
Akdamar Efsanesi
Van Gölü’nün yaşayan efsanesi; Akdamar
Van Gölü, Anadolu’nun doğusunda maviyeşil atlas gibi serilmiş can veriyor etrafına topladığı yaşamlara. Sadece bugün değil, binlerce yıl hayat sürgün vermiş bu coğrafyada. Hikayeler, efsaneler, yapılar, lisanlar, gelenek kadim bir medeniyetin yapısal kodlarını taşımış bugünlere. Mevsim mevsim akarken güzelliğin tohumları can bulmuş renk renk, koku koku toprağın bağrında. Yöre insanının Van Denizi diye adlandırdığı gölün batısındaki Akdamar Adası da böylesine bir cana gelişin öyküsünü fısıldıyor usulca.
Kıyıdan 4 km uzaklıkta olan Akdamar Adası’na 20 dakikalık bir motor yolculuğu sonrasında ulaşılıyor. Uzun yıllar önce gömüldüğü sessizliği 2010 yılında Akdamar Kilisesi’nde gerçekleşen tarihi ayinle bozulan Ada, şimdilerde ziyaretçilerle şenleniyor. Kilise ile birlikte başka yaşam alanlarının da inşa edildiği dönemden 16. yüzyıl başlarına kadar adada hayat devam etmiş. 16. yüzyıldan sonra 20. yüzyılın başlarına kadarki dönemde de keşişlerin eğitim aldığı bir manastır olarak faaliyette kalmış. Ermeni Kilisesi’nin ruhani başkanı olan Katogikosluğu makamı 10. Yüzyıl ortalarından 1101 yılına kadar Akdamar Adası’nda bulunmuş. En eski kaynaklarda adanın adı Ermeni Rştuni sülalesine atfen Rştunik Adası olarak geçtiği ifade ediliyor. Ada’nın isminin Ahtamar, Ağtamar, Akhtamar olduğuna dair görüşleri doğrulamak istercesine ismine kaynaklık eden bir efsane anlatılıp durur.
“Ah Tamar” efsanesi
Efsaneye göre; Ada’da yaşayan Baş Keşiş’in güzelliği dillere destan kızı ile Van’ın köylerinden birinde çobanlık yapan genç bir delikanlı birbirine aşık olur. Genç, Tamar adındaki keşişin kızı ile buluşmak için her gece yüzerek adaya gelir, kız da elindeki fener ile ona yerini belli edermiş. Durumu öğrenen kızın babası bir gece elindeki fenerle sürekli yer değiştirerek aşık genci yüzmekten bitap düşürür. Gücü tükenen genç gölde boğularak ölür. Aşığının boğulmadan önceki “Ah Tamar” haykırışını duyan kız, sevdiğinin öldüğünü anlayınca kendini gölün sularına bırakarak hayatına son verir. Ermeni şair Hovhannes Tumanyan’ın aktarımıyla yayılan bu hikâyenin gerçekliği bir tarafa, 9. yüzyıldan beri kullanıldığı düşünülen adanın isminin Ağtamar olabileceği, Arapça’da ‘ğmr’ kökünden ‘kabartı, tümsek” anlamını taşıyor olması sebebiyle güçlü bir ihtimal olarak ortaya çıkıyor.
Gerçek Haç’ın korunağı…
Ada ile aynı adı taşıyan Akdamar Kilisesi konumu ve mimarisi ile önemli bir yere sahip. Kızıl Andezit taşının kullanıldığı Kilise adanın yüksek noktalarından izlendiğinde nefis bir manzara keyfi yaşatıyor. M.S. 915-921 yıllarında Mimar Keşiş Manuel tarafından Kral I. Gagik döneminde gerçek Haç’ın bir parçasını saklamak amacıyla inşa edildiği ifade ediliyor kaynaklarda. Tarihî kaynaklara göre adadaki yapılar topluluğu, kilise, saray, hizmet odaları, teraslı bahçeler ve limandan oluşuyor. Merkezi kubbe ve dört yapraklı yonca şeklindeki hac planına sahip bu kilise zaman içinde uğradığı yıkımlar sebebiyle, TC. Turizm ve Kültür Bakanlığı tarafından restore edilerek müze haline getirilmiş. Kilisenin iç alanı çok geniş olmamasına rağmen içerideki fresk bezemeler görülmeye değer nitelikte.
Duvarlarında tarih ve efsaneyi yaşatan kilise; Akdamar
Kilisenin geniş ferah bahçesine bakan dış duvarlarında İncil ve Tevrat’tan alınan kıssalar ve anlatımlar yoğun olarak tasvir edilmiş. Yunus Peygamber’in denize atılması, Hz. Meryem ve kucağında Hz. İsa, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın cennetten kovulması, Hz. Davut ile Kral Goliat'ın mücadelesi, Samson Filistinli ikilisi, ateşte üç İbrani genci, Aslan ininde Daniel sahneleri kabartma tekniği ile etkili biçimde tasvir edilmiş. Batı cephede Kral Gagik'i kilise maketini sunarken gösteren bir sahne yer alıyor. Dört yöndeki alınlıklarda İncil yazarları boydan tasvir edilmiş. Bunlardan başka cephenin alt ve üst kesimlerinde, asma sarmaşığından oluşan kuşaklar dolanıyor. Doğu cephesinde de en üstte Yuhanna, orta pencerenin ortasında Hz. Adem’in portresi, sol duvarda Aziz Gregor (Ermenilerin yol göstericisi) ve Vaftizci Yahya’nın diyaloğu, sağ duvarda İlyas Peygamber, Aziz Thomas ve Tserafatlı dul kadın mizanseni kabartma olarak işlenmiş duvara. Bu cephedeki Abbasi Halifesi Muktedir olduğu tahmin edilen bir figür daha bulunuyor.
Yapının mimari özellikleri Mimarlık Dergisi’nde yer alan makalede şu şekilde ifade ediliyor “Akdamar Manastırı Kutsal Haç Kilisesi, mimari plastik süslemeleri açısından bölge ve bölge dışında, yapıldığı tarih itibariyle biricik özelliklere sahiptir. Bir saray kilisesi olması nedeniyle dini konuların yanı sıra günlük yaşam, av ve saray sahnelerinin işlenmesiyle de dikkat çekmektedir. Kabartmalarda irdelenmesi gereken bir nokta da sanatsal etkileşimdir. Saray yaşantısını ve av sahnelerini canlandıran kabartmalarda Türk-İslam sanatı ve ikonografisinin etkileri, özellikle doğu cephe süslemelerinde karşımıza çıkmaktadır. Bağdaş kurmuş oturan halife figürü ile geriye dönük avına at üstünde ok atan avcı sahneleri bu etkileşimleri yansıtan en güzel örneklerdir”
Nisan’da Akdamar başkadır
Adaya gidilebilecek en güzel mevsim ise badem ağaçlarının pembemsi beyaz çiçeklerini açtığı Nisan ayı hiç şüphesiz. Adanın yüksek bir noktasından martıların kanat sesleri ve çığlıkları eşliğinde, baharın kokusunu içinize çekip, Artos Dağı’na yaslanan Akdamar Kilisesi’ni, adaya inci gibi serpilmiş badem çiçeklerini izlemek eşsiz bir deneyim ve keyif olacaktır hiç şüphesiz. Yanınızdan hızlıca geçen bir tavşan geçmişten bugüne bir uyanış olur belki de… Hele bir de günbatımında adada iseniz, akşamın dinginliğinin yarattığı huzuru, ılık bir bahar esintisi ve bir fincan kahve eşliğinde yaşarsınız. Limandaki teknelerden gelen yanık şarkıların hüznünde bir keder dokunur yüreğinize. Mevsimin kıştan yaza döndüğü, alaca dağların sırtından yükünü attığı, doğanın uyandığı demlerde içinizde küçük, masum kıpırtılarla, yalnızca sizi karşı kıyıya taşıyan motorun sesini duyduğunuz ıssız bir coğrafyada belki Tamar ile maşukunun aşk fısıltısı değer kulağınıza.

Sade, Sıcak ve Güzel Molivos
Barbaros’un memleketi
Ege Denizi’nde bulunan Türkiye’ye en yakın adalardan biri Midilli. Ayvalık’tan yaklaşık 1.5 saatlik bir feribot yolculuğunun ardından ulaşmak mümkün adaya. Yunanistan’ın en büyük üçüncü adası olan Midilli adını merkezinden alıyor. Yunanca’da Mytilíni olarak geçmekle birlikte ünlü Yunan şairler Alceaus ve Sappho'nun memleketi olan adaya eşcinsel kadın şair Sappho'ya atfen Lesvos da deniliyor. Ada’nın bizler açısından bir diğer önemli özelliği ise ünlü Osmanlı Amirali Barbaros Hayretti Paşa’nın memleketi olması. 1462-1913 tarihleri arasında Osmanlı hakimiyetinin olduğu adada bulunan kalelerin içindeki yapılar ve köylerindeki kiliseye dönüştürülmüş camilerde Osmanlı döneminin izlerini görmek mümkün. Midilli Adası’nın genel olarak bu cümlelerle özetledikten sonra yazımıza konu olan Molivos köyüne gelelim.
Molivos’un kapılarından, pencerelerinden süzülmek hayata
Adanın kıyılarında bulunan köylerden biri Molivos. Midilli’nin kuzeyinde bulunan köy, merkeze 60 km uzaklıkta. Otobüs ile gidebileceğiniz gibi daha keyifli ve yol üzerindeki köyleri de görerek gitmek istiyorum derseniz araç kiralamanız daha iyi bir tercih olur. Gri bir sonbahar akşamında ulaştığımız Molivos’ta öncelikle kalacağımız pansiyonun sahibi Evi’nin kapısını çaldık. Küçük bir yanlış anlama ile gideceğimiz konusunda kesin bilgisi olmayan ev sahibimiz odamızı hazırlamak için bizden süre istediğinde şöyle bir etrafa göz atalım deyip, küçük bir alana kurulmuş olan köyün limanına indik. Hava kapalı olmasına rağmen köyün dinginliği, taş evlerinin göz alıcı renklerle boyanmış kapı ve pencereleri, Ege’nin derinliği ilk saatlerden bizi içine aldı. Akşam olmuştu ve odamızın hazır olduğu düşüncesiyle pansiyonumuza döndük. İki katlı şirin bir taş evin içinde olan mütevazı odamıza yerleşmeden önce Evi biraz da mahcup olarak evinde kahve içmeye davet etti bizi. Bu içten davete icap ederek yaptığı kahveyi nefis meyve tatlısı eşliğinde içtik. Adada kahve ile birlikte küçük bir parça mevye tatlısı ikram ediliyor bunu da kaldığımız süre içinde deneyimledik.
Molivos’un seyir noktası
Yağmurlu ve rüzgârlı bir akşamın ardından güneşli bir sonbahar gününe uyandık. İkinci günümüzde Molivos’u adımlamak üzere yola koyulduk. Köyü tepeden gören ilk inşası Ortaçağ’a dayanan kale ilk hedefimizdi. Doğal taş döşemeli, Arnavut kaldırımı dar sokaklarından zaman zaman merdivenleri tırmanarak vardık kaleye. 2 Euro giriş ücreti ödeyerek, kalenin bölümlerinde gezinmeye başladık. Midilli Adası’nın ikinci büyük kalesi olan bu tarihi yapı, köyün limanına hakim bir noktada bulunuyor. Kurulduğu ilk dönemlerden bu yana kale hem ticaret hem de güvenlik açısından gözlem yapılan bir yer olmuş. Kalenin giriş kapısının üstünde Osmanlıca bir yazıt bulunuyor. Dört bir yanından Molivos’u ve Ege Denizi’ni temaşa edebileceğiniz kalede yaz aylarında çeşitli etkinliklerin düzenlendiğini kurulan platformdan anlıyoruz. Nefis havasını içimize çeke çeke güneşin ışıltısı ve rüzgârın zindeliği ile enerjimizi tazeleyip kaleden çıkıp köyün sokaklarına doğru akmaya başlıyoruz.
Agora’nın salkım gölgeli sokağı
Arnavut kaldırımlarında bazen iniş bazen yokuş yol alırken, sonbahar mevsimine inat çiçekli balkonlar, rengârenk sarmaşıklar ve onlarla yarışan evlerin kapı/pencereleri arasında keşfediyoruz bu şirin köyü. Portakal ağaçlarının yerlere düşen meyvelerinin belli ki kimse yüzüne bakmıyor. Sokaklarda kediler köpekler zaman zaman arkadaşlık ediyor gezintimizde bize. Yol alırken kendimizi “Agora” diye adlandırılan Molivos’un çarşısında buluyoruz. Turizm mevsimi olmadığından ve bizler de biraz erkenci olduğumuzdan henüz kapılarını açmamış olan dükkânlar, sarmaşıkların gölgesindeki dar bir sokakta karşılıklı dizilmişler. Köyün resmi daireleri de çarşı civarında bulunuyor. Temizlik görevlileri yerde biriken yaprakları topluyor ve zaman zaman motosikletli köylüler geçiyor sokaklardan. Hatta yaşlı bir teyzeyi atv’si ile köyün dik yokuşundan çıkarken gördüğümüzde buradaki en iyi ulaşım çözümünün bu olduğunu anladık.
Çok küçük bir alanı kaplamasına ve birbirinin aynı şeyler varmış gibi durmasına rağmen sürekli sürprizler yaşattı Molivos bize. Her sokak ayrı bir güzelliğe varıyor burada. Köyün küçük meydanında güzel bir kahve eşliğinde soluklanırken birkaç saatlik gezintimize rağmen ruhumuza tesir eden keyfin tadına varıyorduk sevgili Hülya ile.
Muhabbet katıklı bademlerin tadı kaldı damağımızda
Yeniden adımlarken sokakları köyün yüksek bir noktasında çift kişilik yalnızlığı ile köyü kollar gibi duran iki ağacı bulunduğu noktaya vardık. Köyü ve kaleyi nispeten uzaktan görebildiğimiz bu noktada badem ağaçları bizi kendine doğru çekmeye başladı. Elimize aldığımız küçük taşlarla topladığımız bademleri kırıp yemeye başladık. Güneşli bir sonbahar gününde mis gibi havada yediğimiz bu muhabbet katıklı bademlerin tadı tarifsizdi. Küçük dostlarımız kediler burada da bizimleydi.
Nereye vardığımızı hesaplamadan kıyıya doğru inen yola yöneldik. Köyün deniz kıyısında çok sayıda restoran ve kafe bulunuyor. Merak edip içine girdiğimiz bir kafenin ortamı mıknatıs gibi çekti bizi. Kısa süre önce kahve içmiş üstüne de bademlerimizi yemiştik. Ama pırıl pırıl güneşli bir havada içimize ferahlık veren dalgaların şarkısı dinlemek için oturalım ve ayıp olmasın diye de bir bitki çayı içelim dedik. Kocaman cam demliklerde gelen çayımızı yudumlarken, kafedeki televizyondan gelen Yunanca konuşmalar, ortamın verdiği olanca hazza rağmen hayattaki misafirliğimizi hatırlattı bana.
Gün yarılanmış ve köyün bir kısmına henüz ayak basmamıştık. Deniz seviyesindeydik artık ve köyün dışına doğru ilerlemeye başladık. Tarlaların olduğu kısım uzanıyordu buradan itibaren. Bu da başka bir sürpriziydi Molivos’un bizler için. Fakat bugün yapmak isteğimiz bir şey daha vardı. Pansiyon sahibemiz Evi’nin de ısrarla gitmemizi tavsiye ettiği kaplıcaya varmak için adımlarımızı hızlandırdık. Zira kaplıca 16:00’a kadar açık olurmuş.
Bedene ve ruha şifa Eftalou Kaplıcası
Molivos’a 4 km uzaklıkta olan bu kaplıcaya gitmek için kiralık aracımızın olması çok işe yaradı. Kısa sürede varınca Eftalou kaplıcasına, günün yeni sürprizinin bu olduğunu anladık. Biz büyük bir termal tesis beklerken, denize birkaç metre uzaklıkta küçük bir yapı ile karşılaştık. Şaşırmakla birlikte bu durum hoşumuza gitti. Girişte termali işleten çiftten başkası yoktu. Kaplıcanın kaynağının bulunduğu havuza girmeden önce, uzun süre suda kalmamız için bizi uyardı işletmenin sahibi kadın. Çünkü suyun sıcaklığı 40-45 dereceyi buluyormuş. Suyunun şifalı olduğu söylenen Eftalou kaplıcasına yazın girenler, havuzdan çıktıktan sonra nispeten daha serin olan deniz suyuna kendilerini bırakarak deniz terapisi yapıyorlar. Kalış süremizi biraz uzun tuttuğumuz için havuzun sıcak suyundan çıktıktan sonra kendimize gelmemiz biraz zaman aldıysa da kaplıcanın sahibi çift ile kısa sohbetimiz ve termalin verdiği rahatlık ile “ne iyi ettik de geldik” diyerek ayrıldık buradan .
Veda kahvesi
Gün akşama dönerken Molivos’un merkezine doğru giderek aracımızı pansiyonun önüne bırakıp gün batımını izlemek üzere limana doğru yürümeye başladık. Bu esnada bir sokak köpeği ısrarla peşimizden gelerek önce kıyının yüksek bir noktasından nefis günbatımını izlerken, ardından da liman da akşam yemeği yerken bize eşlik etti.
Kısa ama son derece güzel tatlar bırakarak geçen seyahatimizde son akşamımızı da geride bırakmıştık. Yorgun bir o kadarda huzurlu vardık pansiyonumuza. Konaklama ücretini vermek üzere Evi’nin kapısını çaldık ve o bizi yeniden davet etti içeri kahve içmek için. Bu hoş daveti yine geri çeviremedik. Yine içtik kahvemizi meyve tatlısı eşliğinde. Biz de Evi’yi davet ettik İstanbul’a. Gelirse misafir etmek istediğimizi söyledik ona.
Ertesi gün Molivos’ta yeni güne uyanarak erkenden yola koyulduk Midilli merkeze varmak üzere….

Bir yoksulluk manzumesi
Dünya fakirlik haritasının en diplerinde yer alıyor Nijer. Afrika’nın batısında topraklarının yüzde onikisi ekilebilir, geriye kalan kısmı ise çölden ibaret. Tarıma elverişli alanların önemli bir kısmı Nijer Nehri’nin kıyısında yer alıyor. Dolayısıyla yerleşim alanları da bu bölgelerde yoğunlaşıyor. Fransa, eski sömürge alışkanlığını farklı yöntemlerle sürdürmeye devam ediyor Nijer’de. Düşük bedellerle uranyumunu kullanıyor ve bu düzenin devamlılığı içinde ülke yönetiminde gizli bir el olarak etkisini sürdürüyor. 1960 yılında bağımsız olan ülkede, 1992 yılında halk oyuyla kabul edilen anayasa ile çok partili demokrasiye geçilmiş. Fakat Şubat 2010’da yapılan askeri darbe bu geçişin tam olarak gerçekleşmediğini gösteriyor. Sistem içerisinde Fransa’nın da etkisiyle laiklik çok önemseniyor. Şimdilik halk yoksulluk nedeni ile bütün bunları sorgulayacak durumda değil, bu sebeple ülkenin siyasal sisteminin gelişmesi de toplumsal sorgulamanın artmasına bağlı görünüyor. 15 milyonu aşan nüfusu ile Nijer’in dünyanın 3. büyük uranyum üreticisi olması, felaket düzeyinde olan yoksulluğu gidermeye yetmiyor. Ne devletin halkına hizmet verecek gücü, ne de halkın bunu sorgulayacak bilinci var. Yağışların yaz aylarında görüldüğü ülkede, iklim genellikle sıcak ve kurak. Ülke ile ilgili bu genel bilgilerin ötesinde burada olmayı anlamlı kılan daha mühim yaşamsal detaylar var.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının desteği ile bir araya gelen 36 kişilik Sağlık Gönüllüleri ekibi ile yoksulluğun kanattığı yaraları elimizden geldiğince sarmak üzere Fas aktarmalı olarak Nijer’e hareket ediyoruz. Gitmeden önce öğrendiklerimizden edindiğimiz refleks ile sinek kovucu ilaçlar sürünmeye başlıyoruz başkent Niamey’e iner inmez. Zira sıtma bu ülkede en yaygın hastalıklardan biri. Ve bizler sınırlı olan vaktimizi hasta yatağında geçirmek istemiyoruz. Sarı humma aşı belgelerimizi göstererek çıkıyoruz hava alanının dışına. Ve yüzümüze vuran sıcak ile merhaba diyoruz Afrika’ya…
Başkent Niamey
Başkent Niamey ara durak olduğu için, sağlık yardımının yapılacağı Teseoua bölgesine gitmeden önce bir süre TİKA-DSİ misafirhanesinde konaklıyoruz. Gecenin bir yarısı güler yüzlü ev sahibi Türklerle karşılaşmak, uyku mahmurluğumuzu memnuniyete çeviriyor. Yine de yorgunluğun etkisiyle herkes bir yerlerde uyuyakalıyor. Gün ışığına açılan gözlerimle ilk olarak, duvarlarda gezinen rengarenk kertenkeleler ve ağaçtaki kuşları algıladım. ‘Burada her şey bir başka’ dedirten detaylar kendini göstermeye başlamıştı bile. Ve ben yeni şeyler keşfetmek üzere bahçe kapısından dışarı uzandım. Geniş kızıl sokaklar ve rengarenk giysileri içerisinde salına salına yürüyen kadın ve çocuklar sabahın ışıltısında bambaşka bir renk katıyordu şehre. Başkent olmasına rağmen kasaba çapındaki Niamey’in en çok ilgi çeken cazibe merkezi hayvanat bahçesi ve Nijer nehri. Bu ülkeye has batik kumaşlar ve deri atölyesinin de içerisinde bulunduğu hayvanat bahçesinde, birkaç hayvan ve dev dinazor fosili dışında görülebilecek fazla bir şey yok. Nijer Nehri ise çamur rengi akan suyu ve kenarında serilmiş çamaşırlar ile adeta renk cümbüşü.
Başkent Niamey, Nijer gerçeğinin en iyimser manzaralarını görebileceğiniz tek yer. Dönüş yolunda şehirde gerçekleşen gezintide özellikle araba, hatta motosiklet kullanan kadınların çokluğu dikkat çekici. Kamu binaları ve şehir meydanı, trafik yoğunluğu, marketler -geri kalmış olsa da- modern kentleşmenin vurgularıydı bu şehrin. Ama bütün bunlar çok küçük bir mutlu azınlığın yansıttığı manzaralardı. Bu dar alanın dışında birçok trajedi yaşıyordu ara sokaklara sıkışmış hayatlar.
Kısa bir başkent molasının ardından, Gönüllü ekibimizle Teseoua’ya gitmek üzere 17 saat sürecek olan karayolu yolculuğumuza başlıyoruz. Otobüslerle şehrin asfalt olan tek otoyolunda ilerlerken, kentsel ve kırsal unsurların yarattığı paradoks dikkatlerden kaçmıyor. Yolun ortasında gezinen hayvanlar, kenarında yürüyen yayalar ve her şeye rağmen akan trafik… Şehrin dışına çıkarken yola gerilmiş halatların başındaki görevlilerin aracımızı durdurmasıyla bunun otoyol gişesi olduğunu anlıyoruz. Ödenen ücretin ardından inen halatla birlikte devam ediyoruz yolumuza. Yol boyunca küçük yerleşim yerlerinin ortasından geçiyor olmamız, yaşamdan manzaraları sıkça izleme imkanı sunuyor bizlere. Su taşıyan kadınlar, yağmur göletlerinde oynayan çocuklar, milet ambarları, toprak evler, keçiler, develer, kendine has mimarisi ile camiler ve en önemlisi de bizi içine alan kum fırtınasını geride bırakarak varıyoruz Teseoua’ya. Henüz sabah olmamışken yerleşiyoruz misafirhaneye. Biraz dinlenme ve kahvaltının ardından geliş amacımızı yerine getirmek üzere hastane binasına gidiyoruz tüm ekip olarak. Cihazların kurulumu ve kliniklerin hazırlanmasının ardından bir hafta sürecek olan programımıza başlıyoruz. Birbirini takip eden günlerde tek derdimiz insanların şifalarına vesile olmak.
Geçen zaman içerisinde dokunduğumuz her insan, Nijer gerçeğini anlatıyor aslında. Nijer’i anlamak, bu ülkede ne olarak var olduğunuzla ilgili bir durum. Her bir insani hal ayrı ayrı yönünü vurguluyor ülkenin. Yoksulluk, bütün sorunları besliyor ve kronik hale getiriyor bu topraklarda.
Nijer’de çocuk olmak
Kara tenlerinde parlayan siyah gözleri ile hiçbir yerde karşılaşmadığım bir coşkuya sahipti bu ülkenin çocukları. Başlangıçta ürkek ve çekingen davranışları, küçük bir iletişimle yerini çocuksu pervasızlığa bırakıyor. Bir anda onlarca çocuk birikiyor ve ‘madam’ diye başlayan cümlelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Kızlar biraz daha temkinli yaklaşıyor ama sonunda onlarda çocukluklarına yeniliyorlar. Zaman zaman sırtlarında taşıdıkları kardeşleri, onların yaşam biçimleri ve kendilerine biçilen rolü yansıtıyor. Her biri küçük kadınlar gibi öğrenilmiş davranışlar sergiliyor.
Onlar, çocukluklarına döndükleri anlar dışında, yerel makyaj ve süsleri içerisinde arz-ı endam ediyor yollarda. Bu kara kıtanın ışıltılı yüzlerinin en etkileyici yanı ise derin ve keskin bakışları. ‘Bizler her an olgun olmaya hazır çocuklarız’ der gibiler.
O masum suratlardaki anlam derinliğini, körpe duygularla açıklamak mümkün değil. Yüz hatlarındaki güzelliği daha da belirginleştiren gözlerindeki güçlü ifadenin nasıl bir düşünceden beslendiğini bilmeyi çok isterdim. Onlarla konuşabilmeyi ve akıllarından gönüllerine inebilmeyi...
Nijer’de erkek olmak…
Ataerkil bir toplum olan Nijerliler için hayatın nispeten daha kolay olduğu bir var olma biçimi erkeklik. Erken yaşta evlilik onların da hayatlarının bir parçası. Ama kızlardan farklı olarak evdeki işgücünü artırmayı hedefliyor çoğu zaman bu durum. Yine de yaşamın onlara sunmuş olduğu özgürlük, bu ülkede erkek olmayı kadın olmak kadar büyük bir trajediye dönüştürmüyor. Motosikletlerin üzerinde bir oraya bir buraya gidip gelen, minübüslerin üzerine balık istifi yerleşmiş genç yaşlı erkekler dinamizm katıyor şehir hayatına. Şehirde erkekler kırsal alanlara göre yaşamsal sorumlulukları nispeten paylaşmış gibi görünüyorlar. Nijer nehri kıyısında çamaşır yıkayan erkekler, alışık olmadığımız bir manzara seriyor gözler önüne.
