik süslemelerle dolu genel evler, ölüm savaşlarının yapıldığı arenalar bunlardan belli başlıları.


Pompeli Kadınların Gladyatör Hayranlığı

İlginç detaylardan biri de Pompeili genç kız veya evli kadınların, hayran oldukları gladyatörleri anlatan basit denilebilecek duvar çizimleri. Dönemin bu popüler köle savaşçılarının filmlerde yansıtıldığı gibi kaslı değil yağlı vücuda sahip olduğunu anlatıyor rehberimiz. Çünkü sahipleri için sermaye olan bu gösteri savaşçılarının yaralandıklarında hızlı iyileşmeleri, yağlı bir deri tabakası ile daha kolay oluyordu. Bu köleler için hayatta kalmak kadar iyi bir gösteri sergilemek de önemliydi. Para vererek izlemeye gelen halk mücadeleyi beğenirse yenilenin affını; aksi taktirde ölümünü isteyerek tepkilerini dile getiriyorlardı. Duvarlarda sadece resimler değil dönemin seçim çalışmaları kapsamında yazılan propagandalar da görülüyor. Yanı sıra aldığı hizmetten memnun olmayan müşterilerin tepkileri de duvarlara yansıyor. Halkın ayaküstü bir şeyler yediği mekanlar, fastfood kültürünün Roma’ya dayandığını gösteriyor.
Pompei’iyi diğer tarihi kentlerden ayıran ve dünya çapında büyük bir üne kavuşturan en önemli özelliği ise insan kalıntıları. Küller arasından özel kalıplama yöntemiyle çıkarılan cesetler, ölüme yakalandıkları halleri ile öylece uyumaya devam ediyorlar sanki. Yaşanan felaketin ne denli ansızın ve güçlü olduğu en iyi bu cesetlerde görülüyor. Büyük bir kısmı Napoli Müzesi’nde bulunan kalıntılardan bazıları antik kentte sergileniyor. Bu kalıntılar o dönemki insanların fiziksel yapıları hakkında da çok net bilgiler veriyor bize. Çoğunlukla yapılı ve kusursuz bir vücut ile resmedilen bu insanlar aslında minyon hatta tıknaz denilebilecek bir fiziğe sahip.


Sınır Tanımayan Eğlence Anlayışı

Üzerinde en çok konuşulan konu ise bu kentin sakinlerinin sürdüğü yaşam tarzı. Yaş, cinsiyet ve akrabalık bağlarının sınır teşkil etmediği cinsel tercihlerinden dolayı bu felaket çoğu zaman bir ibret vesikası olarak yer alıyor anlatımlarda. Hatta Vezüv ‘ ibret dağı “ olarak anılıyor.
Pompeili’lerin bu gözü dönmüş zevk anlayışları kölelerden başka kimseyi rahatsız etmiyordu. Zaten köleler, onlar için sadece konforlu yaşamın araçlarından biriydi. Bu anlayış sebebiyle, ilk sarsıntılarda şehri terk edenler döndüklerinde bulmak için bu insanları evlere zincirlemişlerdi. Hülasa burada yaşam sadece lüks ve eğlence üzerine kurgulanıyordu.
Vezüv ve Pompei, yaklaşık 2000 yıl öncesinde yaşanan yok oluş hikayesinin aktörleri. Her ikisi de kendi enerjisinin doruğa ulaştığı noktada katil ve maktul olarak ortak bir kader yazdılar. Öfkesi dinmiş Vezüv ile kaderine razı olmuş Pompei arasında sular durulmuş gibi görünüyor. Modern zaman seyyahlarının yarattığı hareketlilik dışında sükunet var artık bu kentte. Öyle ki sıkça rastladığımız sokak köpekleri, büyük felaketti yaşayan hem cinslerinin trajedisinden habersiz miskin miskin yatıyor köşebaşlarında.

Anadolu'da bir Osmanlı güzellemesi

İsmini hep duyduğumuz ama zihnimizde sahip olduğu birikimin ötesinde çağrışımlar yapan bir yer Mudurnu. Tavukçuluğun hızlı gelişimiyle birlikte ismi bilinmeye başlanan bu güzel ilçe, sektörün yaşadığı kriz nedeniyle, bu kez tarihi ve kültürel zenginlikleri ile dirilişe geçti. Atılan doğru adımlar ile yaşanan sıkıntılı zamanlar Mudurnu halkına potansiyel gelir araçlarını keşfetmenin yolunu açtı. Tarih boyunca önemli olayların merkezinde bulunan bu kadim Anadolu kenti, artık kültürünün zenginliği ve insanının sıcaklığı ile misafirlerini güzelliklerine buyur ediyor. 
 