Nijer’de kadın olmak…
Bu ülkede en zor var olma biçimi kadınlık olsa gerek. Başlarında yükleri, sırtlarında çocukları ile üzerlerine asılmış olan yaşamı yüksünmeden taşıyorlar. Özellikle yoksulluk sınırının en dibinde bulunan ailelerin kız çocukları, evden bir boğaz eksilsin diye çocuk yaşta kendilerinden hayli büyük erkeklerin eşlerinden biri olarak feda edilebiliyor. Bundan sonraki süreçte ise birer doğum makinası olarak tükenişlerini yaşıyorlar. 15’inde üç, 28’inde 14 doğum yaparak tahrip olan bedenleri ile birlikte, kadınlık ruhlarını da köleliğe teslim ediyorlar. Kadın olmanın ne demek olduğunu hiç bilmeden, belki de genç yaşta sıradan varlıklarını sonlandırıyorlar. Makûs kaderlerinin bir parçası olarak sahip oldukları çocukları, onları yaşamda anlamlı kılan tek insanlık hali galiba. Buna rağmen en büyük bedeli de bu çocuklara sahip olurken ödüyorlar. Erken yaşta ve yanlış yöntemlerle yapılan doğumlar sonucu ülkenin büyük dramı haline gelen fistül hastalığı oldukça yaygın. Mesane yırtılması sonucu baş gösteren bu rahatsızlık sonucu idrarını tutamayan kadınları, kocaları da bir başına bırakıyor. Bu sağlık sorunu karşısında devletin imkanları yeterli olmayınca uluslararası yardım kuruluşlarının girişimleri umut olmaya başlıyor. Özellikle Türk hekimlerinin önemli girişimleri olmasına rağmen, bu sorunu çözmek için şimdilik yeterli düzeyde değil.
Çocukları ile bütünleşmiş olarak yaşayan bu kadınlar, bir yandan bebek emzirirken, bir yandan da sokaklarda pişirdikleri yemekleri satmaya çalışıyorlar. Kırsal kesimde tarımda emek sarfeden Nijerli kadınlar, su taşıma, milet dövme işlerini üzerlerine almışlar. Kadınlık zor zanaat vehasıl bu topraklarda. Ama her şeye rağmen en yaşlısından en gencine en iyi koşullarda olanından en düşkününe kadar tüm kadınlar, kıyafetleri ve aksesuarları ile ‘kadın her yerde kadın’ dedirtiyor.
Yoksulluğun gülen yüzü
Bu ülkenin insanları, yoksulluğun insan yaşamı üzerinde yarattığı tahribatı bedenleriyle özetliyor adeta. Bir güzellik manzumesi olarak dünyaya gelen ve belirli bir yaşa kadar da bunu koruyan bu insanlar, yoksunluklarının onları maruz bıraktığı sefaletin etkisiyle hızla deforme olmaya başlıyorlar. Tenleri kağıt gibi buruşuyor, dişleri sararıp dökülüyor, ayakları nasırlaşıp tabanları kösele haline geliyor, belleri bükülüp, gözleri görmez oluyor. Nijer’de insanların uğradıkları fiziksel tahribat, yoksul ile nispeten varlıklıyı birbirinden ayırt ediyor.
Yoksullukla beslenen hastalıklar, burada görev yapan gönüllü hekimleri bile şaşkına çevirecek kadar anormal bir hal alıyor. Modern tıbbın kolayca çözüm bulduğu sağlık sorunları, burada insanların hayatları boyunca ızdırabına ve hatta genç yaşta yaşamlarını yitirmelerine neden oluyor. Yarım saat süren bir katarakt ameliyatını olamadıkları için hayatları boyunca karanlığa mahkum yaşıyorlar. Ama her şeye rağmen dertlerini kabullenmiş bu insanların yüzleri içtenlikle gülüyor.
Geri kalmışlığın bir sonucu olarak da değerlendirilebilir ama küreselleşmenin yaratmaya çalıştığı tek tip insana inat, hayat yerel unsurlarla dolu buralarda. Fransızların başarılı sömürgeleştirme çalışmalarının sonucu olarak halkın çoğunluğu Fransızca konuşurken, yerel dilleri de hala varlığını devam ettiriyor. Kabile geleneğinin bir uzantısı olarak, insanların geldiği soyu belirlemek için yüzlerine vurulan damgalar, desen desen kına figürleri, erkeklerin başlarındaki muhteşem desenli takkeler ve yerel kıyafetlerinin altında modern üretim figürü olarak parmak arası plastik terlikler göze çarpıyor. Özellikle kırsal kesim insanının iç çamaşırı giyme alışkanlığı az. Yemeklerini elleri ile yerken, sıvı tüketimini bir ucu delik poşet paketlerle gerçekleştiriyorlar. En yaygın tüketilen yiyecek milet. Kuş yemini andıran bu tahıl dövülerek çorba haline getiriliyor. Büyük çoğunlukla insanlar hayatları boyuca tek öğün bu çorbayla besleniyor. İnce uzun somun ekmeklerini yerken hamuruna karışan kumu ağzınızda hissediyorsunuz. Herkes tüketemese de en favori meyve mango. Nijer’de insanı şaşırtan detaylardan biri de lojistiğin bu denli geliştiği bu çağda, hala deve kervanları ile ticaretin yapılıyor olması.
Müslüman Nijer Halkı
Kaynaklarda belirtildiğine göre İslam ile 10. asrın sonuna doğru tanışan halkın büyük bir kısmı hala Müslüman. Din yaşamın içerisinde yoğun olarak göze çarpıyor. Örtünmüş her yaştan kadın, çardak mescit ve kuran kursları, sokaklarda namaz kılanlar, Müslüman toplumu açıkça yansıtıyor. Kuran’ı Kerim el ile yazılan ahşap levhalardan okunuyor. İnsanlara “selamünaleyküm” dediğinizde yüzlerinde sıcak bir gülümsemeyle karşılıyorlar sizleri. Yıllarca başka dinlerden beyaz insanları görmeye alışmış olan Nijerliler için, beyaz Müslümanlar görmek, yeni bir durumu ifade ediyor. Ülkemizdeki Sünni ibadet pratiklerinden farklı olarak tezahür eden İslam’ı yaşama biçiminin oluşmasında, elbetteki coğrafi koşulların, geleneğin ve zorlu hayat mücadelesinin de etkisi büyük. Sağlık Gönüllüleri Organizasyon Başkanı Sayın İbrahim Ceylan’ın bu durum karşısında “ zor oyunu bozar “ ifadesi, mahremiyet algısını bile farklılaştıran koşulları doğru biçimde açıklıyor.
Yaşamın renkleri sergileniyor pazar yerinde
Nijer’de yaşama dair detayların en iyi gözlemlenebildiği yerlerden biri de pazar yeri. Teseoua bölgesinde geniş ve toprak alanda kurulan pazar tam bir keşmekeş. Öküz arabaları, açıkta satılan etler, kabaktan yemek kapları, elekler, rengarenk kumaşlar, tuz yığınları, kurutulmuş biberler, dibekler ve daha birçok yerel unsur. Bu alanda tüketim ihtiyaçlarının yanı sıra sosyal gereksinimlere de cevap verecek seçenekler de sunuluyor. Berberler saç kesme işlemi yaparken, kurulan oyun alanında eğlence ihtiyaçlarını da gideriyorlar. Periyodik olarak kurulan bu şehir pazarının yanı sıra yılda 1 kez 15 gün süreliğine asfalt yolun kenarında açılan satış standlarını gezme imkanını bulduk. Küçük bir alanda olmasına rağmen özellikle akşam saatlerinde hayli keyifli bir ortam oluşuyor burada. Bilhassa gençler hoş vakit geçiriyor müziğin ve renklerin ambiyansında… Geceleyin yolların karanlığa teslim olduğu bu şehirde, sokakları aydınlatan tek şey motosikletlerin ışıkları oluyor.
Gece alabildiğine siyah, yıldızlar alabildiğine parlak
Gecenin zifiri karanlığında, yıldızlar hiç olmadıkları kadar ışıltılı ve güzel görünüyor bu ülkede. Modern şehirlerin suni ışıltıları arasında, unuttuğumuz başka dünyaları buralardan ayrıldıktan sonra da hatırlamamız için gökyüzü şahitlik ediyor yaşama. Hesapsızca uçuşan çekirgeler ve saklandıkları yerden geceye tanıklık eden kurbağaların sesleri, doğal bir senfoni gibi geliyor kulağa. Yağmur mevsiminin nemi ve hafif esen rüzgar narince dokunuşlarla geziniyor havada. Gece bitip gün yüzünü sabaha dönerken, aşina olduğum makamlardan biraz daha farklı ezan sedalarıyla, karanlık yerini pembemsi bir ışıltıya bırakıyor. Bu güzel seyri ile büyüleyici etki yaratan doğa, şiddeti ile hayatı dar ediyor bu yoksul insanlara. Büyüleyici kızıllığı ile toprak, rüzgarın şiddeti ile birleşince her yerde afeti andıran bir atmosfer yaratıyor. Hayatı sokaklarda yaşayan bu insanlar, bir kez daha çaresizliğin pençesine düşüyorlar. Üzerlerine sinen toprak, ardından gelen yağmurla tenlerinde yeni bir katman oluşturuyor. Öfkesi dinip yerini güneşe bırakan havanın ardından yaşam kaldığı yerden devam ediyor.
Nijer’de Gönüllü olmak
Ülkemizden kilometrelerce uzakta, yaşanan bir yoksulluk ve hastalık trajedisine ellerinden geldiğince çözüm olmaya çalışan iyi yürekli insanlar, hiç bilmedikleri topraklarda hiç tanımadıkları insanlara yardım ellerini uzatıyorlar. Belki sorunun tamamını çözmeye yeterli değil ama kıyıya vuran deniz yıldızı misali, her bir Nijerli için çok şey fark ediyor. İnsanlığın rakamsal yığınlar halinde algılandığı bir dünya düzeninde, bireyden yola çıkarak iyiliği çoğaltmaya çalışmak son derece anlamlı bir çaba.
Gönüllüler çatısı altında organize edilen sağlık ve insani yardım faaliyetleri esnasında tanıklık ettiğim çaresiz bakışlardan, burada bulunmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum. Farklı branşlardan Nijer’de bulunan Türk doktor ve hemşireler; zorluklara rağmen tüm imkanları kullanarak, geç saatlere kadar ameliyatlar, diş çekimi, poliklinik hizmeti, cerrahi müdahale ve tedaviler yaptı. Bütün yorgunluklarına rağmen; onlara yardımcı olan destek gönüllüler de dahil tüm ekip, bu topraklarda bulunma amaçlarının bilinciyle, yüzlerindeki tebessümü hep korudu. Bir haftalık çalışma süresince 562 poliklinik, 120 cerrahi ameliyat, 987 göz muayenesi, 293 katarak ameliyatı, 1586 kulak burun boğaz muayenesi ve bunlardan 440’ına tıbbi müdahale, 619 diş kontrolü ve 817 diş çekimi yapıldı. İhtiyaç sahibi ailelere verilen 825 keçi yardımı açılan su kuyuları binlerce insanın yaşamına iyilikle dokundu yardımsever yürekler. Onlarla olmak güzel ve anlamlıydı. Bu sebeple başta Organizasyon Başkanı Sayın İbrahim Ceylan olmak üzere, yüreği iyilikle atan ekip arkadaşlarımı insanlık adına yaptıkları bu güzel katkıdan dolayı kutluyorum.
Şimdilik Nijer halkına ihtiyaç duydukları ‘balık’ ikram ediliyor duyarlı insanlar tarafından. Ama onların ‘balık tutmayı’ öğrenmeye daha çok ihtiyaçları var. Yoksulluğu bir kültür olarak da yaşayan ve belki de bu yüzden karşı duruş sergilemeyen Nijerliler; daha iyi bir hayat ihtimalinin farkına vardıklarında, toplumsal değişim için gereken dinamizm de ortaya koymaya başlayacaktır. Bu sebeple BİSEG ( Bir insan Dünyaya Bedeldir Sağlık ve Eğitim Köyleri Gönüllüleri Derneği ) tarafından hayata geçirilmesi planlanan Türk Köyü projesi büyük önem taşıyor.
Objektifime takılan yüzlerce kare içerisinde yüreğime ve beynime kazınan; enfeksiyon kapmış gözü ve bitap düşmüş bedeni ile acı çekmeye bile gücü olmayan bir bebeğin, dünyaya açılan o tek gözünden yansıyan derin acısı oldu. Zorla inip kalkan göğüs kafesi ve derdinden bezmiş yüzü karşısında, bağrıma basıp götürmek istedim onu tüm çaresizliğimle. Ama yapamadım. O orada kaldı, ben döndüm konforlu yaşantıma. Belki o şimdi hayatla mücadelesine yenilerek melekler alemine karıştı. Fakat yüreğimde derin bir sızı ve gözümde akmaya her an hazır yaş olarak yaşayacak bende .

Zamanın durduğu şehir
Roma’dan İtalya’nın güneyine doğru süren 2.5-3 saatlik yolculuğun ardından farklı bir ortamın içerisinde buluyoruz kendimizi. Bir Avrupa ülkesinde bulunmasına ihtimal vermeyeceğimiz görüntüler karşısında şaşkınlık yaşıyoruz. Yol kenarlarındaki çöpler, balkonlara asılı çamaşırlar farklı bir kültür iklimini yansıtıyor. Trafikte çok sayıda araç hasarlı olarak yoluna devam ediyor. Bunlara rağmen Napoli, müziği ve eşsiz güzellikteki balkon düzenlemeleri ile sıcak bir şehir. Kuzeydekilerden farklı olarak hayatın oluruna bırakıldığı Napoli’de yaptığımız kısa bir gezintiden sonra, 25 km uzaklıktaki asıl hedefimiz olan tarihi kent Pompei’ye doğru yol alıyoruz. İlk önce büyük Vezuv ile karşılaşıyoruz. Sabırsızlıkla geçen dakikalardan sonra büyük trajedinin sahnesine ulaşıyoruz.
Mahşer Günü
Araştırmalar sonucu ortaya konulan verilere göre 1928 yıl önce, Vezüv dağı hareketlenmeye başladı. Büyük felaket öncesinde gerçekleşen patlama ve depremler bölge halkı tarafından fazla ciddiye alınmadı. Bir kısım halk kenti terk etse de önemli bir kısmı hayatını sürdürmeye devam etti. Tâki büyük sarsıntının ardından, yanardağdan püsküren duman ve küllerin gökyüzünü kaplayarak kenti karanlığa boğmasına kadar. Büyük felaketten 14 yıl önce de büyük bir deprem yaşayan Pompei halkı, ne olduğunu anlayamadan ölümle karşı karşıya kaldı. Kurtulmak umuduyla denize doğru yönelenleri dev dalgalar yutarken, havadaki zehirli gaz sebebiyle herkes bulunduğu yerde can vermişti. Kısa süre içerisinde canlı yaşamının sıfırlandığı şehir, felaket sonrasında lav ve küllerle tamamen kaplanarak yerin metrelerce altında asırlar sürecek uykusuna daldı. 18. yüzyılda bir köylünün toprağı kazarken kalıntılara ulaşması ile Pompei, felaket kalıntısı olarak yaşamdaki yerini yeniden aldı.
Bir Kentin Uyanışı
Yaşam kanıtlarının bugüne kadar bozulmadan ulaşması Pompei’de neler olup bittiğini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Roma’daki zengin ve aristokratların yanı sıra denizcilerin de eğlence merkezi olan bu şehir, lavların kıyılara ulaşmasından önce bir kıyı kentiydi. Büyük felaket Pompei’nin hem denizle hem de yaşamla arasını açtı.
Çoğu zaman bir ibret öyküsü olarak anlatılsa da orada bir yaşam vardı. Ağlayanlar, gülenler, sevenler, sevilenler, açlar, toklar, yerliler, yabancılar… O yaşam ki dönemin koşullarında maddesel olarak gelinebilecek en üst noktayı işaret ediyordu. M.S. 1. yüzyılda, dönemin koşullarına göre bugünün Las Vegas’ının lüksüne sahiptiler. Son derece planlı bir yapılaşma içerisinde dudak uçuklatan bir kentsel oluşum sergiliyorlardı. Yaya ve araç trafiği sınır taşları, yaya geçitleri ve kavşaklarla düzenleniyordu. Evlerin kapıları, son derece düzgün inşa edilmiş sokaklara bakıyordu. Ki bu evler, sahiplerinin ekonomik statüsüne göre zenginden en zengine doğru sıralanıyordu. Yani Pompei’de fakir denilecek bir sınıf yoktu. Sadece bir sınıf olarak bile görülmeyen kendi yaşamlarına bile sahip olamayacak kadar fakir köleler vardı. Bu köleler bazen hizmetli bazen de gladyatördü.
Şehir küllerin arasında öylesine yeni kalmış ki amatör gözlemlerle bile o günkü yaşam hakkında önemli bir bilgiye sahip olunabiliyor. En zenginlerin sahip olduğu villaların muhteşem bahçeleri, iç havuzları, fosforlu yer mozaikleri, duvar süslemeleri bugün bile son derece gösterişli duruyor. Kanalizasyon ve kurşun su boruları ile içme suyu sisteminin bulunduğu iki katlı evlerde, yaklaşık ikibin yıl önce sürgülü kapı kullanıyorlardı.
Devlet binaları, tapınaklar ve pazar alanının da içinde bulunduğu kentin merkezinde belirli aralıklarla eğlenceler düzenleniyor, bu sebeple de en önemli kişilerin evleri bu alana bakıyordu. Bereket caddesi ise Pompei’nin bir başka gözde mekanıydı. Sayfiye kenti olan Pompei Roma’daki eğlence anlayışının insanlık ve ahlak sınırlarını fazlaca aştığı bir yerdi. Giderek artan eğlence ve lüks isteklerinin sonuçları kentteki kalıntılarda göze çarpıyor. Hamamlardaki kum dolu masaj yatakları, her türlü sapkın ilişkiyi müşterilerine hizmet olarak vaadeden pornografik süslemelerle dolu genel evler, ölüm savaşlarının yapıldığı arenalar bunlardan belli başlıları.
Pompeli Kadınların Gladyatör Hayranlığı
İlginç detaylardan biri de Pompeili genç kız veya evli kadınların, hayran oldukları gladyatörleri anlatan basit denilebilecek duvar çizimleri. Dönemin bu popüler köle savaşçılarının filmlerde yansıtıldığı gibi kaslı değil yağlı vücuda sahip olduğunu anlatıyor rehberimiz. Çünkü sahipleri için sermaye olan bu gösteri savaşçılarının yaralandıklarında hızlı iyileşmeleri, yağlı bir deri tabakası ile daha kolay oluyordu. Bu köleler için hayatta kalmak kadar iyi bir gösteri sergilemek de önemliydi. Para vererek izlemeye gelen halk mücadeleyi beğenirse yenilenin affını; aksi taktirde ölümünü isteyerek tepkilerini dile getiriyorlardı. Duvarlarda sadece resimler değil dönemin seçim çalışmaları kapsamında yazılan propagandalar da görülüyor. Yanı sıra aldığı hizmetten memnun olmayan müşterilerin tepkileri de duvarlara yansıyor. Halkın ayaküstü bir şeyler yediği mekanlar, fastfood kültürünün Roma’ya dayandığını gösteriyor.
Pompei’iyi diğer tarihi kentlerden ayıran ve dünya çapında büyük bir üne kavuşturan en önemli özelliği ise insan kalıntıları. Küller arasından özel kalıplama yöntemiyle çıkarılan cesetler, ölüme yakalandıkları halleri ile öylece uyumaya devam ediyorlar sanki. Yaşanan felaketin ne denli ansızın ve güçlü olduğu en iyi bu cesetlerde görülüyor. Büyük bir kısmı Napoli Müzesi’nde bulunan kalıntılardan bazıları antik kentte sergileniyor. Bu kalıntılar o dönemki insanların fiziksel yapıları hakkında da çok net bilgiler veriyor bize. Çoğunlukla yapılı ve kusursuz bir vücut ile resmedilen bu insanlar aslında minyon hatta tıknaz denilebilecek bir fiziğe sahip.
Sınır Tanımayan Eğlence Anlayışı
Üzerinde en çok konuşulan konu ise bu kentin sakinlerinin sürdüğü yaşam tarzı. Yaş, cinsiyet ve akrabalık bağlarının sınır teşkil etmediği cinsel tercihlerinden dolayı bu felaket çoğu zaman bir ibret vesikası olarak yer alıyor anlatımlarda. Hatta Vezüv ‘ ibret dağı “ olarak anılıyor.
Pompeili’lerin bu gözü dönmüş zevk anlayışları kölelerden başka kimseyi rahatsız etmiyordu. Zaten köleler, onlar için sadece konforlu yaşamın araçlarından biriydi. Bu anlayış sebebiyle, ilk sarsıntılarda şehri terk edenler döndüklerinde bulmak için bu insanları evlere zincirlemişlerdi. Hülasa burada yaşam sadece lüks ve eğlence üzerine kurgulanıyordu.
Vezüv ve Pompei, yaklaşık 2000 yıl öncesinde yaşanan yok oluş hikayesinin aktörleri. Her ikisi de kendi enerjisinin doruğa ulaştığı noktada katil ve maktul olarak ortak bir kader yazdılar. Öfkesi dinmiş Vezüv ile kaderine razı olmuş Pompei arasında sular durulmuş gibi görünüyor. Modern zaman seyyahlarının yarattığı hareketlilik dışında sükunet var artık bu kentte. Öyle ki sıkça rastladığımız sokak köpekleri, büyük felaketti yaşayan hem cinslerinin trajedisinden habersiz miskin miskin yatıyor köşebaşlarında.

Anadolu'da bir Osmanlı güzellemesi
İsmini hep duyduğumuz ama zihnimizde sahip olduğu birikimin ötesinde çağrışımlar yapan bir yer Mudurnu. Tavukçuluğun hızlı gelişimiyle birlikte ismi bilinmeye başlanan bu güzel ilçe, sektörün yaşadığı kriz nedeniyle, bu kez tarihi ve kültürel zenginlikleri ile dirilişe geçti. Atılan doğru adımlar ile yaşanan sıkıntılı zamanlar Mudurnu halkına potansiyel gelir araçlarını keşfetmenin yolunu açtı. Tarih boyunca önemli olayların merkezinde bulunan bu kadim Anadolu kenti, artık kültürünün zenginliği ve insanının sıcaklığı ile misafirlerini güzelliklerine buyur ediyor.
Anadolu’nun küçük İstanbul’u
Bolu’ya bağlı bu güzel ilçeyi tanımaya başladıkça sahip olduğu güzellikler karşısında hayranlık duymamak mümkün değil. Ne denli önemli olduğu tarihsel referanslarda da net olarak görülüyor. Adını Bizans döneminde Bursa Tekfuru’nun kızı Moderna’nın anısına inşa edilen kaleden aldığı rivayet edilen Mudurnu, geçmişte Comopolis, Modreae, Modrene, Swe Modrenae, Mutarni, Matarni ve Mudurlu gibi isimlerle de anılmış. Tarihte Bithynia ve Anadolu Trakyası olarak adlandırılan Bursa- İzmit- Bolu bölgesinin ortasında yer alan Mudurnu’da ilk yerleşimler, M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzandığı ifade ediliyor kaynaklarda. Hristiyanlık öncesi dönemde birçok önemli tarihi gelişmenin ortasında yer alan bu bölgede Hristiyanlığın serbest bırakılmasının ardından patriklik ve psikoposluk düzeyinde yerleşim birimleri kurulmuş. Tarihteki geçiş süreçleri ve farklı kültürel birikimleri ile Anadolu’nun küçük İstanbul’u gibi bu güzel şehir.
Mudurnu’nun Türkleşme süreci
1176 yılında bölgenin Selçuklu denetimine girmesi ile yeni bir dönem başlamış. Anadolu’nun Türkleştirilmesinde önemli rol oynayan uç beylerinden Samsa Çavuş Mudurnu tarihindeki en önemli şahsiyetlerden biri. Yoğun Türkmen göçleri ile gelecek dönemde bir Osmanlı coğrafyası olmasının ilk adımları atılmıştır böylece. Hatta bugün bile bazı köylerinin isimleri eski Türkmen boylarının isimleri ile anılıyor. Bu göçler Osmanlı’nın kuruluş döneminde de yoğun olarak devam eder. 1337 Orhan Bey’in talimatıyla Mudurnu kalesi ele geçirilerek tamamen Osmanlı topraklarına dahil edilmiş bu topraklar.
Osmanlı kenti doğuyor
Osmanlı hakimiyetine giren bölgede imar çalışmaları da başlar. Mudurnu güvenli bir bölge olarak görüldüğünden Fetret devrinin karmaşasında şehzadelere barınak olur. Osmanlı döneminde kaza olan Mudurnu, çeşitli ayaklanmalar sebebiyle devletin ağır baskısı karşısında bunalan halk da isyan eder. Ünlü Köroğlu da bu dönemde yaşamıştır. O dönemde kaza olan Mudurnu önce sancak beyliği kurulan Bolu’ya, ardından 1865 yılında Kastamonu sancağına, Cumhuriyet döneminde ise tekrar Bolu’ya bağlanır. Bu bölge kurtuluş savaşı döneminde de önemini koruyarak milli mücadele için önemli bir mevki özelliği taşımış.
Ahilik geleneğinin kök saldığı topraklar
Tarihi İpekyolu bağlantısı ve Kuzeybatı Anadolu’nun ticaret yollarının kavşak noktasında olması sebebiyle Mudurnu her zaman önemini korumuş. Bu özelliği sebebiyle ahilik geleneğinin de yerleşik olduğu ve o ruhu bugünlere kadar taşımayı başarmış müstesna yerlerden biri. Geçmişteki birikimlerini bugünlere böylesine koruyarak taşıyan bu şirin ilçenin geçmişine genel bir bakış atmak bugününü anlamak için neredeyse bir zorunluluk. Çünkü Mudurnu’da karşısınıza çıkan bütün detaylar yüzyıllardan beri evrimleşerek bugünlere ulaşan zenginliğin bir parçası.
Ünlü seyyah Evliya Çelebi Seyahatnamesi’de Mudurnu’dan; Yüce dağlarında çam çok olmakla, köylerinde iki kulplu çam bardakları olur. İkisini bir Himara tahmil ederler.Hint’e kadar hedaya gider. Hint’de dahi meşhurdur. Bu diyarlarda o bardakların adına (Boduç) ve (Sekek) derler. Rum’a dahi hedaya olarak gider. Dağlarında onar arşın uzun ve iki ziraa enli latif levhaları olur ki, bu diyara mahsustur şeklinde bahsettiği rivayet ediliyor.
Modern zaman seyyahlarının durağı
Modern zaman seyyahlarının gözünden ise bir başka görünüyor Mudurnu. Bolu’ya 52 km uzaklıktaki şehre ilk girdiğinizde sanayi tesislerinin yarattığı yeni kent görüntüsü ile karşılaşıyorsunuz. İçerilere doğru ilerledikçe tarihi ve kültürel doku kendini iyice hissettirmeye başladığında algınızı değiştirmeye başlıyor. Teknolojinin tüm yansımalarına rağmen kadim Anadolu kültürü sarıp sarmalıyor sizi. Şehrin tam ortasından geçen Mudurnu deresi ve kenti kuşatan Abant dağlarının ortasında gizli bir hazine keşfetmiş hissi veriyor karşılaşılan manzara. Çok geniş bir yüzölçümü olmamasına rağmen tarihi ve kültürel birçok değeri konsantre olarak bünyesinde barındırıyor.
Meraklı bakışlarla kenti keşfetmeye çalışırken, sorular sorduğumuz Mudurnuluların sıcak tavırları sonbahar mevsiminde sıcak bir ilkbahar esintisi yarattı gönüllerimizde. Gözlerinizin kesiştiği her bakış, hafızalarımızın derinliklerine yüzyıllardan beri aktarılan ama yaşamayı unutmaya başladığımız o engin misafirperverliği hissettiriyor. Belli ki Ahilik teşkilatı burada yaşayan insanların yaşamlarına öylesine güçlü nüfus etmiş ki yüzyıllar geçmesine rağmen yoldan geçeni buyur eden erdemli yaklaşım, modern zamanların paranoyalarına yenik düşmemiş.
Ünlü seyyahlardan İbn’i Batuta da seyahatnamesinde yolunun düştüğü Mudurnu hakkında Bu yörelerin insanları ulu ölülerin mezarları üzerine ahşaptan odalar inşa ederler, (Türbe) uzaktan görenler meskün zanneder ise de, yanına varılınca içeride hiç kimsenin bulunmadığı anlaşılır. Ben de bunlardan bir çoğunu gördüm. Bazılarının içine girilerek dinlenmeye ve soğuktan korunmaya çalıştım. Bu kötü şartlar altında yoluma devam ederken Cenab-ı Zülcelal beni bir evin kapısına götürdü. Orada yaşlı bir adam bulup, Arapça konuştum. şeklinde notlar düşmüş.
Gelenek ustalık ve sabırla geleceğe taşınıyor
Zamana direnen bir diğer güzellik ise kent halkının renkli kültürünün temelini teşkil eden üretim dinamiklerinin azim ve kararlılıkla sürdürme çabaları. Önemli bir kısmı endüstri devriminin yarattığı yeni tüketim alışkanlıklarına yenik düşse de bugün hala bazı zanaat ve geleneksel el sanatları varlığını koruyor. Bunlardan ayakta kalmayı başaran semerci, bakırcı ve demirci ustaları hala Demirciler Çarşısı’nda varlığını sürdürüyor. Ağırlıklı olarak sac sobalar, bakır cezveler, siniler, mangallar, imal edilirken; kazma, keser, kürek vs. gibi gereçlere de rastlamak mümkün. Fakat yeni kuşaklar içerisinden bu zanaatleri devam ettirecek ustaların yetişip yetişmeyeceği ortaya konulan ürünlere olan ilginin ticari beklentileri karşılamasına bağlı galiba. Bu durum da bile usta kavramının ihtiva ettiği bilgeliğin yeni nesillerce yaşatılacağı konusunda çok da iyimser olmayan bir tablo var. Bu sebeple yaşayan bu ustaların gözlerindeki görmüş geçirmişliği ve yüzlerindeki çizgilerin derinliğini görmek güzel bir deneyim olabilir.
Mudurnu’nun kadınları da başka bir alanda üretkenliklerini ortaya koyuyorlar. Anadolu kadınının ince sanat duygusu ve sabrı ile hayat bulan el sanatları da Mudurnu’da canlanan tarihin müstesna renklerini oluşturuyor. Bu konuda Mudurnu Belediyesi de önemli bir adım atarak halk arasında küçük ev olarak bilinen Sanat Evi’ni kurmuş. Burada marifetli kadınların ellerinden çıkan rengarenk, desen desen, çeşit çeşit el işi yemeniler, çantalar, üçetekler, ahşap aksesuarlar, süs eşyaları ve daha birçok el emeği göz nuru ürün görülmeye değer. Bu anlamda ilçeye has el yapımı bebeklerden de bahsetmek de fayda var. Eskiden Anadolu’da kızların kına gecelerinde giydikleri bindallı üç etekli kıyafetli bebeklerin ünü Mudurnu sınırlarını aşmış durumda.
Mudurnu’nun bir başka kendinden söz ettiren özelliği ise pazarı. Civar yerleşim yerlerinden insanlarında geldiği pazar Cumartesi günleri kentin anayolu ile kesişen sokaklarından birinde kuruluyor. Yaş ve kuru gıdadan, el işlerine kadar çok çeşitte ürün bulmak mümkün. El yapımı yöresel ürünler turistler tarafından ilgi görüyor.
Osmanlı mimarisi Mudurnu’ya hayat veriyor
İlçenin yeniden doğuşuna ilham veren en önemli değeri ise Osmanlı döneminden kalan yapıları. Mudurnu deresine paralel olarak uzanan yolun bir diğer tarafında kalan Osmanlı döneminde inşa edilen Yıldırım Bayezid Hamamı ve Camii mütevazı ölçülerde ama hala ibadetgah olarak hizmet veriyor. Bir diğer önemli yapı ise Kanuni Sultan Süleyman Camii. Filibeli Hacı Tevfik Efendi ve Murat Karaarslan Türbeleri bir diğer önemli eserlerden. Uzun aramalar sonucunda bulabildiğimiz tarihi köprülerin üzerlerinin beton ve asfaltla kaplanmış olduğunu gördüğümüzde biraz hayal kırıklığına uğradık. Fakat canlandırılan tarihi ahşap konak ve evler bizi olumsuz duygularımızdan arındırdı. Osmanlı döneminde İstanbul’un Anadolu ile bağlantı yolu üzerinde olması sebebiyle tacirlerin ve devlet görevlilerinin konaklama ihtiyaçlarının karşılanması sebebiyle bu konaklar inşa edilmiş. Turizm Bakanlığı’nın 2002 yılında başlattığı proje sonucunda günümüze ulaşan konaklardan bazıları restore edilmiş. Mudurnu insanı da sahip oldukları bu güzellikleri faydaya dönüştürmek konusunda da her fırsatı değerlendirebilecek atılım ve çaba içerisinde. Konaklar turistlerin ziyaretine açılırken, konaklama ihtiyacına cevap verecek şekilde düzenlenmiş. En bilinenleri Hacı Şakirler, Keyvanlar, Hacı Abdullahlar, Yarışkaşı, Armutçular Konakları.
Dağlara emanet edilmiş bir güzellik
Bu çok renkli ve zengin kültürel birikime sahip ilçeyi yukardan temaşa etmek istediğinizde tarihi ahşap saat kulesinin olduğu noktaya çıkmanız yeterli. Şirin dar sokaklardan tırmanarak çıktığınızda karşınıza çıkan manzara size yorgunluğunuzu unutturacak güzellikte. Etrafını çevreleyen dağlara emanet edilmişçesine sarıp sarmalanan bu güzelliğe tarihin verdiği değerin bilinciyle bakmak gerekiyor. Bu güzel ilçenin dirilişinde daha yapılacak çok iş var. Restorasyon sürecinin tamamlanması Mudurnu’nun tarihi ve kültürel bütünlüğünün sağlanması açısında önem taşıyor. Sadece merkezi değil civarındaki güzellikler itibariyle de cazibe merkezi olan Mudurnu, Abant Gölü ve Sülüklü Göl’ü de sınırları içerisinde barındırıyor. Sarot ve Babas kaplıcaları da Mudurnu’nun diğer cazibe merkezlerinden.
Zengin bir mutfağa da sahip olan Mudurnu’da balkabaklı gözleme, erişteli kaşıksapı, Mudurnu baklavası, helva ve daha birçok lezzeti tadarak, bu güzel kentin gönlünüzde bıraktığı tadı damağınızda da hissedebilirsiniz.

Örtülerin Altındaki İran
M.Ö. 4000’li yıllara kadar uzanan bir medeniyet ve devlet geleneğine sahip. Sinema ve medya kurguları ile batının dünya kamuoyuna ucube olarak göstermek istediği bir ülke, İran.
Yazı ve Fotoğraflar: E. Hilal Korucu
Milyonlarca insan tarafından izlenen ‘ 300 Spartalı’ filminde bir yaratık gibi kurgulanan Pers Kralı ve askerlerinin resmedilmek istenenden çok farklı olduğunu görebiliyorsunuz tarihi kalıntılardaki figürlere bakarken. Batının kendini tüm iyi hikayelerin aktörü görme hastalığının ne denli kronik bir hal aldığını, dünyada başka toplumların dünya medeniyetine katkılarını görünce anlamak mümkün. Bu kadim medeniyetin yeni temsilcilerini gündelik yaşamlarında daha yakından tanımak ve çok katmanlı medeniyet birikimlerini yerinde görmek üzere bir grup arkadaş ile bu ülkeyi bir haftalığına ziyaret ettik. Geziye katılanların hepsi entelektüel ve mesleki birikimleri itibari ile zengin bakış açıları kazandıracak nitelikteydi. Nitekim gördüğümüz ve yaşadığımız her mekan ve olayın derin ya da sade anlamları üzerine getirdiğimiz yorum ve gözlemlerden geriye kalanları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kadim medeniyetin derin katmanları
İran adı Sanskritçe’deki Aryan kelime kökünden girmiş Farsça’ya. 1935 yılına gelinceye kadar bu devlet Pers İmparatorluğu olarak anılmış. Şah Rıza Pehlevi yasal olarak İran isminin kullanılması zorunluluğunu getirmişse de halkın geçmişle bağı kopardığı yönündeki tepkisi sebebiyle her iki isim de tanınmış yasal olarak. Fakat İran İslam Devrimi’nden sonra ‘ İran İslam Cumhuriyeti’ olarak ismi kabul edilmiş.
Büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Pers, Yunan, Türk ve Arap medeniyetlerinin etkisi altında kalmış. Ülkedeki tarihi kalıntılar ve kültür miraslarında bu etkilenmenin çeşitliliği görülebiliyor. Antik İran döneminin en büyük devlet oluşumu Ahameniş İmparatorluğu olmuş. Atina’nın Altın Çağı döneminde hüküm süren bu imparatorluk insan hakları ve köleliğin kaldırılması ile ilgili hükümleri geliştirerek uygulamış. Ekonomik olarak da refahın muazzam yükseldiği bu dönem, Büyük İskender’in III. Darius’u yenerek imparatorluğu işgal etmesi ile sona ermiş. Devamında ise Selevskov, Part, Sasani İmparatorlukları hüküm sürümüş. Devamında Arapların Kadisiye Savaşında İran’ı ele geçirmesi ile bu topraklar İslam ile tanışıyor. Fakat bu coğrafyadaki kültürel, sanatsal, bilimsel,felsefi birikim öylesine köklü ki İslam’ın bu topluma sirayet etmesi belirli bir zaman alıyor. Yeni hakim dine eklemlenen tüm bu sosyokültürel kazanımların birleşmesinden yepyeni bir zenginlik ortaya çıkmış. Günümüzde İran’ın İslam medeniyeti açısından da özel ve önemli kılan husus bu. İlk İslam devleti olan Emeviler’den sonra, Abbasiler, Tahiriler, Samaniler, Selçuklular, Gazneliler, Harzemşahlar ve yıkıcı etkisi ile Moğollar geçmiş bu topraklardan. Timur’un iktidarının ardından bu topraklar için yeni bir dönüm noktası meydana getiren hadise; kendisi de bir Türk olan Şah İsmail’in Safevi devletini kurması olmuş. Zend, Afşar ve Kacar Hanedanlıklarının çalkantılı dönemlerinin ardından, yakın tarihe damgasını vuran Pehleviler dönemi başlamış.
20. yüzyıl Şahlarının Batı Yanlısı İran’ı
1925 yılında İran’ın yönetimine gelen Rıza Şah Pehlevi’nin tavizkar uygulamaları sonucu batılı devletlerin cirit attığı bu topraklar üzerinde, yaklaşık aynı dönemlere tekabül eden Türkiye üzerine yazılan senaryolar uygulanmış. 1941’e kadar devam eden Rıza Şah’ın iktidarından sonra yerine oğlu Şah Muhammed Rıza Pehlevi geçmiş. Batı’nın koşullu olarak iktidara getirdiği Şah’a karşı Muhammed Musaddık önderliğindeki ulusalcı cephenin güçlenmesi üzerine 1953’te Muhammed Rıza Pehlevi yurtdışına kaçmış. Amerika’nın Musaddık’ı etkisiz hale getirmesinden sona tekrar ülkesine dönüp ülkenin yönetimini ele almış. Devrilmesine kadar geçen süre boyunca da ülke üzerinde batılı politikalar etkili olmuş. Tarih boyunca yapmış olduğu keskin dönüşlerden birini daha yaşamış İran 1979 yılında. Muhalif faaliyetleri sebebiyle önce Türkiye’ye ardından da Fransa’ya sürgüne gönderilen Ayetullah Humeyni, Şah Pehlevi’nin yurtdışına kaçmasının ardından ülkeye büyük bir halk teveccühü ile gelerek İran İslam Cumhuriyetini ilan etmiş oldu. Bu sürece nasıl gelindiği hayli detaylı bir husus olmasına karşın, Humeyni bir zamanlar Şah’a karşı devrimi savunanları bile mahkemeler de yargılayarak birçoğunu da idam ettirmiş. Son yüzyıl içerisinde İran topraklarında yaşananları daha detaylı okumak ve anlamak dünyanın genelinde nelerin olduğunu anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum.
İran’ı bugünkü koşullarda anlamlandırmaya yarayan en önemli dönüşüm 1979’daki devrim. Şah döneminin sona erdirilerek İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile başlayan yeni dönemde, sosyal yaşamda birçok değişim olmuş. Şah döneminin bütün uygulamalarına son verilerek, dünya ile ilişkiler yeni bir döneme girilmiş. Yeni rejime uygun olarak, Şah dönemindeki Persİmparatoluğu’nu simgeleyen aslan ve güneş yerine; kırmızı ve yeşil şeritlerinin altına ‘ Allahuekber” beyaz şeritin ortasına da ‘ Lailahe illallah’ lafzı yerleştirilerek yeni bir bayrak tasarlanmış.
Başkomutan Dini Lider
Ülkenin yönetim biçimi de kendine has bir yapıya kavuşturularak Dini Lider en yetkili kişi kılınmış. İran, alışıldığın dışında karmaşık bir yönetim biçimine sahip. Dini lider, Danışmanlar Konseyi ve Devlet Başkanlığı mekanizmalarının görev ve yetki dağılımı ile ülke yönetiliyor. Ülkede en geniş yetkiye sahip olan Dini Lider’i Danışmanlar Konseyi seçiyor. Bu konsey ise sekiz yılda bir yapılan genel seçimlerle 86 eğitimli hukukçu seçilerek oluşturuluyor. Mevcut konsey Anayasayı Koruma Komisyonu’na seçilecek adayların yeterliliğine karar veriyor. Bir diğer yönetim mekanizması olan Devlet Başkanı ise Anayasa Koruma Komisyonu’nun onayını almak zorunda. Dört yılda bir halkın oyu ile seçilen devlet başkanı bakanlar kurulunu atıyor. Ordunun yönetimi hükümette değil, aynı zamanda ordunun başkomutanı olan Dini Lider’de. Ayrıca İç İşleri ve Savunma Bakanlıkları için dini liderin açık onayını alması gerekiyor devlet başkanının. Dini liderin ülkeye hakimiyetini hemen hemen tüm önemli yapı ve caddelere asılan Hümeyni ve Hamaney fotoğraflarında da görebiliyorsunuz. 290 kişiden oluşan mecliste hali hazırda 80 kadın milletvekili bulunuyor. İran’da devlet yönetimi çapraz yetkilendirme ile ipleri tamamen bir mercinin eline vermiyor. Zira Danışmanlar Konseyi anayasal hükümler gereğince ülkenin en geniş yetkiye sahip kişisi olan dini lideri görevden alabiliyor. İran 30 büyük eyaletten oluşuyor. Bu eyaletlerin yöneticileri de yine dört yılda bir halk tarafından seçiliyor.
Petrol ve Doğalgaz zengini İran
İran’ı bu denli dünya gündemine oturtan zengin doğalgaz ve petrol yataklarına sahip olması. Rezervlerinin daha 200 sene kullanılacak potansiyele sahip olduğu söyleniyor. İhracatının %80’i de petrol ve doğazdan oluşuyor. Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip 18. ülkesi olmasına rağmen topraklarının 1/3’ü yaşamaya elverişli. Elbruz ve Zagros sıradağları ülkenin özellikle güney bölgesini çevreleyerek yağmur bulutlarının geçişini engelliyor. Bu yüzden de bu bölgelerde, bozkırlar, çöller ve devasa tuz gölleri bulunuyor. İranlıların Haliç-i Fars dedikleri Basra ile Umman körfezi ve Hazar Denizi’ne kıyısı olan bölgelerde iklim daha ılıman ve tarıma elverişli.
İran’ın ‘ iki çocuk ‘ güvenceli nüfus planlama politikası
74 milyon nüfusun yaklaşık yarısı 24 yaşın altında. Bir İslam devleti için şaşırtıcı gelebilir ama devlet iki çocuktan sonrası için sosyal güvenlik hizmeti vermiyor. Ülkede genç nüfusun yoğunluğu işsizlik sorununu da beraberinde getiriyor. Ayrıca Afganların ucuz işgücü olarak ülkede bulunmaları işsizlik oranını daha da artırıyor. Erkekler 18 yaşında askere alınıyor ve iki sene askerlik yapıyorlar. Fakat askerlik esnasında eğitim amaçlı izin alabiliyorlar. Farsilerin yanı sıra Azeriler, Kürtler, Araplar, ve Türkmenler yaşıyor. İranlılardan sonra en büyük etnik grup Azeriler. Resmi dil Farsça’dan sonra en yaygın dil ise Azeri Türkçesi. Diğer yaygın diller ise Kürtçe ve Beluci lisanı. Türçe ile Farsça arasında çok sayıda ortak kelime olduğunu Farsça konuşan birini dinlerken anlıyorsunuz. İran’da İslam ile birlikte Hristiyanlık, Yahudilik ve Zerdüştlük de resmen kabul gören dinler. Ülkede yaşayanların % 80’i Şii % 10’u Sünni Müslüman. Diğer kalan kısım ise Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt. Ülkede din değiştirmek yasak cezası ise ölüm. Zina karşılığında recm cezası var ama uygulanmıyor. İdam ise uygulanan bir ceza sistemi. Ülkede tatil günleri Perşembe ve Cuma. Cuma namazı her şehirde bir toplanma yerinde kılınıyor. Türkiye’de olduğu gibi her Cami’de Cuma namazı kılmak mümkün değil. İran bir İslam ülkesi olmasına rağmen ezan sesini şehrin her yerinde duyamamıyorsunuz.
Devletin otoritesini sağlama aracı olarak: Başörtü
İran ile ilgili olarak dünya kamuoyunda yapılan eleştirilerin büyük bir kısmı kadınların başlarını örtme zorunluluğuna yönelik. Devrimin ilk yıllarında çok daha sıkı uygulanan kıyafet yasağı son on yılda hafiflemiş görünüyor. Kamusal alanlarda kadınların örtünme biçimi farklı özellikler gösteriyor. Genç kızların büyük bir kısmı saçlarının büyük bir kısmını açıkta bırakacak şekilde, sadece arka topuzlarını örtüyorlar. Hatta bu durum karşısında gezideki arkadaşlarımız örtülen bu bölüme ‘ kutsal topuz’ espirisini yaptılar. Bu tarz saçının bir bölümünü kapatan hanımlar yüzlerinde zaman zaman aşırıya varan makyajları ile genellikle tunik ve kot pantolonu tercih ediyor. Bunun yanı sıra İslami kaidelere riayet eder şekilde örtünenlerinde sayısı azımsanamayacak boyutta. Sıkça duyduğumuz ahlak polislerine biz rastlamadık. Fakat bunlar aşırı buldukları insanları ikaz ediyor, uyarıları dikkate almayanları da karakola götürebiliyorlarmış. Bu görevi yapanlara irşad polisi deniyor. İran’da yabancılara karşı daha esnek davranılıyor bu konuda. Fakat rehberimize bandanam ile gezsem ne olur diye sorduğumda; kendisinin çalışma lisansının iptal edilebileceğini söyledi. Görünen o ki İran örtünmeyi bir devlet otoritesi olarak sürdürüyor. Kafanızda hangi şekilde olursa olsun bir örtünün olması sisteme itaatinizi gösteriyor. İran kadınları bildiğimiz tipik fars çizgilerinden kalkık burun ve kısaltılmış kaşları ile uzaklaşmış görünüyor. Estetik ameliyatları burada yasal ve çok yaygın. Sadece kadınlar değil burnu bandajlı erkeklere de rastlayabiliyorsunuz. İran’da şaşırtıcı durumlardan biri de fiziksel olarak çift cinsiyet taşıdığını kanıtlayan erkeklerin cinsiyet değişimi için ameliyat olmaları da yasal. Erkekler de farklı giyim tarzları gösteriyor tıpkı kadınlar gibi. Medrese eğitimi almış olan molların yanı sıra kot ve tişort ya da kumaş pantolon ve hakim yaka gömlek giyiniyor İranlı erkekler. Kravat takılmıyor İran’da.
Sıcak Yer ‘Tahran’
‘Sıcak yer ‘ anlamına gelen Tahran’ın başkentlik geçmişi, 1876 yılında Ağa Mehmet Kaçar’ın burayı başkent yapmasına dayanıyor. Daha önce Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in de türbesinin olduğu Rey şehrinin bir kasabasıymış ve genellikle yazlık saraylar burada bulunuyormuş. Şehir Güneyden Kuzeydeki Elbruz dağlarının eteklerine doğru uzanıyor. Civar yerleşimler ile birlikte yaklaşık 14 milyon nüfusu var. Şehrin dağın yamacında kalan kısımlarında sosyoekonomik düzeyi yüksek insanlar, aşağı güney tarafta ise bu bakımdan daha düşük seviyedeki insanlar oturuyor. Zengin muhitlerdeki sıradan diyebileceğimiz evlerin fiyatları milyon Dolarları bulabiliyor. Para demişken, İran’ın resmi para birimi Riyal, halk arasında ise Riyal’den bir sıfır atılmış olarak kullanılan Tümen. Türk parası ile kıyaslandığında 1 TL 1400 Tümen’e tekabül ediyor. Kağıt paraların üzerinde dini liderlerin resimleri var. İran’da maaş kartı dışında herhangi bir banka kartı kullanılamıyor. Uluslararası finans sistemine de dahil olmadıklarından kredi kartlarımız ile alışveriş yapamadık. Hali hazırda devasa şantiyelerin olduğu İran, kentsel yapılaşması ve nüfüs dinamizmi ile iddialı bir şehir. Şehri saran yolları, geniş caddelerine rağmen, ucuz yakıttan dolayı çok yoğun bir trafiği var. Bulunduğumuz esnada yakıt fiyatlarında artış olmasına rağmen Türkiye’dekinden 10 kat daha ucuz yakıt kullanabiliyorlar. Bu durum kentin çukur olan güney kısmında hava kirliliğinin yoğun olmasın ada sebep oluyor zaman zaman. Trafiğin yoğunluğu caddelerde vızır vızır geçen motorsikletlerin tercih edilmesi sonucunu doğurmuş olsa gerek. O denli yoğun ki bu araçların kullanımı şehrin muhtelif yerlerinde motorsiklet parkları yapılmış. Trafik sorununa çözüm olarak tek ve çift plaka uygulaması var. Sürücüler yayalara karşı çok özensiz ve yaya geçitlerinde bile çok dikkatli geçmeniz lazım. Tahran’da metro, metrobüs, otobüs ve taksilerle toplu ulaşım sağlanıyor. Taksiler yasal izinli olanlar ve olmayanlar olarak hizmet veriyor. Taksimetre uygulaması yok. Binerken pazarlığınızı yapıyorsunuz. Kadın taksi şoförleri sadece kadın müşteri alıyor. Yanında eşi ya da yakını olsa bile bu taksilere erkekler binemiyor. Devlet karne ile araç sahiplerine yakıt veriyor. Aylık 90 litre hakkı var herkesin. Resmi araç ve taksiler için bu miktar biraz daha fazla. Üzerine çıkarsa kendi ödüyor. Bu yüzden de yakıt istasyonlarında kilometrelere ulaşan araç kuyrukları oluşabiliyor.
Milat Kulesi’nden ışıklar altındaki Tahra’nın ihtişamı
Tahran’ın en önemli yerlerinden biri de 500’ü aşkın dükkanın bulunduğu Tarihi Kapalı Çarşı. Buradaki tüccarların çoğunun Azeri olduğunu öğreniyoruz. Cuma günü tatil olması sebebiyle kapalı olan çarşının sessizliğini bozan ise giriş kapısındaki borsa simsarlarının bağırışları oldu. Uzaktan bakınca kavga ettiklerini düşündüğümüz bu insanların yakınına varınca alım satım telaşında olduklarını gördük. Tahran’da Kaçar Hanedanı Şah Abbas tarafından yapılan ve Şah Rıza ve Muhammed Rıza Pehlevi döneminde de kullanılan Gülistan ve Sadabad Sarayları bulunuyor. Bu yapılar Aynakâri işlemeleri, gösterişli teşrifatı ile göz dolduran bu yapılar geniş yapı komplekslerinden oluşuyor. Birçok bölümü müzeye çevrilmiş olan Sadabad’ın bahçesinde kurulan kültür haftası panayırında, İran’ın farklı eyaletlerinden gelenlerin kurdukları standlardaki sunumlarla İran mozaiğini bir arada görme fırsatımız oldu. Bİrgün yolunuz Tahran’a düşerse, 1971 yılında Pers İmparatorluğu’nun kuruluşunun 2500. Kuruluş yıldönümü şerefine kurulan Azadi Anıtı ve meydanı ile Firdevsi ve İnkılap caddelerini gezebilir; Derbent’te nargile eşliğinde keyifli zaman geçirebilir, 315 metre yüksekliğindeki Milat Kulesi’nden gece ışıklar altındaki Tahran’ı temaşa edebilir, Arkeoloji Müzesi’nde İran Medeniyet kalıntılarını görebilirsiniz.