Anadolu’nun küçük İstanbul’u 
Bolu’ya bağlı bu güzel ilçeyi tanımaya başladıkça sahip olduğu güzellikler karşısında hayranlık duymamak mümkün değil. Ne denli önemli olduğu tarihsel referanslarda da net olarak görülüyor. Adını Bizans döneminde Bursa Tekfuru’nun kızı Moderna’nın anısına inşa edilen kaleden aldığı rivayet edilen Mudurnu, geçmişte Comopolis, Modreae, Modrene, Swe Modrenae, Mutarni, Matarni ve Mudurlu gibi isimlerle de anılmış. Tarihte Bithynia ve Anadolu Trakyası olarak adlandırılan Bursa- İzmit- Bolu bölgesinin ortasında yer alan Mudurnu’da ilk yerleşimler, M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzandığı ifade ediliyor kaynaklarda. Hristiyanlık öncesi dönemde birçok önemli tarihi gelişmenin ortasında yer alan bu bölgede Hristiyanlığın serbest bırakılmasının ardından patriklik ve psikoposluk düzeyinde yerleşim birimleri kurulmuş. Tarihteki geçiş süreçleri ve farklı kültürel birikimleri ile Anadolu’nun küçük İstanbul’u gibi bu güzel şehir. 
 
Mudurnu’nun Türkleşme süreci 
1176 yılında bölgenin Selçuklu denetimine girmesi ile yeni bir dönem başlamış. Anadolu’nun Türkleştirilmesinde önemli rol oynayan uç beylerinden Samsa Çavuş Mudurnu tarihindeki en önemli şahsiyetlerden biri. Yoğun Türkmen göçleri ile gelecek dönemde bir Osmanlı coğrafyası olmasının ilk adımları atılmıştır böylece. Hatta bugün bile bazı köylerinin isimleri eski Türkmen boylarının isimleri ile anılıyor. Bu göçler Osmanlı’nın kuruluş döneminde de yoğun olarak devam eder. 1337 Orhan Bey’in talimatıyla Mudurnu kalesi ele geçirilerek tamamen Osmanlı topraklarına dahil edilmiş bu topraklar. 
 
Osmanlı kenti doğuyor 
Osmanlı hakimiyetine giren bölgede imar çalışmaları da başlar. Mudurnu güvenli bir bölge olarak görüldüğünden Fetret devrinin karmaşasında şehzadelere barınak olur. Osmanlı döneminde kaza olan Mudurnu, çeşitli ayaklanmalar sebebiyle devletin ağır baskısı karşısında bunalan halk da isyan eder. Ünlü Köroğlu da bu dönemde yaşamıştır. O dönemde kaza olan Mudurnu önce sancak beyliği kurulan Bolu’ya, ardından 1865 yılında Kastamonu sancağına, Cumhuriyet döneminde ise tekrar Bolu’ya bağlanır. Bu bölge kurtuluş savaşı döneminde de önemini koruyarak milli mücadele için önemli bir mevki özelliği taşımış. 
 
Ahilik geleneğinin kök saldığı topraklar 

Tarihi İpekyolu bağlantısı ve Kuzeybatı Anadolu’nun ticaret yollarının kavşak noktasında olması sebebiyle Mudurnu her zaman önemini korumuş. Bu özelliği sebebiyle ahilik geleneğinin de yerleşik olduğu ve o ruhu bugünlere kadar taşımayı başarmış müstesna yerlerden biri. Geçmişteki birikimlerini bugünlere böylesine koruyarak taşıyan bu şirin ilçenin geçmişine genel bir bakış atmak bugününü anlamak için neredeyse bir zorunluluk. Çünkü Mudurnu’da karşısınıza çıkan bütün detaylar yüzyıllardan beri evrimleşerek bugünlere ulaşan zenginliğin bir parçası. 
Ünlü seyyah Evliya Çelebi Seyahatnamesi’de Mudurnu’dan; Yüce dağlarında çam çok olmakla, köylerinde iki kulplu çam bardakları olur. İkisini bir Himara tahmil ederler.Hint’e kadar hedaya gider. Hint’de dahi meşhurdur. Bu diyarlarda o bardakların adına (Boduç) ve (Sekek) derler. Rum’a dahi hedaya olarak gider. Dağlarında onar arşın uzun ve iki ziraa enli latif levhaları olur ki, bu diyara mahsustur şeklinde bahsettiği rivayet ediliyor. 
 