Kızların yüksek öğrenimdeki oranı % 65
Tahran, dünyanın en iyi 100 üniversitesi arasına girmeyi başarmış olan Tahran Üniversitesine sahip. Üniversitenin bahçesi Cuma namazında toplanma yeri aynı zamanda. Ülkenin birçok eyaletinde üniversite ya da yüksekokul var. Şiraz Üniversitesi’nin tıp, bilişim ve iletişim teknolojileri eğitiminde oldukça iyi olduğu söyleniyor. Üniversitelerde karma eğitim yapılıyor. Kızların üniversite öğrenimindeki oranı yaklaşık % 65. Sadece ofis ayağı bulunmayan petrol mühendisliği gibi bölümlere kadınlar gidemiyor. İran’ın en yaygın özel üniversitesi ise Azad Üniversitesi. İlkokula başlama yaşı 6 olan İran’da okula giden kız çocuklarının örtünmesi zorunlu ve öğretim kız/erkek ayrı yapılıyor.
Kitle iletişim en sorunlu alan
İran’da basın yayın organları devletin kontrolü altında faaliyet sürdürebiliyor. Ülkenin en tirajlı ilk üç gazetesi 400 bine yaklaşan tirajı ile Hemşeri. Ardından Camucem geliyor. İngilizce olarak çıkan tahran Times ve İran News gazeteleri de var. Gazetecilerde kadınlara, gençlere, çocuklara yönelik yayınlar da bulunuyor. Çeşitlilik konusunda sorun olmamasına karşın özgür yayın politikaları yok. Geçtiğimiz dönemlerde uzun yıllardır yayın yapan bir kadın dergisi de İslami ilkelere zarar verdiği gerekçesi ile kapatılmış. Keza televizyonculuk devlet tarafından yürütülüyor. İran sınırları içerisinde özel kanal yayın yapmıyor. Ancak yurtdışından farsça yayın yapan kanallar bulunuyor. Uydu kullanmak yasak ama hemen her evin çatısında bir uydu var. İran’da insanlar Türk kanallarına büyük ilgi gösteriyor. Özellikle diziler büyük ilgi çekiyor. Yezd’de bir Ermeni kilisesini ziyaretimizde görevli bize izlediği bir diziden bahsetti hemen. Youtube’da Farsça bir ezgi dinlerken rastladığım ‘EsgheMamnoe’ bizim Aşk-ı Memnu’dan başkası değildi. Son derece profesyonelce dublajı yapılan bu dizi muhtemelen bir kanal için hazırlanmıştı. İnternete erişim sınırlı İran’da. Facebook, twitter, youtube yasaklı. Bizim olduğumuz dönemde Peygamber Efendimiz’e yönelik hakaret içeren filmi yayınladığı için youtube da yasaklanmıştı. Tüm bu yasaklara rağmen bir yolunu bulup sosyal medya kanallarına erişiyor İranlılar.
Devlet denetimi altında sanatsal üretim
İran’da müzik, sinema ve diğer sanat eserleri piyasaya çıkmadan önce aralarında mollaların da bulunduğu bir kurul tarafından değerlendiriliyor. Hatta evine piyano almak isteyen biri kurulda bulunan bir mollayı günaha sebep olacak işler yapmayacağına ikna ederek satınalma iznini almış. Koşulların bu denli kısıtlayıcı olduğu bir ortama rağmen İran geçmişte olduğu gibi çok kıymetli sanat eserleri üretmeye devam ediyor. İran sineması içten, sade ve insana dokunan anlatımı ile sinemaseverler için hep önemli olmuştur. Benim de İran ile ilk tanışmalarım İranlı yönetmenlerin filmleri ile oldu. Bilenler bilir İranlı yönetmenlerin elinden çıkan “ Cennetin Çocukları, Söğüt Ağacı, Sarhoş Atlar Zamanı” filmlerini. En son en iyi yabancı film Oscar ödülünü kazanan ‘ Bir Ayrılık’ filmi de senaryosu ve oyunculukları ile nefis bir filmdi. İran bu sanatsal derinliğini geçmişinin derinliği, estetik olgunluğundan alıyor olsa gerek. Tek başına melodik bir tınısı olan Farsça ile yazılan şiirler ve eşsiz beyitlerin şairlerinin haklı ünleri tüm dünyaya yayılmış. Bizim Şeyhnamesi ile iyi bildiğimiz Firdevsi’nin yanı sıra Sadi, Hafız, Nizami de geriye ölümsüz satırlar bırakmış şairler. 20. yüzyılın en önemli kadın şairlerinden olan FüruğFerruhzad da yine İranlı bir şair aynı zamanda yazar, oyuncu, yönetmen, ressamdı. Genç yaşta bir kaza soncu hayata gözlerini yuman Füruğ’un mezarı Tahran’da bulunuyor.
Füruğ’dan; bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde birlik anına doğru yürüyen ve her zamanki saatini matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla kuran bu kimdir bu, horozların ötüşünü gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyenkahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
İran’da devrimden sonra muhalif sanatçılar yurtdışında yaşamaya başlamış. İran’da kalanlardan sisteme muhalif olanlar hapse atılmış. Hapiste olan müzisyenlerin en ünlüsü de ülkemizde de beğenilerek dinlenen MohsenNamjoo, ayetleri şarkılarında kullandığı için Kuran’a hakaret gerekçesiyle 5 yıl hapse mahkum edilmiş. İran’a gitmeden önce internette dinlediğim Şii şarkıcı NasserAbdollahi’nin Sünni bölgesindeki bir saldırı sonucu genç yaşta öldüğünü duyunca üzüntü duydum. Şarkı söylemesi ise yasak olduğundan kadın şarkıcılar yurt dışında yaşıyor çoğunlukla. Onlardan biri de Azam Ali.
Keşfedilmeyi bekleyen bir kültürel hazine; İran
İran tarihi ve kültürel zenginlikleri ile milyonlarca turisti çekebilecek kapasitede bir ülke. Buna rağmen yılda yaklaşık 500 bin turist ziyaret ediyor ülkeyi. Avrupa ve Amerika’dan da gelenler oluyormuş. Ama daha çok Uzakdoğu ve Türkiye’denmiş gelenler. İran’dan da Türkiye’ye yaklaşık 1 milyon turist geliyor her yıl. İstanbul, Antalya en çok tercih ettikleri şehirler. Alışverişe düşkün olan İranlılar deniz turizmine de büyük ilgi gösteriyorlar. İran ile Amerika arasında özellikle vize gibi bürokratik işlemler İsviçre aracılığı ile yürütülüyor.
Fars mutfağının baş tacı ; Safran
İran’da Batılı ve Amerikan fastfood yemek markaları yok. Kendi yerel markalarını oluşturan yerlerde, kocaman hamburgerlerin içine hemen orada hazırladıkları etleri koyuyorlar. Klasik Amerikan tarzı hamburgerden çok daha lezzetli. Sadece Coca Cola nüfuslu bir işadamı tarafından İran’da üretildiği için serbest. Damak tadı bize çok uzak olmamasına rağmen, İranlılar yemekte tatlı yemiyor. Zeytin ve zeytinyağı yok sofralarında. Salatalarına yoğurt ile yaptıkları sosları döküyorlar. En meşhur katkıları safran. Safranlı pilavları her sofranın olmazsa olmazı. Safran ile yapılan dondurmanın tadı nefis. Ayrıca nişasta, şeker ve gül suyu ile yapılarak soğuk yenilen falude tatlısı da hoşuma gitti. İran’da un helvası sadece Cuma akşamları cenazelerde yapılıyor. Rehberimizin yeni ölen dedesinin helvasını yerken öğreniyoruz bu detayı. Yine safranlı dondurma ve sohan da revaçta tatlılardan. İran’da kebap menülerde her daim yer alıyor. Fakat bizdeki gibi acılı yemiyorlar zira İranlılar acıyı pek sevmiyor. Onların vazgeçilmezi safran kebapta da kullanılıyor. Bizdeki lavaşa benzeyen delik delik odun fırınında pişen ekmekleri var. Sadece sirke ile yaptıkları çeşit çeşit leziz turşuları çok yaygın tüketiliyor. Ayranları nane aromalı oluyor. Çay onlarda da çokça tüketilen bir içecek. Kaldığımız otellerin hemen hepsinde odalara su ısıtıcı fincan ve sallama çay bulunduruyorlar. Ülkenin farklı yerlerinde gördüğümüz başta gül olmak üzere bitkilerin kaynatılarak buharından damıtılan sular, pet şişelere konularak satılıyor dükkanlarda. Alkol tüketimi yasak olmasına rağmen gizlice temin edilip içiliyormuş.
Silah tüccarlarının kazandığı savaş
İran 1980 yılında Irak’ın saldırması sonucu içine çekildiği savaşı sekiz sene yaşamış. Saddam’ın 3 gün içinde Tahran’da olacağı yönündeki iddiasına rağmen İranlılar savaş sonucunda toprak kaybetmemiş. Silah tüccarlarının tezgahladığı çok açık olan bu savaşta İran 500 bin askerini kaybetmiş. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen ülkenin bütün şehirlerinin caddelerinde şehit askerlerin fotoğrafları asılı. Savaşın acı yüzünü çocuk yaşta savaşta ölenlerin fotoğraflarına bakarken görebiliyorsunuz. Fakat onlar bu savaşın sonucu ile övünüyorlar. İranlılar milliyetçilik damarı ağır basan bir halk. Yüksek özgüvenlerini diyaloglarda ve beden dilinde görebiliyorsunuz.
İran’daki 6 asırlık Şia kurgusu
İki önemli Müslüman ülke olmasına rağmen Türkiye ve İran’ı hem devletler hem de toplumlar nezdinde birbirine karşı tereddütlü iletişime iten unsur Sünnilik ve Şiilik anlayışındaki ayırımlar. 600 sene öncesine kadar İran’ın Sünni olduğu düşünülürse. Hangi dinamikler etkisinde bu duruma geldiği derin bir araştırma konusu. Kısa cümleler ile özetlenemeyecek kadar geniş bir konu olan Şiilik anlayışına dair gözlemlerimden ve dahi bu konudaki okumalarımdan aktarabileceğim en temel husus Tevhid inancında ve Hz. Peygamber’in tanınmasında biri sorun olmadığı.Fakat Şii İran toplumunda Kerbela hadisesi ve Hz. Alinin soyundan gelen İmamların katledilişlerinin İslam inancının birçok temel hususunun önüne geçerek toplumsal yaşamın merkezine oturması, Sünni İslam’dan biraz daha farklı boyutlar sergiliyor burada. İmamlara olan saygı Hz. Peygamber’in sünnetlerine olan riayeti ötelemiş görünüyor. Aynı zaman da Allah ile de arasında bir bariyer olmuş burada yaşayan Müslümanların. 12 İmam’dan sadece ikisi İran topraklarında olmasına rağmen bütün coğrafyayı etkisi altında tutabiliyor. Türbeler şimdiye kadar hiçbir cami ya da dini yapıda görmediğim kadar ilgi odağı. Giriş çıkışlar kontrol altında ve kadınlar Çadır denen örtüyü üzerlerine almak zorunda. Kadınlar bölümüne girme fırsatı bulduğumuz türbelerdeki aşırı gösterişli mimari, devasa mezarlar ve insanların kendilerinden geçercesine türbenin demirlerine dokunuşlarını aşırılık olarak yorumladım. Şiiler dualarını doğrudan Allah’a değil bizde Evliya olarak isimlendirdiğimiz onların ise Arif dedikleri zatları aracı kılarak yapıyorlar. Zulme uğrayan Ehli Beyt’e yakınlık duyulması ve yasının tutulmasının anlaşılabilir olmasına karşın, kendi içinde de çeşitli kollara ayrılan bu İslam yorumundaki bazı kutuplaşmalar, İslam’ın temel hususları ile uyuşmuyor kanaatimce. Edindiğimiz bilgiye göre İran’da Caferiler Hz. Ali’nin soyundan gelenlere deniyor. Aleviler ise Hz. Ali’nin taraftarları olarak biliniyor. Her yıl Aşura gününde Kerbela’da şehit edilenlerin yası tutuluyor. Bu törenlere İranlıların büyük bir kısmı özen gösteriyor. İran’da yaşamı önemli ölçüde etkileyen Şiilik anlayışında bu topraklardaki geçmiş gelenek ve inançların etkisini görmek mümkün. Şiiler Hz. Ali’nin soyundan gelen 12. İmam’ın hala yaşadığına ve birgün Mehdi olarak ortaya çıkacağına inanıyorlar. Şiilik en önemli ihtilaf noktası, Hz. Peygamber’in ölümünün ardından Halifelik makamının Hz. Ali’ye geçmesi gerektiği. Bu sebeple Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e karşı çok sert söylemler geliştirilmiş. Hatta kısa bir zaman öncesine kadar hutbelerde bu iki Halife’ye beddualar ediliyormuş. Şiiler günde üç vakit namaz kılıyorlar. Sadece farz namazlarını yerine getirirken öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı birleştiriliyor. Şiilik ile Sünniliğin derin ayırımlara bu konudaki ilmimin yetersizliği sebebiyle nokta koyarak; genel anlamda din ile gelenek ilişkisine biraz değinmek istiyorum. İran’da yaşayan eski halkla ve eski dinlerin bugünkü yaşamda etkileri görülüyor. Antik yapılarda gördüğümüz uzun ömrün sembolü servi ağacı tasvirine, Aşura törenlerinde içinde 3. İmam Hz. Hüseyin’in naşını sembolik olarak taşıyan servi ağacı formundaki Nakhl’da rastlıyoruz. Bir arabanın üzerine yerleştirilen bu ahşap yapı süslenerek cadde ve sokaklarda dolaştırılıyor. Hz. İsa’dan yüzyıl sonra Romalı askerler arasında çıkan Mitraizm’in etkileri görülüyor bu topraklarda. Yezd şehrinde hala devam eden ‘ zurhane’ geleneği de bu dinin etkileri görülüyor.
İran üzerine çok söz söylenecek bir ülke. İsfahan, Şiraz, Kashan, Persepolis, Yezd’i anlatmayı sonraki sayılara bırakıyorum. İran halkının tüm milliyetçi duruşlarına rağmen Türkiye’ye büyük teveccüh gösterdikleri aşikar. Cana yakın insanlar olan İranlılara ‘selam’ verip ardından Türk olduğumuzu söyleyince; mütebessim bir yüz ifadesiyle Türkiye’de gittikleri şehir ve mekanları saymaya başlıyorlar. Bizler de bu gülüşe mukabele ederek bizleri bir hafta boyunca ağırlayan bu güzel ülkeye ‘ Allah sağlık versin ‘ temennisinde bulunuyoruz.
Bu yazı 2013 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 76. sayısından alınmıştır.
M.Ö. 4000’li yıllara kadar uzanan bir medeniyet ve devlet geleneğine sahip. Sinema ve medya kurguları ile batının dünya kamuoyuna ucube olarak göstermek istediği bir ülke, İran.

Avrupa’nın Gökkuşağı: Romanya
Romanya ile ilgili hafızamdaki en belirgin kare, Nicolae Ceaușescu’nun karısı Elena ile birlikte kurşuna dizildikleri sahne. Ülke için birçok olayın izahında da önemli bir argüman olan devrim ve alaşağı edilen diktatörü anmadan Romanya’yı anlatmak çok zor. Fakat devrime kadar gelen sürecin nasıl beslendiği bilmek için, Romanya’nın tarihine kısaca göz atmak faydalı olacak sanırım.
Daçya’dan Romanya’ya
Diğer Avrupa ülkelerine nazaran daha az bilinmesine rağmen, Romanya en eski insan yerleşiminin olduğu topraklara sahip. 42 bin yıllık geçmişi olduğu tahmin edilen insan fosillerinin bulunduğu Kemikli Mağara ( Peştera cu Oase ) bu gerçeği kanıtlıyor. Bu topraklarda kurulan ilk devletin Daçya Krallığı olduğu belirtiliyor kaynaklarda. Sonrasında Roma İmparatorluğu’nun bir eyaleti olmuş. Ardından da Gotlar, Hunlar, Avarlar ve Slavların istilalarına uğramış. 9. ve 11. asırlarında Bulgar devletine katılan topraklar bu kez de Macar, Peçenek, Kuman ve Tatar istilalarına maruz kalmış. 14. yüzyılda devlet olmayı başaran Romenler Eflak ve Boğdan Beylikleri’nden oluşan ülke, iki asır sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesi altına girmiş. Osmanlı Rus Savaşı sonrasındaki mağlubiyet ile birlikte önce Besarabya, 93 Harbi’ndeki Ruslara karşı ikinci yenilgiden sonra da Eflak ve Boğdan Osmanlı’dan kopmuş. Besarabya SSCB’den ayrılan bugünkü adıyla Moldova olurken, 1881 yılında Romanya Krallığı kurulmuş oldu yeniden. II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almak ülkenin kaderini değiştirmiş.
Komünizmin diktatörlüğe evrilmesi
Kızıl Ordu’nun 1944’te ülkeyi işgal etmesinin ardından Komünist Romanya Halk Cumhuriyeti ilan edilmiş. Bundan 20 yıl sonra ise Nicolae Ceaușescu’nun 22 yıllık iktidarı başladı. Ülkede son derece radikal değişiklikler yapan diktatörün indirilişi, diğer Doğu Bloku’ndaki sosyalist rejim değişikliklerinin aksine kanlı oldu. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile birlikte yeniden şekillenen dünya düzeni Romanya’daki değişimin de fitilini ateşledi. Ceaușescu’nun, halkın insani gereksinimlerinin sınırlarını zorlayan mali politikaları ve gösterişli mimari projeleri, Romenleri devrime götüren etkenler oldu. Trasilvanya’nın güneyindeki Temeşvar’da başlayan ayaklanmalar Bükreş’e kadar uzandı. Kanlı çatışmaların ardından kaçma girişimlerine rağmen diktatör ve karısı bir saatlik yargılamanın ardından kurşunlanarak idam edildiler. Tüm dünyanın ibretle izlediği bu sahne, kitle. Aradan geçen 23 yıllık sürede Romanya , demokrasiye geçerek 2004 yılında Nato’ya 2007’de de Avrupa Birliği’ne katıldı.
Romanya’yı sosyal, kültürel ve coğrafi olarak özetleyen en önemli kentler Bükreş, Braşov ve Köstence. Genel anlamda baskın bir Romen etkisi olsa da ülkenin tamamında, aradaki farklılıklar ülkenin tarihi yol ayırımlarını vurguluyor.
Merhaba Bükreş
Romanya’yı tarihe not düşülenler ile kısaca özetledikten sonra izlenimlerim ile bu ülkeyi anlatmaya çalışacağım. Büyük Avrupa ülkelerinin tanıtım stratejilerinin bir sonucu olarak, görülecek yerler sıralamasında hayli gerilerde bulunan Romanya’ya beklentilerimi düşük tutarak gittim. 1.5 saatlik uçak yolculuğunun ardında Bükreş Otopei Havaalanı’na iniş yaptı uçağımız. Bir şehirle tanışıklığımın ilk anlarını zihnimde fotoğrafını çekerim ki sonrasında oluşan algılarımla karşılaştırabileyim. Bu da şehrin iklimine ne kadar girebildiğimin ipuçlarını verir bana. Şehir merkezinin biraz dışında kalan Otopei’den Bükreş’e doğru ilerlerken diğer Avrupa şehirlerinde gördüğüm düzen ve sadeliği hatırlattı. Yol aldıkça devasa apartman blokları, geniş yollar ise eski komünist rejimi ülkelerindeki soğukluğu hissettirdi. Gri bir havada gerçekleşen bu karşılaşmanın soğuk iklimi, misafiri olacağım sevgili kuzenlerim Özlem ve Oğuzhan Korucu’nun sıcak karşılaması ile dağılıverdi. Günün akşamında kısa bir Bükreş turunun ardından, ertesi gün çıkacağımız Transilvanya yolculuğuna başlamak üzere günü noktaladık.
Filistinli gençlerle Transilvanya’ya doğru
Bükreş’teki Filistinliler tarafından kurulan Jarussalem School’un gezi organizasyonu ile yol almak üzere, sabahın erken saatlerinde topluluk ile buluştuk. Serin bahar havasına rağmen okul müdürü Dr. Fariz Allaqtta ve öğretmenlerin insanın için ısıtan merhabaları gezinin güzel geçeceğinin sinyallerini veriyordu. Cıvıl cıvıl kız ve erkek lise talebeleri için düzenlenen geziye gençlik heyecanı ve ışıltısını muhafaza etmiş öğretmenler de gözetmen olarak eşlik ediyor. Bükreş’ten hareket eden iki otobüslük konvoy kuzeye doğru hareket etti. Daha ilk birkaç kilometrede kanları deli akan gençler popüler müzikler eşliğinde eğlenmeye başladı. Gençlik böyle bir şey dedirten bu tempo bazen İngilizce bazen Arapça şarkılar eşliğinde sürüp gitti. Arap kültürünün olabildiğince canlı olduğu bir topluluk içerisinde Romanya ile tanışma ve keşif aşamaları sıra dışı bir deneyimdi benim için. Gittiğim ülkelerde genellikle o bölgeye ait etnik müzikler eşliğinde seyahat etmeyi tercih ederim. Arap ezgileri ile Transilvanya’nın eşsiz coğrafyasında gezinmek ayrı bir tat oldu benim için. Farklı ama keyifli olan bu süreç bana Romanya’daki çok kültürlü atmosferi daha iyi algılama imkanı sundu.
Vidraru Barajı’nın büyüleyici derinliği
Kuzeye çıktıkça Bükreş’in dümdüz yapısından sarp dağların vadilerin olduğu farklı bir coğrafyaya doğru uzanmaya başladık. Zaman zaman ortasından geçtiğimiz şirin köyler, yollarda giden atlı arabalar, yaşlı Romen kadınlar, rengarenk giyisileri ile Çingene kızlar görmeye değer karelerdi. Yolculuğumuzun ilk durağı Argeş Nehri üzerine kurulmuş olan Vidraru Barajı. İnşası 1966 yılında tamamlanan baraj gölü, Ghitu Dağları’nın arasında yer alıyor. Romanya’nın elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan baraj 465 milyon metreküp hacmine sahip. 1974 yılında atlatılan kaza ile büyük bir felaketin eşiğinden dönen baraj, bugünkü hesaplamalar ile 450 milyon Avro’ya malolmuş. Büyüklük bakımından Romanya’nın en büyük Avrupa’nın ise 5. Büyük barajı olan Vidraru, 166 metre yüksekliğe, 25 kilometre uzunluğa sahip. Baraj gölü bölgeyi ziyaret edenler için cazibe merkezlerinden biri. Devasa baraj setinin üzerinden vadiyi kuşbakışı izleme imkanı veren yapıya ulaşmak için dağların yamaçlarından ürkütücü bir yolculuk yapmak gerekiyor. Etrafı dağlarla çevrili göl doyumsuz bir seyir sunuyor. Vidraru Barajı gözlerden kaçmayan detaylardan biri de heykeltraş Constantin Popovici tarafından yapılan Prometheus heykeli. Barajın yüksek yamaçlarına konumlandırılmış elinde yıldırım tutan metal heykel, adını Yunan Mitolojisi’nde erkeklerin koruyucusu Prometheus’dan almış.
Drakula efsanesinin yaşadığı topraklar
Bu doyumsuz seyrin ardından sarp yamaçlardan Argeş nehri boyunca aşağı iniyoruz. Doğal güzellikler karşısında büyülenmiş halde ilerlerken, yol kenarında efsanevi Drakula tabelaları çıkıyor karşımıza. Restoran, otel, market gibi birçok mekana ismi verilen Drakula, meşhur romana ilham olan III. Vlad Tepeş’ten başkası değil. Bizim de tarihten aşina olduğumuz ve zalimce uygulamaları nedeniyle Kazıklı Voyvoda olarak bildiğimiz Drakula, Transilvanya Bölgesi’nin sembol ismi. İsminin yanı sıra resmine de sıkça rastlamak mümkün bu civarlarda. Romen halkının gözünde bir kahraman olan III. Vlad, esir aldıklarına uyguladığı vahşice kazığa oturtma işkencesi ve bu işkence ettiklerinin kanlarını içtiği efsanesi Bram Stoker’in Drakula romanına esin kaynağı olmuş. Defalarca ölümden kurtulan ve en sonunda Osmanlı askerleri tarafından başı kesilen Kazıklı Voyvoda’nın, ölümden simya yöntemleri ile kurtulduğu ve yüzyıllarlar sonra dirildiğine inanılmış uzun süre bölge insanı tarafından. Bu inanış Kazıklıyı Stoker’ın kaleminde, Kont Drakula olarak yaşatmaya devam ediyor. Drakula’nın bizim gibi yabancılar için ürkütücü etkisinin ardından, yemyeşil vadiler arasında devam eden yolculuk sonrası Calimanesti – Caciulata bölgesinde geceliyoruz. Raul Nehri kıyısındaki bu turistik yerleşim bölgesinde noktalanan günün sabahında güneşin aydınlık yüzü karşılıyor bizi.
Karpatlar’ın ortasında yeşil beyaz güzellik
Trasilvanya bölgesinin en çok ilgi gören ve Romanya’nın en büyük kentlerinden biri olan Braşov’un üç tarafı dağlarla çevrili. Kışın oldukça ilgi gören şehir, kayak turizmi açısında oldukça popüler. Karpatlar’ın Bucegi, Brasium, Postavaru, Pratra Craiului, Ciucas, Fagaras Dağları tarafından kuşatılan şehirde Prahova Vadisi de önemli alanlardan biri. Gezi ekibimizle birlikte piknik yapmak üzere mola verdiğimizde; baharın yeşilliğinin kışın beyazını dağların zirvesine kovaladığı zamanlardı. Bir taraftan bu görsel ziyafeti karelemek bir yandan da anı yaşamanın arada kalmışlığı ile mis gibi havayı içime çekerek tadına varmaya çalışıyorum zaman ve mekanın. Bir anda Jarusalem Okulu’nun gençleri dağılıyor düzlüğe. Bakışlarımı mıknatıs gibi çeken Karpatlar’ın da tıpkı Erivan’dan gördüğüm Ağrı gibi bir ruhu olduğunu hissettim bakarken. Belki de bakmayı bildiğimiz zaman bütün zirvelerde görebileceğimiz türden… Baharın daha yeni uyandığı Braşov’da dağların yamaçlarında toprağı yırtıp güneşe kavuşan safran çiçekleri başımı zirvelerden aşağı indirerek, güzellik her yerde dedirtiyor. Mangallı piknik ve darbukalı eğlencenin ardından rüya şehrinden ayrılıyoruz Bükreş’e doğru. Transilvanya Bölgesi muhteşem doğasının yanı sıra masal tadındaki mimari yapılarıyla da görülmeye değer. Geçerken görme fırsatı bulduğum Rasnov Şatosu, tüm görkemi ile Braşov’a hakim bir tepenin üzerine inşa edilmiş. Zaman yetersizliği sebebiyle gidemediğim fakat görülmesi tavsiye edilen yerlerden biri de Braşov’a 44 km uzaklıktaki Sinaia kenti ve buradaki Peles Şatosu.
Braşov da dahil olmak üzere Transilvanya Bölgesi’nde içerisinden geçtiğimiz büyüklü küçüklü şehirlerin büyük bir kısmı bir ya da iki katlı orta büyüklükteki evlerden oluşuyor. Sıkça rastladığımız kiliselerde de karma mimari yapı belirgin olarak hissediliyor. Kiliseler boyutlarına rağmen gösterişli duruşları ile ilk dikkati çeken yapılar. Şehirlerin aksine köyler özgün yapısını koruyamamış. Ülkemizde de sıkça rastladığımız kimliksiz bir yapılaşma modeli etkisini hissettirmeye başlamış bölgenin köylerinde. Transilvanya’da daha keşfedilmemiş birçok güzelliği arkada bırakarak Bükreş’e dönüyoruz. Bambaşka bir insan ve doğa ikliminde geçen iki günlük yolculukta misafirperverliği ve Türk dostluğu ile bana mahcubiyet yaşatan başta Jarusalem Schoul müdürü Dr. Fariz Allaqtta olmak üzere Ekhlas Abbas, Catalina Barazi, Duha Badawi ve Laura Gibril’e ve Özlem Koca Korucu’ya sonsuz teşekkürler.
“ Mutlu olduğun yer “
Bükreş ( Bucharest )” mutlu olduğun yer” demek Romence’de. Bu bilgi kentin iyi duygular ve deneyimler üzerine kurulmuş bir yer olduğunu sahici bir dille anlatılıyor. Fakat iyi başlayan her şey gibi insanlığın hayatta bıraktığı acı tecrübeler Bükreş için de geçerli. İki dünya savaşı, komünist rejim ve kanlı bir devrimle sona eren dikta yönetimi… Şimdilerde ise demokratik sistemle yönetilen Avrupa Birliği’ne üye bir ülkenin başkenti Bükreş. Her ne kadar komünizm tarihe karışsa da kalıntıları devasa yapılar olarak ayakta duruyor. Devlet otoritesi yapılara, yollara, parklara yansımış. Özellikle Ceaușescu döneminde girişilen şehrin yeniden inşası çalışmaları sonucunda, dev beton bloklardan oluşan konutlar yapılmış. Devrim sonrasında oturdukları bu evlerin sahibi olmuş Romenler.
Şehrin en çok dikkat çeken yönü, içerisinde göletlerin yer aldığı çok sayıda geniş parkın olması. Bunların en önemlileri Titan, Çişmicu ve Herastru. Çişmucu’nun ismi “ çeşmeci”den geliyor. Parklardaki insan manzaraları Romenlerin yaşam tarzı hakkında bilgiler veriyor. Gençler paten ve bisikleti sıkça kullanıyor. Denize kıyısı olmayan Bükreş’te güneşi gören Bükreşliler, göletin kenarındaki çimlere akın ediyor. Parklardaki devasa göletlerin suni olduğuna inanmak çok güç. Bunların hepsi diktatörlük döneminde inşa edilmiş. Keza şehrin ortasından geçen kanallar da öyle. Ceaușescu ülkenin kıt kaynaklarını zorlayarak başladığı çalışmalarını büyük ölçüde tamamlamış. Amacı Bükreş’i kanallar ile Tuna’ya bağlamakmış. Fakat 70 km kala idam edilmiş. O dönemin en önemli yapılarının başında ise Devlet Sarayı geliyor. Şehre hakim bir noktaya inşa edilmiş olan sarayın bini aşkın odası bulunuyor. Sarayın çevreleyen yollar ve yapılar da yeniden inşa edilmiş o dönemde. İçerisinde ibadethanelerin de bulunduğu çok sayıda bina yıkılmış ya da yeni planlama ile dev beton blokların arkasında bırakılmış. Şehrin merkezine dağılan kesişme noktasında bulunan saray, şehre damgasını vuruyor. İçerisinde gizli bölmeler ve kaçış yolları da olmasına rağmen Ceaușescu ölümden kaçamamış. Yoğun bir iş gücü ve bütçenin harcandığı Bükreş’in yeniden inşası sırasında, kötü koşullardan dolayı çok sayıda insanın zulüm gördüğü ve birçoğunun hayatını kaybettiği söyleniyor.
Tarih Eski Bükreş’te yaşıyor
Tüm köklü şehirlerde olduğu gibi Bükreş’te de kentin kadim kültürünü yansıtan eski şehir merkezi bulunuyor. Eski Bükreş (Lipscani) olarak anılan bölgede tarihi binalar, kültür sanat merkezleri, üniversiteler ve stratejik yapılar yer alıyor. Sokaklara taşan kafeler, başka yerden bulunamayacak özgünlükte eşyalar satan sokak arası dükkanlar, han ve pasajlar dikkat çekiyor. Mekke Pasajı da bunlardan biri. İçerisinde kafe ve restoranların bulunduğu mekanda Arap çizgileri hakim. Pasaja gelenlerin en çok tercih ettiği ise nargile. Tam olarak alıştığımız Türk kahvesine benzemese de aynı adla anılan kahveyi de içmek mümkün. Müşteriler ise çoğunlukla Romenler. Lipscani bölgesine ulaşabileceğiniz noktalardan biri Unirii meydanı. Buradan merkeze doğru ilerledikçe Osmanlı Bey’i Manuc Bey’e ait olan Manuc Hanı’nı, Covaci ile Selari caddelerinde bulunan antika dükkanları, Stavropoleos caddesinde yer alan Starvropoleos Kilisesini görmek mümkün. Bu bölge, bizdeki İstiklal Caddesi’ni andıran bir hareketliliğe sahip. Eğlence mekanlarının da en önemlileri Lipcani’de bulunuyor. Bu bölgede göze çarpan bir detayda bazı tarihi binaların modern binalarla tamamlanarak plazalara dönüştürülmesi. Bir yüzü klasik Avrupa mimarisi geri kalan kısmı ise cam devasa duvarlardan oluşuyor.
Sıfır noktasında yeni bir başlangıç
Ülkenin dönüşümünü en iyi simgeleyen bölge ise Sıfır Noktası. Devrimde direnişçilerin günlerce süren mücadelesinden sonra ulaştıkları alan 21 Aralık 1989 ve Universitaii Meydanı olarak anılıyor. Tarım Bakanlığı, Bükreş Ulusal Tiyatrosu, Bükreş Üniversitesi ve dikkat çeken mimarisi ile Rus Ortodoks Kilisesi bulunuyor. Şehirdeki en uzun cadde ise Birleşmiş Milletler Meydanı ile Zafer Meydanı. Eski St. Spyridon Kilisesi, Postane Binası ve Mekke Pasajı bu cadde üzerinde. Cadde üzerinde Odeon Tiyatrosu da önündeki Atatürk büstü ile özellikle biz Türkler için ilgi çekici. Devrim Meydanı da bu caddenin devamının vardığı çok önemli meydanlardan biri. Piata Revulutiei olarak bilinen meydanda Ulusal Sanat Müzesi, Merkez Üniversite Kütüphanesi, eskiden Komünist Parti merkezi olan İçişleri Bakanlığı bulunuyor. Devrim Meydanının iki simgesi ise Romenlerin en önemli tarihi şahsiyetlerinden I. Carol’un heykeli ve devrimin simgeleyen Devrim Anıtı (Statutie Revulutiei). Bu anıt, kazığa geçirilmiş patates formunda ve üzerinde akan kan tasarımı ile inşa edilmiş. Caddenin devamında yine çok önemli yerlerden olan Ateneului Parkı bulunuyor. Park içerisinde Ateneul Roman binası bulunuyor ki bu bina Bükreş’in “ Küçük Paris” olarak nitelendirildiği zamanları simgeliyor.
Kent merkezinde, kırsal esintiler; Romanya Köy Evleri
Bükreş’in geniş ve uzun caddeleri içerisinde Kiselef en prestijli olanı. Toplumun üst sınıftan insanlarının ikamet ettiği bu caddede bazı konsoloslukların binaları da bulunuyor. Zafer Meydanı’na yakın olan Antipa Müzesi de şehre gelen yabancıların ilgi gösterdiği yerlerden. Dünyanın hemen her noktasından canlıların dondurularak muhafaza edildiği müzeyi gezerken, kendinizi bazen buzullarda, bazen balta girmemiş ormanlarda, bazen de okyanusun derinliklerinde hissedebilirsiniz. Romanya’nın koşulları düşünüldüğünde hayli maliyetli ve zahmetli olan bu müzenin Avrupa Birliği’nin desteği ile yapıldığını öğreniyoruz. Bükreş’te görmekten keyif aldığım ve gidenlere tavsiye edeceğim yerlerden biri de Köy Müzesi. Toplu ulaşım araçları ile gidilebilecek olan ve şehrin en önemli parklarından biri olan Herastrau Parkı’nın hemen yanında kurulan bu küçük müze köyü gezerken büyük keyif aldım. Romanya’nın farklı kırsal bölgelerinden ayrı bloklar olarak düzenlenen alanın, kapalı olması sebebiyle, sadece bir kısmını gezebildik. Gerek mimarisi, gerek evlerin iç düzeni ve eşyaları, gerekse köy yaşamının ortak alanlarındaki tüm detaylar düşünülerek oluşturulmuş Köy Evleri Müzesi. Kilise, kuyular, ambarlar, köy arabaları, samanlıklar vs… donmuş bir zamanı hissettiriyor. Evlerin içerisindeki işlemeli örtüler, gaz lambaları, kilimler, sedirler, kaplar çok da yabancı gelmedi gözüme. Bu güzel alanı gezince bu kadar çeşitliliğe sahipken biz neden böyle bir köy müze oluşturmuyoruz ülkemizde diye düşündüm. Kırsal yaşamın içine bu denli dalmışken, müze çıkışındaki Zafer Takı’nın heybeti zamanla yüzleştiriyor bizi. 1. Dünya Savaşı sonrasında elde edilen zafer anısına yaptırılan “ Arcul de Triumf” 1989’da restore edilmiş.
Ulaşım hem kolay hem de ucuz
Bükreş’de toplu ulaşımın yaygınlığı ve çeşitliliği hayatı kolaylaştıran ve kentin düzenini koruyan en önemli nokta. Kentte metro, otobüs ve troylebüs bütün cadde ve sokaklara ulaşacak şekilde inşa edilmiş. Ara sokaklara bile raylı sistem döşenmiş. Ulaşım araçları hayli eski olsa da insanlar bundan pek de şikayetçi görünmüyor. Bir başka ulaşım aracı olan taksi ise son derece ucuz. İstanbul ile kıyasladığınızda yarı fiyatına yararlanmanız mümkün taksilerden elbette ucuz tarifeli olanı seçerseniz. Çünkü aracın kalitesine göre fiyatları da değişiyor. Bükreş’e gidecek olanların bunu bilmesinde fayda var. TL’ye oranla Romen para birimi Lei’in yarı yarıya daha düşük değerde olması da bizler için daha ucuz hale getiriyor harcamaları. Fakat bazı taksiciler bize yaptığı gibi taksimetreyi unuttuğunu ya da bozuk parası olmadığını iddia ederek hayli yüklü ücret talep edebilir.
Bükreş’te bizim simite benzer Kovrik en sık tüketilen yiyeceklerden. Taze yendiğinde hafif ve lezzetli olan kovriğe kahve eşlik ediyor çoğu zaman. Romenler güne mutlaka bir kahve ile başlıyorlar. Tüm dünya da olduğu gibi burada da hızlı yemek kültürü hakim olsa da Türk, Arap, İtalyan resoranları da var. Fakat Bükreş’lilerin en çok tercih ettiği ve önünde kuyrukların oluştuğu Dristor Kebap’a adım başı rastlamak mümkün. Seyahatimin ilk gününde dönerini tattıktan sonra neden bu kadar çok ilgi gördüğünü anladım.
Bükreş’te ilgi uyandıran detaylardan biri de ilk bakışta fabrika izlenimi veren şehrin ısıtma merkezleri. Devasa konut bloklar ile birlikte bu tesisler de komünist dönemin güçlü vurgularından ve hâlâ kente hizmet etmeye devam ediyor.
Devrimin ardından özellikle Türk, Arap ve İsrailli girişimcilerin yoğun olarak yerleştiği Romanya, yapılan evliliklerle melez bir toplum olma yolunda hızla ilerliyor. Adım başı rastladığım para değişim ve rehinci dükkanlarına “ amanet” ismini vermeleri de ithal kültürlerin ne denli hayata nüfuz ettiğini gösteriyor.
Her daim gözde şehir “ Köstence”
Köstence, Karadeniz ile Tuna Nehri arasında kalan ve Türk nüfusun en yoğun yaşadığı tarihi bir bölge olan Dobruca’nın sınırları içerisinde bulunuyor. Bükreş’ten dört saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra ulaştığımız bu sahil kentinin otogarında, büyük bir tekne ile karşılaşıyoruz; Köstence’de deniz her şeydir demek istercesine. Havaların ısınmaya başladığı bir mevsim ve 1 Mayıs tatili olması sebebiyle Romanya’nın diğer kentlerinden gelen tatilciler ile kent hayli kalabalık. Kentin sahil şeridinde kurulmuş olan otellerin bulunduğu Mamaia Plaj bölgesi yaz turizmin yoğun yaşandığı bir yer. Kıyı boyunca güneye doğru inildikçe eski şehir merkezine doğru ulaşılıyor. Liman ve tarihi yapıların yoğunlaştığı şehrin bu bölgesinde Köstence’yi özetleyen detayları görebiliyorsunuz. Liman kenti olması bugün olduğu gibi geçmişte de Köstence’nin gelişiminde en önemli etken olmuş. Şehir hala Romanya’nın ikinci büyük kenti ve deniz ticaretinin en önemli bağlantı noktası. Alabildiğine geniş ovaları, tarımda da önemli bir yere sahip olduğunun ipuçlarını veriyor. Aldığımız bilgilere göre kömür ithalatı ve maden suyu kaynakları da büyük önem taşıyor şehirde.
Ayakta kalmayı başarmış iki Osmanlı mirası
II. Dünya Savaşı’na kadar hatırı sayılır bir donanma gücüne sahip olan Köstence, 400 sene Osmanlı hakimiyetinde kalmış. Kent konumu itibariyle çok sayıda devletin egemenliği altına girmiş. Bu sebeple demografik dağlımı hayli çeşitlilik gösteriyor. Kendilerini Türk olarak adlandıran Tatarlar ve Çingenelerin önemli bir orana sahip olduğu azınlık nüfus içerisinde Türkler de etkili bir konumda. Çok sayıda Türk girişimci özellikle hizmet sektöründe faaliyet gösteriyor. Osmanlı zamanından kalan çok fazla eser yok şehirde. Merkezde ayakta kalmayı başarmış en önemli yapılar Mahmudiye ve Hünkar Camileri. 1. Carol tarafından yaptırılan Büyük Mahmudiye Camisi mütevazı yapısına inat, minaresinden tüm şehre hakim biçimde konumlanmış. Bu noktadan şehri oluşturan tüm unsurları izlemek mümkün. Büyük katedral, liman, sahil şeridi ve şehir merkezini temaşa etmek için en uygun nokta burası. Caminin iç süslemeleri de sade ve etkileyici. Hemen girişte yapının orijinal halini gösteren bir de maketi bulunuyor. Diğer önemli eser olan Hünkar Cami ise kentin yapıları arasına sıkışmış halde varlığını sürdürüyor. Önceki yıllarda yapıyı tamamen kapatan bir bina, mahkeme kararı ile yıktırılmış.
Eski yapıların yoğunlaştığı şehir merkezinde adını Latin Edebiyatı’nın en önemli şairlerinden olan ve hüzünlü beyitlerin hocası Ovidius Publios Naso’nun adıyla anılan meydan bulunuyor. Ovidius meydanında bulunan şairin heykelinin hemen arkasında Tarih ve Arkeoloji Müzesi yer alıyor.
Karadeniz kıyısında olmasına rağmen, Akdeniz iklimi etkileri gösteren Köstence’nin alabildiğine uzun sahili ve kumsalları deniz turizmi açısından oldukça cezbedici. Köstence deyince akla gelen ilk fotoğraf karesi meşhur donmuş korkulukları ile Eski Casino. I. ve II. Dünya Savaşları arasında yapımı tamamlanan bu gösterişli yapı, benzerlerine Beyoğlu’nda sıkça rastladığımız Art Nouveau mimari tarzında inşa edilmiş. Ceaușescu döneminde gazino olarak kullanılan yapı, şimdilerde hemen karşısında yer alan St. Peter& Paul Ortodoks Katedrali’nde dünya evine giren çiftler için fotoğraf çekilme mekanı olarak kullanılıyor. Köstencelilerin yürüyüş için tercih ettikleri ve limanın da bulunduğu şehrin bu kesimi hem Karadeniz’in derinliğini hem de gün batımını temaşa etmek için en iyi nokta. Kente gidenler için ilgi çekici diğer yerler Aslanlı Ev, Arkeoloji Parkı, Sanat Müzesi, Halk Sanatları Müzesi ve Askeri müze olabilir. Şehrin biraz dışında arzu edenler için termal tesisler de bulunuyor.
Dobruca Bölgesi’nde Türk izlerini arayanlar için görülmesi gereken en önemli yerlerden biri de görme fırsatı bulamadığım Mecidiye şehri. Kırım ve Tatar Türkleri’nin hala yoğun olduğu yaşadığı şehrin köylerine gidilmesi özellikle tavsiye ediliyor. Zaman darlığı nedeniyle görme fırsatı bulamadığım, Türklerin yaşadığı bu köyleri başka bir seyahatte gezmeyi umut ederek, biten günle birlikte Köstence sokaklarında otogara doğru ilerliyoruz. Caddeleri süsleyen rengarenk otobüsleri, bir güne sığdırdığım Köstence gezimin dimağımda kalan son tadı oluyor.
Bu yazı 2012 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 66. sayı

Add Details here
16. yüzyılın ünlü denizcisi Piri Reis Kitab-ı Bahriye isimli eserinde “ İmroz’un karşısındaki Rumeli’nde, Ece Ovası sahillerinden Boğaz’a gelinceye kadar, eskiden de şimdi olduğu gibi gözcüler varmış. Adanın imar edilmesi de Ece Ova’daki bekçilere haber vermek içinmiş. Adadaki bekçiler denizde kaç gemi görürler ise gündüz duman ve gece ateş ile işaret verirlermiş. Ece Ova’daki bekçiler bu işareti alır almaz ona göre Rumeli tarafına işaret vererler böylece haber bir saatte Konstantiniyye’ye ulaşırmış. Konstantin’den sonra bu şekil uzun müddet devam etmiş. Fakat bir gün Venedik gemileri bir fırsat kollayıp adayı almışlar Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar ellerinde kalmış… “
En uzaktaki en büyük parçamız
Ege Denizi’nin kuzeyinde, Türkiye’nin en büyük adası İmroz. Yeni adıyla Gökçeada, aynı zamanda anakaraya en uzak kara parçası Türkiye’nin. Gelibolu Yarımadası’nın tam karşısında olan adaya Kabatepe Limanı’nan feribot ile geçilebiliyor. Yaklaşık iki saat süren yolculuğun ardından, adanın kuzeydoğu ucundaki Kuzu Limanı’ndan toprağa ayak basılıyor. Uzaktan adaya bakınca nispeten çorak bir bitki örtüsü ve yoğun olmayan yerleşim dikkati çekiyor. Sonrasında içerilere doğru ilerledikçe pembe zakkum çiçekleri, başta zeytin olmak üzere yer yer yoğun bitki örtüsü kendini gösteriyor. İnişli çıkışlı, kıvrım kıvrım yollar, tepelerin arasından adanın dört bir yönüne uzanıyor. Çanakkale’nin bir ilçesi olan 285 m²’lik Gökçeada’nın 91 km’lik kıyı şeridinde, birbirinden güzel çok sayıda koy ve kumsal bulunuyor.
Efsaneler Adası
Gökçeada ile ilgili kaynaklarda çok eski bir yerleşim yeri olduğu ve hatta Homeros’un Truva savaşlarını anlattığı meşhur eseri İlyada destanında Poseidon’un adası olarak geçtiği belirtiliyor. Yine Homeros’un eserinde İmroz Pepaloessa “ dalgalı “ olarak geçiyor. Ada, Anadolu Yarımadası’na olan yakınlığı ve konumu itibariyle bu coğrafyada bulunmuş hakim güçler için her zaman önem taşıdığı aşikar. Ada’ilk kuruluşuna dair kesin bilgiler olmamakla birlikte, M.Ö. 500’lerde Atina Şehir Devleti, sonrasında da Delos Birliği’ne katıldığı belirtiliyor. Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyetine giren İmroz, Latin istilasından kurtulamamış. Stratejik konumu bakımından Karadeniz ile bağlantı kurmak isteyen Venedik ve Cenevizliler de adanın hakimiyetini ellerine almak için mücadele etmişler.
İmroz’un Türkler ile tanışması
Adanın Türkler ile tanışması ise İstanbul’un fethinden üç yıl sonra gerçekleşti. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1456 yılında Osmanlı topraklarına katılan İmroz Adası, Balkan Savaşları sırasında İtalyanların, 1. Dünya Savaşı esnasında İngilizlerin ve sonrasında da kısa bir süre Yunanistan’ın hakimiyeti altında kaldı. 1923 yılında ise imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin topraklarına dahil oldu. Ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı İmroz’un adı 1979 yılında Gökçeada olarak değiştirildi. O dönemler ağırlıklı olarak Rumlardan oluşan ada, nüfus mübadelesine dahil olmamış. Buna rağmen özellikle 1970’li yıllardan başlayarak Rumlar, adayı terk etmeye başlamış. Devletin iskan politikalarının da etkisi ile adanın nüfus yapısı giderek değişmeye ve Türklerin ağırlıklı olarak yerleştiği bir yer olmaya başlamış. Süreç sonrasında bugün ada da sahipleri tarafından boşaltılmış evlerin olduğu köyleri görmek mümkün. Birbiriyle uyumlu göze hoş gelen bir mimariye sahip olan bu evler, tüm ıssızlıklarına rağmen sahiplerinin hatıralarını ayakta tutmak istercesine zamana direniyor. Toprak rengi duvarları, kırık dökük pencereleri, boş sokakları ile hayal gücünüzle doldurmanız için size zamanın ötesine uzanan bir kapı aralıyor sanki bu evler. Koruma altına alınan bu eski Rum köylerinden bazılarında hayat yeniden filizlenmeye başlamış, bazılarında ise kesintiye uğramaksızın devam ediyor. Fakat modern zamanların o bozarak değiştirme etkisinden tam olarak kurtulamamış. Her biri kendi hikayesini anlatan yaşlı nineler gibi duran bu evlerin duvarlarına takılmış çanak antenler bir anda sizi zamanın kadim hatıralarından koparıp alıyor. Keza çarpık kentleşmenin pervasızca kendini var etme çabası da adadaki bu tarihi dokuyu zedeleyen unsurlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Rum kültürü köylerde yaşıyor
Bir tepenin yamacında zeytin ağaçlarının arasında ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı Zeytinli Köyü’nde, Madam’ın dibek kahvesini içmek, gözü ve gönlü yoran tüm unsurlardan uzaklaştırabiliyor sizi. Eski adı Ayatodori olan bu köy aynı zamanda adanın en çok ilgi gören yerlerinden biri. Evlerin bir kısmı butik otel haline getirilmiş. Sakızlı muhallebi ve dibek kahvesini, Rum ezgileri eşliğinde tadabileceğiniz mekanlarda başlayan muhabbet, taş döşeli sokaklardaki ağır ağır yürüyüşlerle daha da keyifli hale geliyor. Zeytinli gibi ağırlıklı olarak Rumların yaşadığı köylerden biri de Tepeköy. Eski adı ile Agridia, adanın en yüksekte kurulmuş olan köyü. Ağustos ayında hem yerleşik hem de dünyanın dört bir yanından gelen Rumların katıldığı Meryem Ana etkinlikleri düzenleniyor. Köyün sokaklarında gezinirken yer yer rastlanılan terk edilmiş evlerin kapı ve pencerelerinden başınızı uzattığınızda ufak tefek eşyalar, çürümüş zeminler, paslanmış demirler, tüm savunmasızlığına rağmen kapılara takılmış kilitler, terk edilişin trajedisini vurguluyor. Tepeköy’den adanın orta kesimlerine doğru bakıldığında baraj gölü enfes bir manzara sunuyor. Köyün girişindeki İspilya, kaynak suyu ve asırlık çınarı ile serinlemek ve piknik yapmak isteyenlerin gözde mekanı. Köyün denize bakan yamacından tüm heybetiyle Semadirek Adası ve sahil boyunca uzanan koy ve burunlar izlemeye değer bir seyir sunuyor.
Bir zamanlar Türkiye’nin en büyük köyüydü
Yaşamın devam ettiği bu yerleşimlerin yanı sıra Adanın en eski köyü İshinudi şimdilerde yaklaşık 600 boş hanesi ile zamana direniyor. Yeni adı ile Dereköy olan bu yerleşimde 1950 60’lı yıllarda nüfus ve hane olarak Türkiye’nin de en büyük köyüymüş. Şimdilerde ortasından geçen yol ile ikiye bölünmüş olan köyün güney tarafta kalan bölümünde insanların yaşadığı mekanlar olmasına rağmen, çok büyük bir kısmı boşaltılmış evlerden oluşuyor. Bunlardan birçoğu da yıkılmak üzere. Tüm harabeliğine rağmen yol kenarındaki kilisede köy ahalisinin katıldığı Pazar ayinleri yapılıyor. Kilisenin hemen yanındaki çamaşırhanede de hala çamaşır yıkanıyor. İlginç bir mimariye sahip olan bu yapıda suyu ısıtmak için duvara oyulmuş ocaklar ve yıkama teknesi olarak kullanılan ortası çukur büyük taşlar dikkat çekiyor. Anlaşılıyor ki çamaşırhane aynı zamanda köylüler için bir sosyalleşme olarak kullanılıyor.