Modern zaman seyyahlarının durağı 
Modern zaman seyyahlarının gözünden ise bir başka görünüyor Mudurnu. Bolu’ya 52 km uzaklıktaki şehre ilk girdiğinizde sanayi tesislerinin yarattığı yeni kent görüntüsü ile karşılaşıyorsunuz. İçerilere doğru ilerledikçe tarihi ve kültürel doku kendini iyice hissettirmeye başladığında algınızı değiştirmeye başlıyor. Teknolojinin tüm yansımalarına rağmen kadim Anadolu kültürü sarıp sarmalıyor sizi. Şehrin tam ortasından geçen Mudurnu deresi ve kenti kuşatan Abant dağlarının ortasında gizli bir hazine keşfetmiş hissi veriyor karşılaşılan manzara. Çok geniş bir yüzölçümü olmamasına rağmen tarihi ve kültürel birçok değeri konsantre olarak bünyesinde barındırıyor. 
Meraklı bakışlarla kenti keşfetmeye çalışırken, sorular sorduğumuz Mudurnuluların sıcak tavırları sonbahar mevsiminde sıcak bir ilkbahar esintisi yarattı gönüllerimizde. Gözlerinizin kesiştiği her bakış, hafızalarımızın derinliklerine yüzyıllardan beri aktarılan ama yaşamayı unutmaya başladığımız o engin misafirperverliği hissettiriyor. Belli ki Ahilik teşkilatı burada yaşayan insanların yaşamlarına öylesine güçlü nüfus etmiş ki yüzyıllar geçmesine rağmen yoldan geçeni buyur eden erdemli yaklaşım, modern zamanların paranoyalarına yenik düşmemiş. 
Ünlü seyyahlardan İbn’i Batuta da seyahatnamesinde yolunun düştüğü Mudurnu hakkında Bu yörelerin insanları ulu ölülerin mezarları üzerine ahşaptan odalar inşa ederler, (Türbe) uzaktan görenler meskün zanneder ise de, yanına varılınca içeride hiç kimsenin bulunmadığı anlaşılır. Ben de bunlardan bir çoğunu gördüm. Bazılarının içine girilerek dinlenmeye ve soğuktan korunmaya çalıştım. Bu kötü şartlar altında yoluma devam ederken Cenab-ı Zülcelal beni bir evin kapısına götürdü. Orada yaşlı bir adam bulup, Arapça konuştum. şeklinde notlar düşmüş. 
Gelenek ustalık ve sabırla geleceğe taşınıyor 
Zamana direnen bir diğer güzellik ise kent halkının renkli kültürünün temelini teşkil eden üretim dinamiklerinin azim ve kararlılıkla sürdürme çabaları. Önemli bir kısmı endüstri devriminin yarattığı yeni tüketim alışkanlıklarına yenik düşse de bugün hala bazı zanaat ve geleneksel el sanatları varlığını koruyor. Bunlardan ayakta kalmayı başaran semerci, bakırcı ve demirci ustaları hala Demirciler Çarşısı’nda varlığını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak sac sobalar, bakır cezveler, siniler, mangallar, imal edilirken; kazma, keser, kürek vs. gibi gereçlere de rastlamak mümkün. Fakat yeni kuşaklar içerisinden bu zanaatleri devam ettirecek ustaların yetişip yetişmeyeceği ortaya konulan ürünlere olan ilginin ticari beklentileri karşılamasına bağlı galiba. Bu durum da bile usta kavramının ihtiva ettiği bilgeliğin yeni nesillerce yaşatılacağı konusunda çok da iyimser olmayan bir tablo var. Bu sebeple yaşayan bu ustaların gözlerindeki görmüş geçirmişliği ve yüzlerindeki çizgilerin derinliğini görmek güzel bir deneyim olabilir. 
Mudurnu’nun kadınları da başka bir alanda üretkenliklerini ortaya koyuyorlar. Anadolu kadınının ince sanat duygusu ve sabrı ile hayat bulan el sanatları da Mudurnu’da canlanan tarihin müstesna renklerini oluşturuyor. Bu konuda Mudurnu Belediyesi de önemli bir adım atarak halk arasında küçük ev olarak bilinen Sanat Evi’ni kurmuş. Burada marifetli kadınların ellerinden çıkan rengarenk, desen desen, çeşit çeşit el işi yemeniler, çantalar, üçetekler, ahşap aksesuarlar, süs eşyaları ve daha birçok el emeği göz nuru ürün görülmeye değer. Bu anlamda ilçeye has el yapımı bebeklerden de bahsetmek de fayda var. Eskiden Anadolu’da kızların kına gecelerinde giydikleri bindallı üç etekli kıyafetli bebeklerin ünü Mudurnu sınırlarını aşmış durumda. 
Mudurnu’nun bir başka kendinden söz ettiren özelliği ise pazarı. Civar yerleşim yerlerinden insanlarında geldiği pazar Cumartesi günleri kentin anayolu ile kesişen sokaklarından birinde kuruluyor. Yaş ve kuru gıdadan, el işlerine kadar çok çeşitte ürün bulmak mümkün. El yapımı yöresel ürünler turistler tarafından ilgi görüyor. 
 