Gökçeada’da bir Anadolu mozaiği
Eski yerleşimlerin yanı sıra iskan hareketleri neticesinde Anadolu’nun farklı yerlerinden gelen insanların yaşadığı köyler meydana gelmiş adada. Trabzon’un Çaykara ilçesinden insanların getirilerek yerleştirildiği Şahinkaya bu köylerden biri. Burada kendi yaşam dinamiklerini oluşturan Çaykaralılar ağırlıklı olarak tarım ile uğraşıyor. Mevcut Belediye Başkanı Yücel Atalay’ da Çaykara doğumlu. Anadolu’dan adaya göç edenlerin yer aldığı köylerden biri de Uğurlu. Muğla ve Burdur kökenli olan köy halkı tarım ve pansiyonculuk ile geçimini sağlıyor. Ayrıca devletin çeşitli kurumlarının dinlenme tesislerinin köy sınırları içerisinde olması, yerleşime ayrı bir hareketlilik katıyor. Uğurlu Köyü’nü değerli kılan bir başka husus ise 1.5 km uzunluğunda ve hiçbir yapının yer almadığı sahil şeridi. Gizli Liman da bu sahil şeridinde yer alıyor. Şirinköy de aynı şekilde Bulgaristan’dan göç edenlerin yaşadığı bir yerleşim alanı.
Sörf meraklılarının yeni gözde mekanı
Gökçeada’nın gelişimi için yeni bir seçenek olarak son yıllarda ortaya çıkan rüzgar sörfü, Aydıncık Sahili’ni adanın cazibe merkezlerinden biri haline getirmiş. Kuzey güney rüzgar koridoru üzerinde olan sahil, amatör ve profesyonel sörfçülerin bir arada spor yapmasına olanak sağlıyor. Aydınlı Sahili, arkasına aldığı Tuzgölü ile doğal güzelliğine yeni bir kazandırıyor. Yaz aylarında sıcakla birlikte kuruyan gölde siyah renkli çamur oluşuyor. İçerdiği mineraller itibari ile çeşitli hastalıkların alternatif tedavisinde kullanılan bu tuz çamuru, bölgede yaşayan insanların tuz ihtiyacını da gideriyor. Göl yılın farklı mevsimlerinde göç eden kuşlara da ev sahipliği yapıyor.
Geçmişin çerçevesinden bugüne bakmak
Çok eski bir yerleşim alanı olan Gökçeada’da ilk sistemli arkeolojik kazı Yenibademli Höyüğü’nde yapılmış. Kaleköy bölgesinde bulunan orta büyüklükteki bu höyükten çıkarılan kalıntılardan bölgedeki yerleşimin 5000 yıl öncesine dayandığı anlaşılıyor. Bu anlamda henüz tam olarak keşfedilmemiş olan adada, Aydıncık yakınındaki Kokina mevkiinde Roma dönemine ait olduğu belirtilen iki kişilik kaya mezar bulunmuş. Adanın dikkat çeken tarihi kalıntılarından biri de İskiter Kalesi. Kaleköy’ün ismini aldığı bu tarihi yapı, Çınarlı Ovası’na hakim bir konumda bulunuyor. Aynı zamanda Yıldızkoyunu’da tepeden gören kalenin büyük bir bölümü yıkılmış, kalan surlar da büyük oranda tahrip olmuş. Kale duvarlarında açılmış gediklerin yarattığı doğal çerçeve içerisinde Aşağı Kaleköy, Yenibademli, Eskibademli ve Zeytinli köylerini temaşa etmek mümkün. Kalenin hemen altındaki Yukarı Kaleköy’de tam bir yapılaşma karmaşası bulunuyor. Eski evler ile yenilenen yapıların birbirine uyumsuzluğu nahoş bir görünüm yaratıyor. Ulaşımın biraz uzun olduğu Gökçeada’ya uçak seferlerinin olduğu havaalanı da İskiter kalesinden görünenler arasında. Bu mevkide bulunan Yıldızkoy Gökçeada’nın en cazip seyir alanlarından biri. Özellikle kaleden görünüşü büyüleyici. Bu koy Türkiye’nin ilk Su Altı Milli Parkı olma özelliğini de taşıyor.
Şehir merkezi tipik bir Anadolu kasabası
Anlatmaya köy ve civarlarından başladığımız Gökçeada’nın ilçe merkezi Çınarlı, Cumhuriyet, Fatih ve Yeni Mahalle mevkilerinden oluşuyor. Resmi daire ve alışveriş mekanlarının yer aldığı ilçe merkezinde Osmanlı dönemine ait Merkez Camii ve Fatih Cami’leri bulunuyor. Ayrıca merkez de iki de kilise mevcut. Şehir merkezi adanın tarihi ve kültürel özelliklerini çok yoğun yansıtmıyor. Yeni yapılaşma özelliklerinin daha yoğun hissedildiği Gökçeada ilçe merkezi bilindik bir Anadolu kasabası görünümünde. Adalıların geçim kaynağı, ağırlıklı olarak tarım ve turizm. Özellikle zeytincilik, bağcılık, arıcılık, organik tarım, balıkçılık önde gelen uğraşılardan. Yıllık sıcaklık ortalaması 20 derece olan adanın Güneyinde Akdeniz, kuzeyinde ise Marmara iklimi hakim. Bu sebeple farklı alanlarda tarım ve hayvancılık olanakları da sunuyor ilçe halkına. İmroz Adası’nda zeytinyağlı ve balık çeşitleri mutfaklarda ağırlıklı olarak yer alıyor. Bu coğrafyanın sembollerinden olan keçilerde eti ve sütü ile buranın menülerinde hatırı sayılır bir yere sahip. Adanın içlerinde dolaşırken sıkça başıboş otlayan keçilere rastlamak mümkün.
Lezzet küpü “Efibadem”
Efibadem kurabiyesi tadı kadar öyküsü ile de sıradışı. Müşteri olarak sık sık pastaneye gelen Madam Efi bir tatlıdan bahsedip sonra da İşletmeci Ergin Çelik’den bunu tekrar yapmalarını rica etmiş. Madam Efi’nin pastanede olmasını istediği şey, tereyağı ve bademle yapılan kurabiyeden başka bir şey değilmiş aslında. Madam Gökçeada’da geçen çocukluk ve gençlik yıllarına dair bir tada kavuşmak istiyormuş. Bir yıl kadar süren denemeler sonrasında Madam Efi’nin lezzet hafızasındaki tat tutturulmuş. Eskiden Paskalya törenlerinin, Noel gecelerinin ve yemek davetlerinin vazgeçilmez yiyeceğinin bugünlere taşınmasına katkısından dolayı da Ergin Çelik kurabiyeye “ Efibadem “ ismini vererek markalaştırmış.
Daha güzel bir Gökçeada mümkün…
Seyahatim süresince büyük bir kısmını görme şansı elde ettiğim bu güzel ada, kekik kokan dağları, nakış nakış işlenmiş pembe zakkum çiçekleri, çorak tepelerin arasına saklanmış yemyeşil ormanları, tatlı sürprizlerle karşısınıza çıkan göletleri, hüzünle gelceğe bakan terkedilmiş evleri, herşeye rağmen iki kültürü bir arada yaşatan hoşgörüsü ve efsanelerle anılan geçmişi ile beni büyüledi. Buna rağmen günümüzün plansız eklentileri ve Gökçeada’nın gelişmesinde ıskalanmış olan detaylar karşısında endişe duydum. Coğrafi ve kültürel olarak çok önemli potansiyele sahip olan bu güzel yerleşimde, başta eski Rum evleri olmak üzere tarihi değerler onarılarak geleceğe aktarılabilir, rüzgar ve güneş kaynakları ilçenin gelişimi için enerjiye dönüştürülebilir. Doğal güzellikleri, planlı ve estetik bir yapılaşma ile turizm potansiyelinin artırılması yönünde kullanılabilir. Ayrıca hava ulaşımının başlamasına rağmen, deniz yolunu tercih edenler için feribot seferleri sıklaştırılabilir. Masmavi Ege’nin ortasında tüm güzelliği ve ıssızlığı ile varolan bu güzel adaya yakın olmanın, hepimize iyi geleceğine inanıyorum. Sıcak bir yaz gününde Dereköy’den geçerse yolunuz, kilisenin karşısında tezgahını kurmuş olan Handan’ın karadut şerbetini mutlaka tatmanızı öneririm. Mütevazı zenginliği ile ziyaret eden herkesin hafızasında bir tat bırakacağına inandığım Gökçeada’nın güzelliklerini keşfimde dostluklarını esirgemeyen, doğuştan seyyah Saliha ve Seyit Ali Demirer çiftine sonsuz teşekkürler .
Bu yazı 2011 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 55. sayısından alınmıştır.
Paylaş !

Orada bir komşu var uzakta…
En bilindik en uzak olabiliyor bazen. Ortak hafızaların temeli olan asırlık yaşam birikimlerinin önüne dikilen yüksek duvarlar iki toplumu sadece coğrafya olarak değil duygusal olarak da uzak kılabiliyor. Tüm bunlara rağmen yakın olmayı istediğim o topraklara, dedelerimin komşularının torunları ile tanışmak için çıktım yola. Sadece güzel olanı isteyerek. Çünkü iyiliği düşünmemi bana öğütleyen bir inancı yaşamaya çalışıyorum. Bu yüzden özel bir seyahatti benim için Ermenistan’a yolculuk. Ve ben heyecanlıydım…
İlk tanışma Atatürk Havalimanı
Ermenistan seyahatim için gece yarısı yol arkadaşım Nagihan Haliloğlu ile birlikte Atatürk havalimanındayım. Bizimle birlikte aynı yöne gidecek olan çoğunluğu Ermeni diğer yolcularla birlikte yaklaşık 1 saatlik rötarle uçaktaki yerlerimizi aldık. Ermeni halkının güncel gerçeği ile yanımızda oturan genç bayanın hikayesi sayesinde yolculuğumun hemen başında tanıştım. Türkiye’de çalışan genç bir kadındı yol arkadaşım. 35 yaşına rağmen en büyüğü 18 yaşında iki çocuk sahibi olan bu kadın, ülkesindeki zorlu koşullar nedeniyle Türkiye’de kazandığı parayla çocuklarının geçimini sağlayamaya çalışıyordu. İçerisinde bulunduğu hassas koşullar nedeniyle biraz tedirgin ama halinden memnun görünüyordu. Derme çatma Türkçesi ile hayatından kesitleri tüm samimiyetiyle paylaştı bizimle.
İki saatlik yolculuk ve vize işlemlerinin ardından konaklayacağımız Erivan Üniversitesi Misafirhanesine gitmek üzere taksiye bindik. Taksi de tıpkı şoförü gibi hayli yaşlıydı. Binmeden önce ücretin ne kadar olduğunu sorduk. Yaşlı taksi şoförü “ yegirmi “ Dolar dedi. Erivan’a doğru ilerlerken iletişim kurmaya çalıştığımız taksi şoförü dilinin döndüğünce Azeri Türkçesini biraz bildiğini söyledi. Uykusuzluğunda etkisiyle iletişim çabalarına bir son verip yol boyunca seyre daldım. Benim en büyük derdim Ağrı Dağı’nı görmekti. Meraklı gözlerle yol boyunca Ağrı’nın heybetini görmeyi umdum. Bu duygularla yol alırken günün ilk ışıklarıyla kalacağımız binanın önüne geldik.
3000 yıllık kent
Sabahın ilk saatlerinde yerleştiğimiz misafirhanede bir iki saatlik uykudan sonra Erivan ile gündüz gözüyle tanışma vakti gelmişti. Ermenistan ile ilgili seyahat tavsiyelerinde özellikle görülmesi gereken Garni ve Geghard’ı gezebilmek için 4-5 saatlik bir tura katılmak üzere Mashots Caddesi boyunca yürümeye başladık. Bulgaristan seyahatimde de dikkatimi çeken komünizm döneminden kalma devasa binalar ve geniş yollar zamanı biraz gerisinde yaşıyormuş hissi yarattı bende. Zira hayatım boyunca hiç görmediğim model ve yaşta taşıtlar da bu izlenimlerimi güçlendiriyordu. Opera binası, caddenin en belirgin yapılardan biriydi. Bu ilk izlenimlerin ardından tur şirketinin önünden Garni’ye doğru yola çıktık. İşinin gereğini yerine getirme gayretini taşıyan genç rehberimiz eşliğinde kısa bir Erivan turu yaptık. Aldığımız bilgiye göre yaklaşık 3000 yıllık tarihe sahip olan Erivan’ın bugünkü kent planı bir Türkiye Ermenisi olan Aleksandr Tamanyan tarafından 1924 yılında hazırlanmış. Ardından muhteşem dağların ve şirin köylerin arasından geçerek Garniye vardık.
Tarih ve doğanın ihtişamı: Garni ve Geghard
Her turistik merkezde olduğu gibi burada da geleneksel yiyecek ve kültürel öğelerle tasarlanmış hediyelik eşyalar satan insanlar karşıladı bizi. Satılan yiyecekler o kadar tanıdıktı ki bir an kendimi Anadolu’nun bir kasabasında zannettim. Kayısı kurusu, pestiller, cevizli sucuklar…
Garni’yi cazibe merkezi haline getiren ise eşsiz güzellikteki vadi ve 2. yüzyıldan kalma Roma tapınağıydı. Pagan Roma döneminde inşa edilen bu tapınak klasik Helenist dönemi yansıtıyor . Bu tarihi yapıdan daha da etkileyici olan ise alabildiğince yeşil ve derin Garni Vadisi’ydi. Ayrıca tapınağın bahçesinde dalından yediğimiz kiraz ve dutların da tadı damağımda kaldı. Dut demişken iletmem gerekir ki tıpkı Erzurum’da olduğu gibi burada da “ tut “ deniyor bu nefis meyveye. Garni turumuzu tamamlamak üzereydik ki yaz yağmuru başlayıverdi. O nefis toprak kokusunun havaya karışmasıyla birlikte bizler de tur minübüsüne binerek yönümüzü Geghard’a doğru çevirdik.
Dağların yamaçlarından ilerleyerek vardığımız Geghard’da bu kez Ermeni mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan Geghard Manastırı bulunuyordu. Burada da bizi ilk karşılayan tamamı kadınlardan oluşan satıcılar oldu. Hepsinin yüzünde hayatın zorlu süreci okunan bu yaşlı teyzeler satış yapabilmek için oldukça gayret sarfediyorlardı. Özellikle üzerine çeşitli şekiller yaparak pişirdikleri ekmekleri anlatıyorlardı bir gayretle. Geghard coğrafi olarak oldukça etkileyici bir konumda. Yüksek dağların arasındaki vadiye konumlanmış olan kilisenin hemen yakınında dev kayalıklara kazınmış tabletler ve mezarlar bulunuyor. Yükseklerden akan derenin kıyısında bulunan birkaç dilek ağacına bez parçaları bağlanmış bir kaçına da çiçek çemberleri asılmıştı. Derenin üzerine kurulmuş küçük bir köprü ile de ziyaretçiler karşı tarafa geçebiliyorlardı. Aktif olarak ayinlerin yapıldığı Manastır’da her yaştan Ermeni mum yakarak ibadet ediyorlar. Bu güzel mekanın bir çok açıdan fotoğrafını çekebilme gayreti ile koşuştururken on dakikalık bekletmenin ardından özür dileyerek tur minübüsüne bindim. Rehberimizin anlatımı eşliğinde yeniden Erivan’a vardık.
İlk el yazması İncil
Bir sonraki hedefimiz 100 binden fazla doküman ve el yazması kitapların yer aldığı Erivan Materadaran El yazmaları Müzesi’ni gezmekti. Müzeye vardığımızda bir rehber eşliğinde müzeyi gezmenin daha iyi olacağına karar vererek sergilenen eserler hakkında bilgi almaya başladık. Çok değerli eserlerin bulunduğu müzede ilk elyazması İncil de dahil olmak üzere Ermeni edebiyatına ilişkin önemli kaynaklar bulunuyor. Ermenilerin dünyada Hıristiyanlığı devlet olarak ilk kabul eden millet olması Materadan’daki kaynakların zenginliğinin en önemli nedenlerinden. Bu önemli müzeyi ziyaretimizin ardından Erivan sokaklarında gezintimiz devam etti. Yemek ihtiyacı baş gösterince de tercihimizi İran mutfağından yana kullandık. Zira gezi boyunca Ermeni mutfağını tatma fırsatı bulacaktık. Safranlı pilav, güveçte kuru fasulye ve kuzu haşlamadan oluşan yemek ziyafetinin ardından bizi en çok memnun eden porselen çaydanlıklarda demlenen çayı cam bardaklarda içmekti. Sonrasında yine ver elini Erivan sokakları… Dev blok binaların arasında uzanan geniş caddelerin ardından Erivan’ın merkezi konumundaki Cumhuriyet meydanına vardık. Klasik Ermeni taş işçiliği ile komünizm döneminde inşa edilen Başbakanlık Konutu, Devlet Müzesi, Ulusal Galeri, Dışişleri Bakanlığı ve Armenia-Marriott Oteli’nden oluşan dev binaların ortasında havuzlar ve küçük çeşmeler süslüyor meydanı. Şehrin muhtelif yerlerinde olduğu gibi burada da ilginç kıyafetleri ile asayiş memurları dolaşıyorlar etrafta. Bu görevliler dışında ayrıca polis teşkilatına ait görevlilerde bulunuyor. Meydanı arkamızda bırakarak günün yorgunluğunu gidermek için kafelerin yoğunlukta olduğu bir yerde oturduk. Bu esnada Türkiye Ermenisi olan ve yıllardır Ermenistan’da bulunan Samwel ile buluştuk.
Merdivenlerden Ağrı’yı temaşa
Ve ben hala Ağrı’yı görememiştim. Bu konuda Samwel’e dert yanarken, kendisi merdivenlere çıkmayı önerdi. Çünkü “ Cascade “ olarak bilinen merdivenler Ağrı’nın en iyi görüldüğü yermiş. Merdivenlerin yapımına Sovyetler Birliği zamanında başlanmış ve birliğin dağılmasının ardından zafer anıtının bulunduğu en üst kısım hala tamamlanamamış. Kahvemizin ardından Cascade’ye ilerlerken şehir merkezinden ilk kez Ağrı dağı ile karşılaştım. Hayatım boyunca hiçbir doğa parçası karşısında duymadığım heyecanı duydum. Adımların daha da hızlandı merdivenlere doğru. Yürüyen merdivenlerden hızlıca çıktık Cascade’nin zirvesine ve Ağrıyı seyre daldık. Fakat Samwel’in de dediği gibi Ağrı dağı nazlıydı. Öyle her vakit gösteremezdi kendini. Güzel bir yaz gününde hoş sohbet eşliğinde beklemeye başladık Efsane’nin başındaki dumanların dağılmasını. Gün batımına doğru misafirperverce kendini göstermeye başladı azar azar. Bu haliyle bile defalarca deklanşöre basmama rağmen içime sinen bir kare elde edememiştim. Sevgili Samwel ise bir de sabah erken saatlerde şansımı denememi söyledi. Ben de bu tavsiyeye uyarak heyecanımı yarın sabaha sakladım. Son derece yoğun geçen bir günü ardından dinlenmek üzere misafirhanenin yolunu tuttuk. Güzel bir uyku sonrası sabah erken uyanarak heyecanla merdivenlere doğru yola koyuldum. Kaldığım yere 5 dakika uzaklıktaydı. Kısa bir yürüyüşün ardından merdivenlerin tepesine tırmandım. Ve bizlerin bildiği ismiyle Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı Ermenilerin ifade ettiği gibi Sis ve Masis öylece duruyordu karşımda. Fazla zamanım yoktu çünkü Konferansın olduğu şehre gitmek üzere 9.00’da Mariot Otel’in önünde olmamız gerekiyordu. Bu kısıtlı zaman içerisinde kareler almaya çalıştım. Henüz yüreğimden geçen kareyi yakalayamadığımı biliyordum ama şansımı denemiştim. Herşeye rağmen Ağrı dağını Erivan’dan izlemek çok önemli bir deneyimdi. Ermenilerin bu dağı neden bu kadar önemsediklerini bir kez daha anladım. Öylesine bir güzellikti ki orada duran bir dağın çok ötesinde bir efsanenin yaşayan ruhuydu. Ve bir gün yeniden onu görebilmek için burada olmalıydım. Öncesinde de Ağrı’dan onu görebilme umuduyla.
Türk Dünyası, Kafkaslar ve İran…Seyahatimin ikinci gününde katılımcı olduğum ” The Turkic World, the Caucasus, and Iran: Civilisational Crossroads of Interactions “ Konferansı için Tsakhkadzor şehrine gitti. Açılış oturumu ve paralel oturumların ardından akşam yemeğinde heyet ile bir araya geldik. Uluslararası düzeyde yoğun bir katılımın olduğu konferansta İran ve Gürcistan’dan yoğun olmak üzere cok sayıda bilim adamı bulunuyordu. Fakat ne yazık ki Türkiye’den akademisyen bir tarihçi yoktu. Ermenilerin yemek ritüeli olan tost yapıldı ilk gün. Bu geleneğe göre yemek süresince söyleyecek sözü olan önündeki bardağa vurarak söz alıyor ve başlıyor konuşmaya. Açılış ve kapanış yemeğinde son derece hoş duygu ve düşünceler paylaşılmış oldu böylece.Konferansın üçüncü günüde kahvaltı sonrası oturumlar başladı. Yol arkadaşım Nagihan ve ben öğleden sonra bir taksi ile Erivan’a kaçtık. Çünkü ısrarla tavsiye edilen Vernisaj pazarını görmek istiyordum. Erivan’a giderken muazzam güzellikteki dağlar ve bulutlar karşısında hareket halindeki taksiden fotoğraflar çekmeye devam ettim. Ermenistan heykellerin oldukça yoğunlukta olduğu bir ülke. Issız yollarda bile her an karşınıza bir heykel çıkabilir. Genellikle önemli kişiler ve olayları anlatan heykeller bunlar. Nedenini tam olarak anlayamadığımız trafik cezası biraz canımızı sıksa da şehre vardığımızda Cumhuriyet meydanında bir kahve keyfi ile neşemiz yerine geldi.Düğün alayıMeydanda kornalar çalarak meydanda turlayan, aynalarına beyaz havlular bağlamış düğün alayları kendimi Türkiye’de gibi hissettirdi bana. Meydanın hemen yakınında kurulan Vernisaj pazarına vardığımızda ise rengarenk bir dünya ile karşılaştım. Ermeni kültürünün renkli dünyasını da yansıtan bu ortamda en çok dikkatimi çeken Erzurum, Zeytun, Van gibi isimleri verdikleri bebekler ve ikinci el akordiyonlardı. Öyle ki taşıma güçlüğüne rağmen bir akordiyon satınalmaktan kendimi alıkoyamadım. Pazarda yürürken insanlara Türk olduğumuzu söylediğimizde hemen herkesin söyleyecek bir sözü vardı. Ya birkaç kelime ya da oralardan bir bağlantıya dair. Son derece ağır olan akordiyon yüzünden Erivan’da gezinti yapmak biraz güç görünüyordu. Bu sebeple Tsakhkadzor’a dönmek üzere yine kendisi kadar yaşlı olan bir amcanın taksisine bindik. Birkaç hasbihalin ardından şarkılar türküler eşliğinde yolun keyfini çıkarmaya başladık. Taksinin su kaynatması ile küçük bir molanın ardından taksi şoförünün farklı bir güzergahtan bizi götürmesi keyfimizi daha da artırdı. Yolda içerisinde heykel olan bir gölün kenarında kısa bir mola verdikten sonra otele vardık.
Mavi yeşil derinlik
Tsakhkadzor kışın kayak yapılan gözde bir yer. Ayrıca çok eski iki kilise de bulunuyor burada. Küçük bir kasaba ama nefis dağ havası ve düzenli yapılaşması ile son derece sıcak bir yer. Akşamın serinliğinde bu eski kiliseleri görmek üzere yokuş tırmandık. Tipik ermeni mimarisini yansıtan bu yapıları görmek, acımasızca ısıran sivrisineklere rağmen güzeldi.
Son derece yoğun geçen üç günün ardından hem sunumumu yapacak olmanın heyecanını ve Ermenistan’daki son günüm olmasının hüznünü taşıyordum. Son gün oturumlar olurken kendi sunumumu yaptıktan sonra organizasyon komitesinden Khacihck’in de önerisiyle teleferiklere binmek üzere otelden ayrıldık. Otele birkaç kilometre uzaklıktaki bu alan kışın karla kaplıyken, yazın yemyeşil dağları masmavi gökyüzü ve pamuk gibi bulutları ile doyumsuz bir seyir sunuyor.
Öğleden sonra konferansın kapanış programı ardından yenilen yemek sonrası Organizasyon komitesi tarafından Sevan Gölü’ne götürüldük. Ermenistan’ın ve Kafkasya’nın bu en büyük gölünün Türkçe adının Gökçe olduğunu öğrendim. Yaz aylarında insanların sularında serinlemek için tercih ettiği gölde feribot seferleri de yapılıyor. Yüksek dağlar tarafından çevrelenen göl mavi ve yeşilin müthiş uyumunu sergiliyor. Ayrıca gölü çevreleyen tepelerden birinde Ermeni Kralları tarafından yaptırılmış olan tarihi bir kiliseler de bulunuyor. 3-4 saatlik Sevan Gölü gezimizde göl kenarında otururken hetgezim isimli gölden çıkarılan bir canlı ikram edildi. Canlı olarak yeşil olan bu canlı pişince kızıl hal alıyor. Ben yememeyi tercih etsem de diğer arkadaşların çok lezzetli buldukları iştahla yemelerinden belliydi.
Veda zamanı…
Akşam oluyordu ve gün bitmek üzereydi. Otele dönüşümüzün ardından Konferans yetkilileri İran Konsolosluğunun Türk katılımcılar olarak ben ve arkadaşım Nagihan Haliloğlu’na yapmış olduğu nazik akşam yemeği davetini dönüş saatimiz nedeniyle geri çevirmek zorunda kaldık. Organizasyona katılanlar ile son akşam yemeğinin ardından sabah 05.00’de hareket edecek olan uçağımız için Erivan’a doğru yola koyulduk. Erivan’dan bindiğimiz taksiye yaklaşık 7 dolar para ödeyince ilk gün kazıklandığımızı anladık. Son derece güzel geçen bu seyahatte olacak o kadar deyip uçağa binmek üzere havalimanına doğru yöneldik.
Dört günlük sürede yaşadıklarım ve gözlemlediklerimden Ermeniler ile birbirimize aslında ne kadar yakın olduğumuzu anladım. Bir Erzurumlu olarak ayran aşını aynı tat ile orada yemek, lavaş ile dürüm yapmak, aynı kelimelerle kızmak ortak geçmişimizin ipuçlarını verdi bana. Ve en çok da görkemli dağları, derin mavi gökyüzü, yaşlı kadınların çilekeş yüzleri ve bu seyahatimde tanıma fırsatı bulduğum Prof. Dr. Boghos Zekiyan’ın umut aşılayan duygu ve düşünceleri kaldı aklımda. Hülasa, yaşanan bütün siyasi ayrıştırma çabalarına rağmen iki halkın yüzyıllarca süren kadim dostluğun bir asırlık husumete galip geleceğine inanıyorum.
En bilindik en uzak olabiliyor bazen. Ortak hafızaların temeli olan asırlık yaşam birikimlerinin önüne dikilen yüksek duvarlar iki toplumu sadece coğrafya olarak değil duygusal olarak da uzak kılabiliyor. Tüm bunlara rağmen yakın olmayı istediğim o topraklara, dedelerimin komşularının torunları ile tanışmak için çıktım yola. Sadece güzel olanı isteyerek. Çünkü iyiliği düşünmemi bana öğütleyen bir inancı yaşamaya çalışıyorum.

Batum’un Büyük Dönüşümü
Anadolu Yarımadası’nın kuzeydoğusunda yer alan Batum, Gürcistan’ın üç özerk bölgesinden biri olan Acara Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti. Kentsel yaşamın başlangıcı orta çağlara kadar uzandığı belirtilen bu şehrin, Batis adıyla bir Yunan kolonisi olarak kurulduğu belirtiliyor kaynaklarda. 16. Yüzyılda Osmanlı hakimiyetine geçişinin ardından 1877-1878 Osmanlı- Rus harbi sonrasında yönetimi Çarlık Rusya’nın eline geçti.
Birinci dünya savaşı sonrasında ise bağımsız bir sancak olarak Osmanlı yönetimine geri verildi. İhtilaflı durumuna rağmen, 1. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluştuğu dönemlerde Misak-ı Milli sınırları içerisinde sayıldığı için Batum’u 5 milletvekili temsil etti. Mondros Mütarekesi yapıldıktan sonra önce İngiltere’ye ardından da Gürcistan’a bırakıldı yönetim. 1918 yılında kurulan Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Artvin ve Ardahan geri alınırken; Batum Moskova antlaşması gereğince Bolşevik orduları tarafından ele geçirilen Gürcistan’a bırakıldı. 2008’de Batum, Eski Batum, Khimshiashvili, Hamşioğlu, Bagrationi, Aghmashenebeli, Javakhishvili, Tamar ve Boni-Gorodok olarak 7 ayrı bölgeye ayrılmış.
Anadolu Yarımadası’nın kuzeydoğusunda yer alan Batum, Gürcistan’ın üç özerk bölgesinden biri olan Acara Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti. Kentsel yaşamın başlangıcı orta çağlara kadar uzandığı belirtilen bu şehrin, Batis adıyla bir Yunan kolonisi olarak kurulduğu belirtiliyor kaynaklarda. 16. Yüzyılda Osmanlı hakimiyetine geçişinin ardından 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sonrasında yönetimi Çarlık Rusya’nın eline geçti. Birinci dünya savaşı sonrasında ise bağımsız bir sancak olarak Osmanlı yönetimine geri verildi. İhtilaflı durumuna rağmen, 1. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluştuğu dönemlerde Misak-ı Milli sınırları içerisinde sayıldığı için Batum’u 5 milletvekili temsil etti. Mondros Mütarekesi yapıldıktan sonra önce İngiltere’ye ardından da Gürcistan’a bırakıldı yönetim. 1918 yılında kurulan Demokratik Gürcistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Artvin ve Ardahan geri alınırken; Batum Moskova antlaşması gereğince Bolşevik orduları tarafından ele geçirilen Gürcistan’a bırakıldı. 2008’de Batum, Eski Batum, Khimshiashvili, Hamşioğlu, Bagrationi, Aghmashenebeli, Javakhishvili, Tamar ve Boni-Gorodok olarak 7 ayrı bölgeye ayrılmış.
Bu şehrin adını duyduğumuzda birçoğumuzun zihninde ilk olarak “ Ben giderim Batum’a, Batum’un batağına….” diye başlayan halk türküsü canlanır. Bu bir çağrışımdır elbet. Çünkü bu kent kimi zaman göçlerle, kimi zaman da ortak geçmişimizle toplumsal hafızamızda ve kültürel hayatımızda önemli bir etki yaratmış. Sınırların ayıramadığı bir diyar olmuş bizler için. Yaşadığı soğuk yılların ardından hava yeniden ısınıyor ve yaklaşık bir asır süren uzak tutulma politikaları sonrasında ortak değerler yeniden üretilmeye başlanıyor halklar tarafından. Ve devletler de bu yakınlaşmayı mümkün olduğunca kolaylaştırıyor. Batum geleceğe hazırlanırken, kentsel dönüşümünü modern zamanların estetik ve tasarım ölçüleriyle şekillendiriyor. İddialı bir değişim çabasıyla kısa sürede yakın geçmişin soğuk yüzünü uzak geçmişin sıcaklığına çevireceğe benziyor.
Kapı Komşu
Karadeniz sahil yolu boyunca doğuya doğru uzanan otoyol sınırda noktalanıyor. Yolun bittiği noktada ise Batum’un kapıları aralanıyor. Sarp Sınır Kapısı’ndan vizesiz geçiş imkanı bu bölgeye Türkiye’den ulaşımı kolaylaştırıyor. Kısa süren işlemlerin ardından birkaç adım sonra vardığımız ülkeyle birlikte yaşam da farlılaşmaya başlıyor. Sınırın Türkiye tarafında yaklaşık bir yıl önce inşası tamamlanan yeni binadan, Gürcistan tarafındaki konteyner vize kontrol merkezlerine geçerken mekanla birlikte zaman da değişiyor sanki. Sınır görevlilerinin olumlu yaklaşımları sonrasında Batum’a giden taksi ve minibüslerin olduğu meydana çıkılıyor. Küçük bir Anadolu kasabasının merkezini andıran sınırının başlangıç noktasında, yerli yerinde bir insan kalabalığı göze çarpıyor. Şehir merkezine gitmek için taksi ya da minibüs seçeneği var. Nasıl gideceğinizi düşünürken taksiciler Türkçe olarak 30 Lari’den açıyor pazarlığı. Tercihen daha ekonomik ulaşmak isteyenler için minibüs yolculuğu 1 Lari. Bizler de hem ekonomik hem de Batumlular ile aynı atmosferi paylaşmak adına son derece eski bir minibüs ile merkeze doğru yola çıkıyoruz. Sahil boyunca uzanan yolda plajlar ve yazlık konutlar dikkati çekiyor. Biraz daha iç taraflarda da aralıklarla yerleşim yerleri bulunuyor. Mevsimin yaz olması nedeniyle tatilcilerin yarattığı kalabalıklar ara ara göze çarpıyor.
Şantiye Kent
Son durakta minibüsten bir meydana indiğimizde şantiye görünümünde bir kent karşılıyor bizi. Batum’a gitmeden önce kente dair yaptığım araştırmada şirin bir sahil kasabası imajına ters gelen bir karşılaşmaydı bu. Hal böyle olunca heyecanlı bir keşif bizi bekliyordu. İşe şehre ilk girerken dikkatimizi çeken Mariam Kilisesi’ni gezmekle başlıyoruz. Eklektik mimarinin güzel bir örneği olan bu kilise 1898-1902 yılları arasında inşa edilmiş. Sovyetler Birliği zamanında kapatılarak yüksek gerilim laboratuarı olarak kullanılmış. Dağılma süreci sonrasında da Ortodoks Gürcüler tarafından restore edilerek Kutsal Ruh Kilisesi olarak yeniden ibadete açılmış. Batum’da ayrıca Gregoryan cemaatin gittiği bir kilise de bulunuyor.
Kentin İnşasında Türk Etkisi
Bir seyyahın olmazsa olmazı haritamız olmadığından fena halde ne yapacağımızı bilmez haldeydik. Nerelere gitmemiz gerektiğine dair notlarımız vardı ama nasıl gideceğimizi ancak bir harita ile bilebilirdik. Bir turizm ofisinden temin edeceğimiz düşüncesiyle dolaşmaya başladık sokaklarda. Öncelikle bir kültür merkezinden yardım istedik. Sonrasında da otellerin bu konuda bize yardımcı olabileceği kanaatine vardık. Ama yine de sorular sorabileceğimiz birilerine ihtiyacımız vardı. Sınıra bu kadar yakın olan ve insan akımının bu denli yoğun olduğu yerde Türkçe bilen birilerinin mutlaka olmalıydı. Şehrin girişindeki Türk kasabı bu kanaatimizi güçlendiriyordu. Ve nihayet cadde üzerinde bir Türk lokantasını görünce bir umutla içeri girdik. İşletme sahibi bize Türk Hava Yollarının ofisini tarif etti. THY bürosundaki görevli Shearoton Oteli’de harita bulabileceğimizi söyleyerek bizi yönlendirdi. İç rahatlatan bu gelişmenin ardından kentin sokakları biraz daha tadını hissettirmeye başladı. Kentin sembollerinden olacak görkemdeki Medea Heykeli hemen dikkatimizi çekti. Oldukça özenli bir peyzaj düzenlemesinin olduğu hayli geniş bir meydanın orta yerindeki Medea Heykeli göz kamaştırıyordu. Şehrin birçok noktasından görülebilecek yükseklikteki bu yapının hemen altındaki su fıskiyesinde serinlemeye çalışan çocuklar ise yaşamın sempatik yüzünü yansıtıyordu.
Batum’un şehrin büyük bir kısmını kapsayan kentsel yapılaşması sahile doğru gidildikçe azalmaya başlıyor. Harita ihtiyacımızı gidermek üzere Shearoton Oteli’ne vardığımızda burasının bir Türk inşaat firması tarafından yapıldığı ve aynı firma tarafından işletildiğini öğreniyoruz. Keza şehrin havalanı da yine bir Türk inşaat şirketi tarafından yapıldığını biliyoruz. Son derece görkemli ve ince bir zevkle tasarlanmış olan otelden çıkarken, artık Batum’u keşfetmek üzere yollara düşüyoruz. Fakat öncesinde bir sahil kafede yemek ihtiyacımızı karşılamak üzere kısa bir mola veriyoruz. İngilizce olarak derdimizi anlatmaya çalıştığımız garson Türkçe konuşunca yurtdışında nadiren rastladığımız bu durumun memnuniyeti ile siparişlerimizi veriyoruz. Geleneksel Gürcü mutfağının örneklerinin olmadığından tercihimizi fastfood olarak yapıyoruz.
Kadim Kültürün Yansıdığı Mekanlar…
Merkezden uzaklaşırken, geniş caddelerine rağmen blok apartmanlar ve yapılardaki detayların yoğunluğu kentsel bir kargaşa oluşturuyor. Sovyet döneminin hantal ve soğuk yapılarına ve balkonlardaki teknoloji ucubesi uydu çanaklarına rağmen, evlerin önünde yer alan avlu bahçeler yaşama dair sıcak bir detay sunuyor. Duvar kapılardan geçilerek girilen bu avlularda asılı çamaşırlar ve çeşmeler sıkça göze çarpıyor. Ağırlıklı olarak Gürcülerin olduğu bu ülkede diğer Kafkas halkları da belirli oranlarda yaşıyor. Resmi dilin Gürcü’ce olduğu Batum’da ağırlıklı olarak batı mimarisi hakim olmasına rağmen doğu mimarisinden de küçük esintiler hissediliyor sokaklarda.
Kentte dikkati çeken başka bir detay da sıkça karşımıza çıkan heykeller. Kültürel birikimi bakımından önemli sayılabilecek bu kentte bunun ipuçlarını yakalayabileceğimiz mekanlara doğru gezimiz devam ediyor. Ve Ermeni asıllı Rus ressam İvan Ayvazovski’nin eserlerinin sergilendiğini duyduğumuz Şehir Sanat Müzesi ilk durağımız oluyor. Ünlü ressamın yapıtlarının geçici olarak başka bir yerde sergilendiğini öğrenince biraz hayal kırıklığına uğramakla birlikte mevcut eserleri izlemenin keyfini çıkarmaya başlıyoruz. Resim ve heykellerden oluşan eserler arasında Grigol Toidze imzalı Eski Tiblis Cami’sinin resmedildiği tablo ilgi çekici yapıtlardan biriydi.
Batum’da görmeye değer bir diğer mekan ise etnograf Kemal Turmanidze tarafından yıllarca emek verilerek oluşturulan Etnografya müzesi. Müzede karşımıza ilk çıkan dondurulmuş hayvanlar oldu. Ardından Batum’daki klasik ev mimarisinin örneklendiği maketler…. Tıpkı Karadeniz’deki gibi ahşap iki katlı olan bu evlerin içindeki detayları da sergilenen eski eşyalarda görmek mümkün. Özellikle Batum kültüründe önemli yere sahip olduğunu düşündüğümüz insanların fotoğraflarından Kafkas Kültürünün hakimiyeti hissediliyor. Kentin diğer başlıca kültür ve sanat merkezleri arasında; Arkeoloji Müzesi, Acara Eğitim ve Kültür Müzesi, İlya Chavchavadze Müzesi, Stalin Müzesi, Batum Dramatik Tiyatro Binası, Opera ve Bale Merkezi ve Tiblis Sineması yer alıyor. Ayrıca bir de sirk bulunuyor şehirde.
Bahçeler Kenti
Kıyı kenti olan Batum, uzun sahilindeki plajlarının yanı sıra Limanı ile de işlevselliğe sahip. Bu konumu itibari ile Transkafkasya Demiryolu ve Bakü petrol boru hattının sona erdiği önemli bir ticaret merkezi aynı zamanda. Batum’da, Türkiye’nin Güney bölgelerine benzer subtropikal iklimi nedeniyle çay ve turunçgiller yetişebiliyor. İklim koşulları nedeniyle çok sayıda botanik bahçe de bulunuyor. Bunların en büyüğü ve turistlerin uğrak yeri Batum Botanik Bahçesi. 1912 yılında kurulan parkta, Amerika, Avustralya ve Asya kıtasından getirilen yaklaşık 2000 çeşit bitki bulunuyor. Demiryolu hattının kenarında sahile bakan yamaçta kurulan park, uzun ve yorucu bir tırmanış ile geziliyor. İçerisinde kaybolacak güzellikteki bu alanda dünya florasında bir gezinti yapmak mümkün.
Batum doğasıyla olduğu kadar kültürel anlamda da renkli bir şehir. Geçiş noktasında olması nedeniyle geçmişten bugüne taşıdıklarının yanı sıra günümüze dair de yenilikler ekliyor bünyesine. Kentte Gürcü mutfağının yanı sıra Türk, Ermeni, Çin, Meksika mutfaklarının lezzetlerini tadabileceğiniz mekanlar bulunuyor. Bir turizm kenti olarak yeniden inşasında gösterişli modern binalar yükselirken, ev sahipliği yaptığı kültürlerin de detaylarını sergiliyor. Halkın çoğunluğunun Hıristiyan olduğu Batum’da farklı inançlardaki insanları temsil eden sinagog ve cami de bulunuyor.
Batum’da bir Osmanlı yadigarı Şehrin görülmeye değer yapılarından biri de Rus işgalinden kurtularak Osmanlı döneminden bugünlere ulaşan Orta Cami. Şehrin tek faal camisi olan bu yapı Hamşioğulları’ndan Aslan Beg tarafından iki laz ustaya yaptırılmış. Limana bakan kapısındaki süslemeleri ile dikkat çeken bu cami ilk olarak 1886 yılında inşa edilmesinden sonra geçen süre içerisinde yaşadığı tahribat üzerine, Gürcistan’daki Türkler tarafından restore edilerek ibadete açılmış. Kentsel hareketliliğin sahil tarafında yoğunlaştığı Batum’da en önemli yerlerden biri de liman. Gemilerin ve balıkçı teknelerinin demirlediği liman civarında çok sayıda kafe ve restoran bulunuyor. Akşam saatlerinde doyumsuz bir seyir sunan Batum Limanı’nda denize yansıyan ışıklar, Karadeniz’in alışık olmadığımız dinginliğinde alabildiğine güzel görünüyor. Sınırların kültürleri bıçak gibi kesemediği, coğrafyaların kendi doğal akışı içerisinde yaşamsal dinamiklerin iç içe geçtiğini yumurta ve kaşarlı pideyi yerken bir kez daha anlıyoruz.
Batum’un ışıltılı akşam sürprizi Karanlık çökerken kente detayların giderek belirsizleştiği zaman ve mekanlarda yanından geçtiğimiz Türk konsolosluğu dikkatimizden kaçmıyor. Bir kenti yaşamaya çalıştığımız sınırlı bir zamanda koyulaşan karanlığı arkamızda bırakarak hesapsızca yürüdüğümüz sokaklarda ansızın büyük bir meydanla karşılaşıyoruz. Günün sonunda güzel bir sürpriz olarak, meydanın ortasındaki havuzda klasik müzik eşliğinde gerçekleşen ışıklı gösteri, Batum’un zihnimizde yer eden güzelliklerinden biri oluyor.
Büyük bir değişimin ortasında görme imkanı bulduğumuz bu kadim şehir, hiç kuşkusuz önümüzdeki yıllarda bölgenin en gösterişli ve ilgi gören kenti olacak. Hali hazırda eskiyle yeninin, Doğu ile Batının, kara ile denizin birleştiği bir nokta da mavi yeşil tonlarda sergileyecek güzelliklerini. Sadece şehir merkezini görme imkanı bulduğumuz bu geziyi sonlandırırken, civarında barındırdığı güzellikleri de görmek üzere yeniden gelmek üzere son minibüsle dönüyoruz Sarp sınır kapısına. Koyu yeşil bir Karadeniz akşamında Batum’un ışıltılarını zihnimizde canlı tutarak noktalıyoruz günümüzü.
Bu yazı 2010 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 45. sayısından alınmıştır.

Komünizmin Kalıntılarında Sürgün Veren Demokrasinin Telaşlı Gelişimi...
Dereköy sınır kapısından Istırancalar’a doğru süzülüyoruz. Karadeniz'in batısında Karadeniz'e paralel uzanan Istıranca Dağları yayvan yapraklı ağaçlarla kaplı. Türk-Bulgar sınırını oluşturan Dezve Deresi ile Bulanık Deresi’nden geçiyoruz. Yol boyunca kır evleri, meralar, köyler ve meşe, karaçam, kavak ile karaağaçların oluşturduğu ormanlar. Özellikle kavak ve karaağaçlarının tepesinde kuş yuvasına benzer ağaç hastalıkları dikkat çekici. Bulgaristan’ı ortadan ikiye bölen Balkan sıradağları bu ülkenin iklimini ve dolayısıyla da yaşamını iki farklı bölgeye ayırmış. Kuzey de daha soğuk ve karasal; güneyde daha ılıman bir iklim hüküm sürüyor. 8 milyon nüfuslu Bulgaristan 2007 yılında Avrupa Birliği’ne tam üye olacak. 1989 yılında başlayan demokrasi sürecinin yarattığı hareketlilik etkili biçimde sürüyor. Bütün bu gelişme çabalarına rağmen Bulgaristan sınırında ilerlemeye başladıktan sonra zaman geriye sarmıştı sanki. Virajlı yollarda ormanın derinliklerinden süzülürken, yıllar öncesinden kalma yol tabelaları ve eski asfaltlar hiç tanık olmadığımız zamanları yaşatıyor. Geride bıraktığı üretim politikaları bir yanda, diğer yanda yabancı girişimcilerin pazar gördüğü bir Avrupa ülkesi burası.
Şopkska ile ilk tanışma
Burgaz’a doğru yol alırken, denize ve yeşile rağmen komünist rejimden arta kalan atıl fabrikalar, aynı renge boyanmış tek tip binalarla önceki dönemlerin soğuk bir havası esiyor. 1990’a kadar egemen rejimin izleri ve yeni sistemde ayakta kalabilmenin çabalarıyla gündemde bir Balkan ülkesi Bulgaristan. Kendi sınırları içerisine öylesine hapsolmuş ki, daha bir yabancı hissediyor insan kendini. Feyzullah Işık’ın mihmandarlığında başladığımız gezimizde ilk uğrak yerimiz Burgaz şehri.Balkan dağlarının hemen güneyinde bir koy üzerine kurulmuş olan Burgaz, Bulgaristan’ın ikinci büyük liman şehri. Karadeniz’e kıyısı olan kentin tarihi, Bizans dönemine kadar uzanıyor. Ülkenin en büyük iki petrol rafinerisi bu kentte. Ayrıca sahip olduğu iki büyük limanla birlikte dış ticaret bir hayli gelişmiş. Akşam vakti şehre girerken sessiz bir telaş karşılıyor insanı. Turizm gelişmiş ve daha da gelişeceğe benziyor. Özellikle sahil kesiminde inşa edilen yeni oteller, tatil köyleri, villa kentler kısa bir süre sonra Burgaz’ın nasıl bir yoğunluk içerisine gireceğine işaret ediyor. Burgaz Deniz Parkı’nı gezerken karşımıza çıkan banklardan, sokak lambalarına kadar bütün kent aksesuarları yıllar öncesinin yerleşikleri. Buna rağmen geniş cadde ve sokakları gayet düzenli ve temiz.
Aleksandra, Burgaz’ın en işlek ve büyük mağazaların, otellerin bulunduğu caddesi. Caddede görmeye alışık olduğumuz seyyar satıcılar ve birçoğu Türkiye’den gelen birkaç levalık gözlük, saat ve benzeri aksesuarlar satılıyor. Burgaz Belediye Binası komünist rejimi hatırlatan renkleri ve çelik eşyaların hakim olduğu mimarisiyle yorgun yaşlı bir adamı andırıyor. Burgaz Belediye başkanının odası da bu yapının bir parçası. Dini ögelerle donatılmış ve sade bir belediye başkanlık makamı...Aleksandra Caddesi’nin sonunda Meçhul Asker Anıtı uzanıyor gökyüzüne. Birçok şehirde olduğunu öğrendiğimiz bu anıtlar bizlerdeki Mehmetçik anıtları gibi kurtuluşun sembolü. Anıtın hemen altında ailelerine kavuşan asker figürleri, bu anıtın dikiliş amacını anlatıyor aslında. Anıtın biraz ötesinde geniş bir avluyla meydana açılan Papaz Kiril ve Metody kardeşlerin adını alan kilise, Burgaz’da karşılaştığımız ilk kilise. Her kilisede olduğu gibi yanan mumlar, fresler ve ibadet eden insanlar...
Şehir turizmin gereklerine hazırlanmaya başlamış. Küçük hediyelik eşya satan dükkanlar turistlere yönelik yerel özellikte aksesuarları, biraz da pahalı olarak satışa sunuyorlar. Bizim kapalı çarşı gibi kendi kültür ürünlerini satışa çıkarmışlar. Minik tablolar, masklar, el dokuması kumaşlar ve el işi seramik tabaklar... Çok orijinal olmasa da gittiği yerden bir şeyle dönme dürtüsü taşıyanların ihtiyacına cevap verebilecek türden eşyalar mevcut. Fakat fiyatlar bizim kapalı çarşıya oranla daha yüksek. Bulgaristan’da ilk yemek deneyimimiz kaldığımız otelin 14. katındaki restauranttaki şopska ile oldu. Bu ünlü salatayı karşımızda görünce üzerine peynir rendelenmiş çoban salatasından çok da farlı olmadığını gördük. Fakat özel peyniri ve zeytinyağı birleşimi ile bütün ekip arkadaşların her yemekte mutlaka tercihi oldu. Malum Müslüman olunca özellikle et tüketiminde daha titiz olunuyor. Bir sorunumuz daha vardı. O da çay. Yemek sonrası baş gösteren çay ihtiyacımızı gidermek istediğimizde önümüze bitkisel olarak bildiğimiz bir çay geldi. Bu tam bir hayal kırıklığıydı özellikle benim için. Ekipteki diğer arkadaşlar bu konuda biraz daha metanet gösterdi. Fakat sorunun çayın isminden kaynaklandığını ve çeren çay dememiz gerektiğini öğrendikten sonra sorun çözüldü. Dahası çayın yanında bir de bal ikram edildi. Çünkü Bulgarlar çayı bal ile içiyorlar. Derken 280 bin nüfuslu bu kıyı kentinden bir başka kıyı kenti olan Varna’ya doğru yola koyuluyoruz.Gelişen Turizm MerkeziNesebar yol ayırımından Varna’ya saptıktan sonra, yol boyunca ülkenin tuz ihtiyacını karşılayan tuz tablaları bize eşlik ediyor. Ağır işlerde çalışan kadınların kimi sıva yapıyor; kiminin elleri çatlamış badana işçiliği yapıyor, kiminin de kireçten gözleri kızarmış... Ama onlar her ne olursa olsun iş buldukları için kendilerini şanslı görüp işlerine dört elle sarılıyorlar.Şehre girişte yaldız kaplamalı dört kubbesi ve kubbenin üstünde yükselen haçlar ile çok büyük olmasa da kendi varlığını kente kabul ettirmiş Sveti Nevski Kilisesi çıkıyor karşımıza. Sahil kenti olan Varna, Bulgaristan’ın da üçüncü büyük kenti. Orta gelirli Alman turistlerin çoğunlukla tercih ettiği ve en büyük tatil beldelerinin bulunduğu bu turistik bölge. Aynı zamanda Bulgaristan’ın en büyük liman şehri. En büyük soda fabrikaları da bu şehrin sınırları içerisinde. Bir başka ilginç nokta ise bu fabrikalara hammaddenin teleferikler ile taşınması. Bizans döneminde kendilerine yardım eden Polonyalı komutan adına kurulan bu şehirde birçok tarihi kalıntı mevcut. Başkent Sofya ile demiryolu ve karayolu bağlantısı olan kentte kimya sanayi oldukça gelişmiş.Sıkça rastlanan kafeleri, çok geniş olmayan sokakları ile insanı saran sıcak bir kent Varna. Şehrin orta yerinde heybetli deniz müzesi, komünist dönem mimarinin yansıttığı soğukluğun bariz bir örneği. Bulgaristan’da şehirlerarası yol alırken geride bırakılan kenti unutturmak istercesine araya ıssız ve virajlı yollar giriyor. Kimi zaman alabildiğine düz bir ovadan, kimi zaman da ıssız ormanlardan geçerek ulaşılıyor bir başka şehre.