Osmanlı mimarisi Mudurnu’ya hayat veriyor 
İlçenin yeniden doğuşuna ilham veren en önemli değeri ise Osmanlı döneminden kalan yapıları. Mudurnu deresine paralel olarak uzanan yolun bir diğer tarafında kalan Osmanlı döneminde inşa edilen Yıldırım Bayezid Hamamı ve Camii mütevazı ölçülerde ama hala ibadetgah olarak hizmet veriyor. Bir diğer önemli yapı ise Kanuni Sultan Süleyman Camii. Filibeli Hacı Tevfik Efendi ve Murat Karaarslan Türbeleri bir diğer önemli eserlerden. Uzun aramalar sonucunda bulabildiğimiz tarihi köprülerin üzerlerinin beton ve asfaltla kaplanmış olduğunu gördüğümüzde biraz hayal kırıklığına uğradık. Fakat canlandırılan tarihi ahşap konak ve evler bizi olumsuz duygularımızdan arındırdı. Osmanlı döneminde İstanbul’un Anadolu ile bağlantı yolu üzerinde olması sebebiyle tacirlerin ve devlet görevlilerinin konaklama ihtiyaçlarının karşılanması sebebiyle bu konaklar inşa edilmiş. Turizm Bakanlığı’nın 2002 yılında başlattığı proje sonucunda günümüze ulaşan konaklardan bazıları restore edilmiş. Mudurnu insanı da sahip oldukları bu güzellikleri faydaya dönüştürmek konusunda da her fırsatı değerlendirebilecek atılım ve çaba içerisinde. Konaklar turistlerin ziyaretine açılırken, konaklama ihtiyacına cevap verecek şekilde düzenlenmiş. En bilinenleri Hacı Şakirler, Keyvanlar, Hacı Abdullahlar, Yarışkaşı, Armutçular Konakları. 
 
Dağlara emanet edilmiş bir güzellik 
Bu çok renkli ve zengin kültürel birikime sahip ilçeyi yukardan temaşa etmek istediğinizde tarihi ahşap saat kulesinin olduğu noktaya çıkmanız yeterli. Şirin dar sokaklardan tırmanarak çıktığınızda karşınıza çıkan manzara size yorgunluğunuzu unutturacak güzellikte. Etrafını çevreleyen dağlara emanet edilmişçesine sarıp sarmalanan bu güzelliğe tarihin verdiği değerin bilinciyle bakmak gerekiyor. Bu güzel ilçenin dirilişinde daha yapılacak çok iş var. Restorasyon sürecinin tamamlanması Mudurnu’nun tarihi ve kültürel bütünlüğünün sağlanması açısında önem taşıyor. Sadece merkezi değil civarındaki güzellikler itibariyle de cazibe merkezi olan Mudurnu, Abant Gölü ve Sülüklü Göl’ü de sınırları içerisinde barındırıyor. Sarot ve Babas kaplıcaları da Mudurnu’nun diğer cazibe merkezlerinden. 
Zengin bir mutfağa da sahip olan Mudurnu’da balkabaklı gözleme, erişteli kaşıksapı, Mudurnu baklavası, helva ve daha birçok lezzeti tadarak, bu güzel kentin gönlünüzde bıraktığı tadı damağınızda da hissedebilirsiniz. 
 

 

 

1/3

Please reload

bottom of page