Koca Yusuf’ların diyarı...
Böyle bir yolculuğun ardından Bulgaristan’ın kuzeydoğu bölgesinde deli orman ile Dobruca arasındaki yol kavşağında kurulmuş olan Şumnu’ya vardık. Şehre ilk girişte gözümüze ilk çarpan Osmanlı eserleri oldu. Tam da bu arada Tombul Paşa Camii’nden yükselen ezan sesi çalındı kulağımıza.Osmanlı'dan kalan ecdat yadigarı Halil Şerif Paşa Camii ( Tombul Camii ) ve Külliyesi Osmanlı mimarisinin Bulgaristan’daki son önemli eserlerinden biri. Yanısıra Osmanlı döneminden kalma bir hamam ve bedesten mevcut. Komünist rejimde yıkılan ya da tahrip edilen Osmanlı yapıları içinden bu güne kalan bu eserler bu anlamda da büyük önem taşıyor. Bu yapının çevresindeki kütüphane ve mektep binaları tuğla taşlarla örülmüş. Türk olduğumuzu anlayan Şumnu’daki imam hatip lisesi öğrencisi genç bir delikanlı büyük alaka göstererek uzun zaman yanımızdan ayrılamadı. Türklerin yoğunlukta bulunduğu bu kent, Bulgaristan’daki Türk izlerini taşıyan nadir kentlerden biri. Komünist dönem öncesi dini eğitimin en yoğun olduğu bölge yine burası. Bu kentin Türk tarihi için bir başka özelliği de Osmanlı döneminin büyük pehlivanlarının buradan çıkmış olması. Bu pehlivanların en ünlüsü Koca Yusuf.Bulgarlar için de önem taşıyan kent, M.S. 7-8. yy’da Bulgar Islav devletinin başkentliğini yapmış olan Veliki Preslav‘a ( Ulu Preslav ) 12 km uzaklıkta. Bulgaristan’ın tahıl ambarı olan Şumnu’da cam, kamyon ve ağaç ürünleri fabrikaları yoğunlukta. Yüreğimizi bu kentte bırakarak; bir akşam yolculuğundan sonra Tırgovişte ve Cuma şehirlerinden geçerek karanlıkta muhteşemliğini çok fazla anlayamadığımız Tırnova’ya giriyoruz. Ve sabahın ilk saatlerinde otelin penceresinden kente rastgele bir bakış bile gözleri bir süre esir etmeye yetiyor.Asil Çingeneler KentiBulgar tarihinde çok önemli bir yeri olan Tırnova, kültür başkentliği yapmış, coğrafyası ve mimarisi ile muhteşem bir şehir. Tırnova’nın büyüsüne kapılmaksızın nefes almanız mümkün değil. Evler, gürül gürül akan Yantra nehrini temaşa eden, önlü arkalı dizilmiş antik bir tiyatronun seyircileri misali. Üç tepe üzerine kurulmuş olan şehrin iki tepesi koruma altında. Şehir tepeye kurulmuş Tıpkı Safranbolu evlerine benzer mimari tarzıyla Burgaz’ın soğuk havasına benzemeyen mağrur ve asil bir karaktere sahip. Bulgarlar bu kenti de Veliki Tırnova olarak adlandırıyorlar.
1081 yılında Bulgar Meclisi kurulduktan sonra ilan edilen ilk başkent. Bu sebeple korunabilmiş Traşezitsa ve Tsarevets isimli iki antik kent bulunuyor bu şehirde.Sabah saatlerinde Tırnova şehir merkezinde bir gezinti yaparken sokaklarda bizlerde görmeye pek alışık olmadığımız kadın çöpçülere rastlıyoruz. Fakat Tırnova sahip olduğu herşeyi ile nazende bir şehir. Öyle ki Tırnova ilgili bir araştırma yaparken bu şehirde yaşayan çingenelerin öyle bizim alışık olduğumuz esmer tenli çingeneler olmadıklarını öğrendik. 1950 yılında yapılan göç anlaşmasıyla İstanbul’a göç eden Tırnova çingenelerin çok iyi mevkilere geldikleri ve sosyo kültürel açıdan iyi noktalara ulaştıkları söyleniyor. Yani Tırnova asil çingeneler şehri. Balkan sıradağlarından dolayı ahşap üretimin yoğun olduğu bölgede, bağcılık ve hayvancılık gelişmiş durumda. Bu muhteşem şehirden uzaklaşırken görülesi bir doğa içerisinden yol almaya devam ediyoruz. Yol üzerinde birçok küçük Bulgar köyüne rastlıyoruz. Son derece düzenli ve temiz olan bu köylerde insanlar genellikle hayvancılık ve bağcılıkla uğraşıyorlar. Fakat Bulgar köylülerin ekonomik düzeyi hayli düşük. Lofça kentinden geçerek Türk tarihi için de çok önemli bir şehire varıyoruz.Şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor
Ve Plevne...
Daha şehre girerken 126 yıl önce Türk askeri ve şanlı Gaziosmanpaşa’nın varlığını hisseder gibi olduk. Gaziosman Paşa'nın 'çıkmam' dediği Plevne'den gerçekten de çıkmamıştı. Bulgarların da saygıyla bahsettikleri Gaziosmanpaşa; Plevne savaşlarının üç boyutlu olarak resmedildiği Panorama Müzesi’ndeki tablolarda yerini almış. Sanki perişan insanlar, yıkılan köprüler, çöken mevziler hâlâ yerli yerinde duruyormuş gibi. Savaştan geriye kalan bütün malzeme yakın mesafeye konurken, uzaklar usta fırçalarla resimlenmiş durumda. Kısaca izleme yerinden bakınca çöken köprüleri, mevzileri, kişneyen atları, namlusundan duman tüten topları görüyor, adeta savaşı yaşıyorsunuz. Plevne, Bulgaristan’ın karadaki en büyük petrol yataklarının bulunduğu kent. Dolayısıyla kimya ve lastik sanayi gelişmiş durumda. Orta Tuna Ovası’nda Rusçuk’tan sonra en büyük şehir Plevne. Şumnu’dan sonra Plevne’de tabiri caizse içimizi bir hoş etti. Ve biz yine yollara düştük. Gabrova şehrinden geçip Şıpka geçidine doğru uzanıyoruz. 1900 metre rakımlı bu geçidi çıktıkça mevsim değişmeye kara çam ormanları ve kar kitleleri çıkmaya başladı karşımıza. Zorlu bir geçit ve Osmanlı Rus savaşlarında binlerce Türk askerinin şehit olduğu yer. Fakat Bulgarlar Ruslara olan minnetlerini göstermek için general Stoletov anısına bir anıt dikmişler geçidin en yüksek noktasına. Her çıkışın bir inişi var misali biz de geçitte uzun bir tırmanışın ardından inişe geçerek Filibe’ye doğru yol almaya başladık. İnişte birçok çeşme ile karşılaştık. Hayli virajlı bir yolun ardından Kızanlık üzerinden Filibe şehir merkezine vardık.Bulgaristan’ın kültür başkentiMeriç nehrinin iki yakasında kurulu olan şehir, karasal bir iklime sahip olmasına rağmen Meriç havzasından etkileniyor.Birçok tarihi yapının, kültür ve sanat merkezinin bulunduğu kentte Roma ve Bizans dönemine ait bir çok kalıntı mevcut. Restaurant ve konaklama merkezi olarak düzenlenmiş Filibe evleri görülmeye değer. Bu şehrin sokaklarını dolaşırken Türk kültürünün izlerine rastlamak çok olası. Bir Dünya Kültür Mirası: Cuma CamiiOsmanlı döneminde 53 cami ve 23 medresenin inşa edildiği Filibe’de şu anda sadece iki cami ayakta. Bunlardan en önemlisi ve dünya kültür mirası listesine de girmiş olan Murat Hüdavendigar Camisi bulunuyor. Ve İSTON bu tarih mirasımızı restore etmek için diplomatik engellerin aşılması için uzun süredir çalışmalar yürütülüyor.Filibe ile temaslar Temmuz 2000’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit GÜRTUNA’ın, Bulgaristan’ın Filibe kentini ziyareti sırasında gerçekleşti. Filibe kentinde Cuma Camii gezilirken, kentteki Türk ve Müslüman cemaatin yoğun ilgisi ve beklentisi üzerine, Ali Müfit GÜRTUNA cami için gerekenin yapılması için İSTON Genel Müdürüne talimatı verdi. Bir çok teknik araştırmanın da yapıldığı restorasyon çalışmalarını koordine eden Mimar Restorasyon Uzmanı Dr. Refik Yüksek İSTONBUL’un üçüncü sayısında yayınlanan yazısında Filibe ve Cuma Camii hakkında şu bilgileri veriyor.Filibe Truva'nın çağdaşı olarak kurulmuş Balkanlar'ın en eski şehirlerinden biridir. Homeros ve Heredot eserlerinde Filibe'deki yaşantıyı anlatırlar. Traklar'ın kurduğu bu kentin bilinen ilk adı Evmopilia'dır. Bu kent bal ve şaraplarıyla ünlenmişti. M.Ö. 342 yılında Makedonyalı 11. Filip bu küçük yerleşimi fethetmiş ve kentin surlarını genişletmiştir. M.Ö. 72 yılında tamamiyle Romalıların eline geçmiş ve adı Trimontium (üç tepeli kent) olarak değiştirilmiştir. Bu dönemde Filibe çok önem kazanmış, Meriç vadisinin merke'zi haline gelmiş ve şehircilik olarak gelişmiştir. 1dare binaları, tapınaklar, hamamlar, tiyatro, stadyum ve Preatorium (Vali Konutu) inşa edilmiştir.
Daha sonra Bizans İmparatorluğu'nun bir parçası haline gelen şehir Jüstinyen döneminde (527-565) yenilenmiştir. Bu dönemdeki en önemli değişiklik Vl. yüzyılın ortalarında Slavların yerleşmesiyle kentin tüm etnik yapısının değişmesidir.2 Bu dönemden sonra kentin adı bugünkü ismine yakın Ploudin olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Bulgaristan Krallığı kurulduktan sonra 812 yılında Kurum Han tarafından sınır kenti haline getirilmiş ve Bizans'la sürekli bir çatışmanın sonra değiştiği anlaşılıyor. Son cemaat mahallinin altında .şimdi lokanta olarak kullanılan bir mekan, onun da altında şimdi mutfak olan ve sonradan yapıldığı söylenen mekanlar vardır.
Filibe ve İstanbul...
Kardeşlik protokolu imzalamış iki kardeş şehir. Beşyüz yılı aşkın süre Osmanlı kültürü ile yoğrulmuş, Osmanlı kültürü ile şekillenmiş iki Osmanlı kenti. Biri başkentlik diğeri Rumeli Beylerbeyliği’nin merkezliğini yapmış iki kent. Her ikisi de sahip oldukları kültür varlıkları ile Osmanlı Mimarlık Tarihi’nde yerini almış iki önemli kent.1361 yılından 16 Ocak 1878’e dek tipik bir Osmanlı kenti görünümünde olan Filibe Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmek zorunda kalması sonucu 500 yılda oluşan kültürel kimliğini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. 1364 yılında kentin alınışından sonra yapılan ilk cami Filibe Murad Hüdavendigar (Cuma) Camii’dir. İslam geleneğinde varolan Cuma Camii’nin Balkan örneklerinden biri olan cami aynı zamanda erken Osmanlı Ulucami tipinin de güzel örneklerinden biridir. İnançları uğruna 100 yaşında at sırtında ülkeler fetheden Akça Koca’ların , Budin’de şehid olan seksenlik Abdi Paşa’ların yadigarı olan ve depreme, doğa şartlarına, insan tahribatına günümüze dek karşı koyarak ayakta kalabilmeyi başarmış Filibe Cuma Camii ne yazık ki günümüzde yardıma muhtaç durumdadır. Kubbelerindeki ve beden duvarlarındaki derin, bünyesel çatlaklar yapının ayakta durmasını günden güne zorlaştırmakta, yüzyılların bu dimdik tanığını yokolma tehlikesi ile karşı karşıya getirmektedir.
Filibe’de bulunan diğer cami İmaret adıyla da anılan Şahabettin Camii. Her iki camiinin de cemaati Filibe’de sıkça rastladığımız ve kendilerini Türk olarak kabul eden çingeneler. Bu bölgedeki Türklerin Türkiye’ye göç edişinin ardından azınlık statüsünü ele geçiren çingenelerin birçoğu Türkçe konuşabiliyor. Çünkü Türkçe konuştuğumuzu işiten dilenci çingeneler bizden Türkçe olarak para istiyordu. Filibe caddelerinin farklı bir rengi olan çingeneler sokaklarda çalgıcılık yaparak da para kazınıyorlar. Görüntü almak istediğimiz bir sokak çalgısı para vermezsek poz vermeyeceğini söyleyip bize arkasını döndü. Caddeler cıvıl cıvıl, rengarenk... Sokak satıcıları Bulgar kültürüne has giyim ve süs eşyalarının yanısıra, tablolar satıyorlar.
Tekstil ve ayakkabı fabrikasının çokca bulunduğu Filibe’de sebze yetiştiriciliği de ileri düzeyde. Küçük bir kent pazarında dolaşırken burnumuza gelen taze meyve kokuları bunun en güzel ispatı. Henüz yenilenme ve gelişme aşamasında bir ülke olmasına rağmen Bulgaristan özellikle doğal yapısı ile görülmeye değer bir ülke. Azınlık Müslümanlar, Yahudiler dışında büyük çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan. Resmi karşılamalarda şarap, ekmek ve tuzla misafirlerini ağırlayan Bulgarlar, bahar mevsimini de bileklerine bağladıkları kırmızı beyaz iplikten yaptıkları marteniçka ile karşılıyorlar.Ortalama yaşam standartlarında kendine yer edinmeye çalışan mütevazı ve sakin insanların ülkesi Bulgaristan. Birey olarak varolabilmenin mücadelesi içerisinde, düşük ücretler karşılığında uzun mesai harcıyor genç, yaşlı, kadın, erkek... Artan işsizlikle birlikte hırsızlık ve yankesiciliğin hayli artış göstermiş bu bölgelerde. Sokaklar pek tekin değil sizin anlayacağınız. Herşeye rağmen dünya kültür yelpazesinin hoş bir rengi Bulgaristan.
Balkan dağlarının hemen güneyinde bir koy üzerine kurulmuş olan Burgaz, Bulgaristan’ın ikinci büyük liman şehri. Karadeniz’e kıyısı olan kentin tarihi, Bizans dönemine kadar uzanıyor. Ülkenin en büyük iki petrol rafinerisi bu kentte. Ayrıca sahip olduğu iki büyük limanla birlikte dış ticaret bir hayli gelişmiş

Geçmişle bugünün uyumu...
Bir temmuz sonu Münih üzerinden ulaştığım bu kentle ilk tanışmam, kuşbakışı oldu. Uçağın penceresinden yeşiller içerisinde son derece düzenli bir şehir görüntüsü çarpıyor göze. Ağaçlar arasındaki bir mezarlığı arkada bırakarak, gri bir havada şehir merkezine vardık.
Viyana özellikle biz Türkler için epik bir anlatımın kaynağıdır. Kader noktası olarak zikredilen Viyana kuşatmasının ardından geçen sürede, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken; Alman İmparatorluğu’nun başkenti Viyana da, bir Avrupa birliği üyesi ülkesi olan Avusturya’nın başkenti durumundaYoğun tarihi ve kültürel birikime sahip bu kent hakkında çok kereler yazılar yazıldı, notlar düşüldü. Bu notları farklı kılan algılama biçimi ve insanda bıraktığı tat olsa gerek. Bir temmuz sonu Münih üzerinden ulaştığım bu kentle ilk tanışmam, kuşbakışı oldu. Uçağın penceresinden yeşiller içerisinde son derece düzenli bir şehir görüntüsü çarpıyor göze. Ağaçlar arasındaki bir mezarlığı arkada bırakarak, gri bir havada şehir merkezine vardık. Yaz ortası bir orta Avrupa ülkesinin başkentinde geçmişle geleceğin ara yerinde alıştığım ve sindirdiğim değerlerin ötesinde yeni şeylerle tanışmanın heyecanını duymaya başladım. ilk günümde kentin sessizliğini düşündüm uykuya dalmadan önce. Toplumsal disiplinin bir yankısı olan bu sükunetin verdiği huzur, merak uyandıracak kadar da derindi.Viyana’daki ikinci günümde ilk işim; eski, yeni çok çeşitli eşyanın satıldığı Nash Markt’taki pazar alanını gezmek oldu. Gerek satıcıları gerekse satılan eşyalar itibariyle hayli renkli bir görünüm sergiliyordu pazar ortamı. Bu pazarın hemen yanı başında sebze meyve satıcıları, kafeler, dönerciler bulunuyor. Özenle düzenlenmiş dükkanların içerisinde dikkatimi en çok dönerciler çekti. Döner kendine has kültürünü buralara kadar taşımış. Dünyaca ünlü Viyana şinitzel ile nefis soslu salatalarının yanı sıra, kebap ve döner çeşitleri de yemek tercihleri arasında önemli bir yere sahip. Viyana’da Türkler’e sıkça rastlamak mümkün. Almanya gibi bu ülkeye de çalışmak üzere gelip yıllarca burada kalan çok sayıda Türk ve onların bu topraklarda doğan, burada eğitim gören çocukları var. Avusturya hükümeti tarafından finanse edilen, gençlerin sanatsal ve kültürel faaliyetlerde bulunduğu Echo’da Türk gençleriyle tanıştım. Türk bir yönetici tarafından idare edilen bu kültür merkezinde görev yapanlardan biri de tiyatro sanatçısı Şehnaz Bölen Taftalı. Şehir tiyatrolarında uzun yıllar oyuncu olarak birçok oyunda rol alan Taftalı, Echo’da görev yapışının birinci yılında aralarında Türk ve Avusturyalı gençlerin bulunduğu amatör oyuncu grubu ile Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç oyununu Almanca olarak sahneye koymuşlar. Amatör olmalarına rağmen ekip elemanlarının profesyonelce bir disiplin ve heyecanı vardı.
Sanatçılar şehri...
Mozart, Schubert, Mahler ve Freud gibi dünyaca ünlü isimler bu şehrin atmosferinde yaşamış ve eserlerini ortaya koymuşlar. Müzik ve valsin hemen akla geldiği bu şehir, klasik müzik eğitiminde dünyanın en önemli merkezlerinden biri. Çok sayıda genç meydanlarda opera programlarının biletlerini satıyor. Operanın tadına varmanın bedeli ise en düşük 30 Euro. Her ne kadar böylesi bir programa dahil olmadıysam da; ılık bir yaz akşamında Rothhous parkında düzenlenen açık hava konserinde klasik müziğin doyumsuz hazzına varabildim. Bu tür etkinliklerin sürekli yapıldığı Rothhous Viyanalıların günün yorgunluğunu atmak üzere buluştuğu eğlenceli bir mekan.Her büyük kent gibi Viyana'nın da sembolleri var. Özellikle Mozart en yaygın marka değeri olmuş bu kentte. Çikolatasından kartpostalına kadar birçok hediyelik eşyanın üzerinde Mozart adını ve resmini görmek mümkün. Bir başka marka değeri kişilik ise Avusturya Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in filmlere de konu olan ve Sisi olarak bilenen eşi Elisabeth. O da Mozart gibi tanıtım ve ticari ürünler için yaygın kullanılan bir değer. Çok sayıda mağazanın bulunduğu Viyana’da, alışveriş biraz maliyetli. Kültürel motiflerle zenginleştirilmiş hediyelik eşya satan dükkanların bazılarında, satıcılar geleneksel kıyafetler içerisinde hizmet sunuyor müşterilerine. Hiçbirşey satın almasanız bile bu renkliliğin size verdiği haz bütün gün yürümenin verdiği yorgunluğa değiyor. Viyana’da yapıları detaylandırmadan geçmek olmaz. Bakışları her daim üzerinde tutan bu şehirde, her köşe başına sizin için bir sürpriz bırakılmış gibi. Mimari sanata öylesine yakın ki yapılardaki zarafet ve tasarım gücünün etkisinde kalmamak mümkün değil. Barok olarak inşa edilmiş yapılar içerisinde saraylar, kiliseler, ortaçağı yaşatan dar doğal taş kaplamalı sokaklar ve bu sokaklar üzerindeki evler yapıların en etkileyici olanları. Tarihsel bütünlüğünün son derece özenle korunmuş olması da bu etkiyi güçlendiren bir başka husus. Viyana’da kent öylesine yaşayan bir organizma ki; caddeler insanlarla, insanlar yapılarla, yapılar geçmişle, geçmiş gelecekle bir bedenin uzuvları gibi yakın ilişki içerisinde. Bu kentin insan ruhunu bu denli yoğun etkilemesi bu uyum ve birlikteliğin yarattığı sinerji sonucu olsa gerek.
Geçmişle bugünün çağdaş uyumu...
Kentte tarihi değerler korunmakla birlikte işlevselleştirilmiş de. Viyanalıların sıcak su ihtiyacı şehirde kurulan bir çöp fabrikasında üretilen enerji ile karşılanıyor. Başlangıçta şehir merkezine kurulması nedeniyle tepki toplayan bu fabrikanın dış cephesinde yapılan düzenlemeler ile Viyana’nın en ünlü yapılarından biri ortaya çıkmış. Yapılış maksadının dışında bir fonksiyona bürünen diğer bir yapı ise Hous Des Meres. Hitler döneminde uçaksavarları yerleştirmek üzere savunma amaçlı yapılan bu bina savaş sonrası bambaşka bir kimliğe bürünmüş. Dev akvaryumların içerisinde köpekbalıklarından, dev yılanlara kadar çok sayı ve çeşitteki canlının bulunduğu turistler tarafından da en çok ziyaret edilen mekanlardan biri haline getirilmiş. İçerisinde hayvanlar alemini barındıran ve geçmişten bugüne ustalıkla taşınmış bir diğer yapı ise Schonbrunn Sarayı. Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olarak kabul edilen bu sarayın yapımı 1749’da tamamlanmış. Bahçesinde havuzlar, heykeller, ıhlamur ağaçlarının bulunduğu saray, barok tarzında inşa edilmiş. İnsanların hem gezinti hem de spor yaptığı bahçenin ağaçlarla kaplanmış koridorları sonsuzluğa uzanıyor gibi. Sarayın arka cephesindeki yamaca tırmandıkça Schonbrunn ve Viyana’nın güzelliğini aynı anda temaşa edebilirsiniz. Schonbrunn’u benim için unutulmaz kılan bir başka olay da sarayın bahçesindeki hayvanat bahçesinde yaptığım gezintiydi. Dünyanın çok farklı coğrafyalarından getirilen yüzlerce çeşit hayvan ve bitki, olabildiğince doğal koşullarda ziyaretçilere sunuluyor. Bana farklı zamanları yaşatan bu mekanda, bir an gözümü kapatıp geçmiş dönemin kahramanlarını düşünmeden edemedim.Geçmiş etrafından gelişmiş ve çağın eğlence çılgınlığını zirveye taşımış bir başka alan ise Prater. Lunapark olarak düzenlenen bu alanda onlarca çılgın eğlence düzeneğinin ortasında tarihi dönme dolap tevazu ile meraklılarını keyiflendirmeye devam ediyor.
Tuna Nehri akar gider
Viyana’ya değerli kılan bir diğer varlığı ise Tuna Nehri. Almanya’nın kuzeyinden doğup Karadeniz’e dökülene kadar on ülkenin topraklarından akan bu nehir hem kendisini hem de Viyana’yı ikiye bölmüş. Kendi bölünüşünün gerekçesi su seviyesinin artmasıyla yaşanan baskınların önüne geçebilmek. Tuna’nın taşan suları hemen yanında açılan uzun kanalla aktarılmış. Tuna Nehri aynı zamanda eğlence dünyasının da yoğunlaştığı bir mekan. Köprülerle birbirine bağlanan nehrin yakalarına kurulmuş eğlence mekanları birbirinden farklı tarzları ile eğlence için farklı alternatifler sunuyor müşterilerine. Bulanık suyuna rağmen Tuna, bu şehre aydınlık saçıyor.Tuna’nın bu kente kattığı güzelliği daha iyi görmek için Kahlenberg’e gitmeniz yeterli. Tepeden bakıldığında eski Viyana Tuna’ya, yeni Viyana ise yeni kanala yaslanmış gibi. Bu tepenin en yüksek noktasında bir kilise ve çay bahçesi var. Kahlenberg’i benim için özel yapan, Osmanlı ordusunun Viyana kuşatması esnasında karargah olarak kullandığı tepe olması. Osmanlı’nın buradaki varlığı Viyanalılar’ı derinden etkilemiş olsa gerek; yaşadıkları korkuyu yeni nesillere aktarabilmek için bu tepeye bir abide dikmişler. Böylesi güzel bir tepeye humanist Avrupa’ya yakışmayan düşmanlık tohumlarının dikilmesi beni üzdü doğrusu. Keza bir Türk askerinin bir Alman ya da Avusturyalı olduğuna karar veremediğim bir komutanın atının ayakları altında ezilişinin tasvir edildiği heykelin varlığını da, Viyana’nın güzelliğine yakıştıramadım.
Çok renkli kent kültürü...
Son derece düzenli ve temiz olan Viyana’nın sokakları numaralandırılarak şehir bölgelere ayrılmış. Dünyanın en güvenli şehirlerinden birisi olarak da kabul edilen bu kentte ulaşım ağı son derece iyi kurulmuş. Uban olarak nitelendirdikleri yer altı ulaşım ağı sayesinde trafik keşmekeşinin önüne geçilmiş. Geniş ve renkli caddelerinin en ünlüsü, üzerinde büyük mağazalar ve kafelerin olduğu Marihilfer. Yorgunluk atmak ya da hoş bir sohbet için oturduğunuz bir kafede yanıbaşınızda her an bir evsiz belirebilir. Fakat Viyana’nın evsizleri kendi hazırladıkları anlaşılan yayınları satarak para kazanma çabası içerisindeler. Bazen de elinde gitarı ile bir evsizin şarkısı eşliğinde tatlınızı yiyebilir, ardından kafe melanjınızı yudumlayabilirsiniz.Viyana’nın en kalabalık meydanlarından biri de ünlü St. Stephan's katedralinin bulunduğu meydan. Sekiz yüzyılı aşkın bir süredir bu alanda bütün görkemi ile varlığını sürdüren ve şehri sembolize eden bu yapı, bulunduğu meydana da adını vermiş. İklimsel koşullar nedeni ile bir çok yapı gibi gotik mimari olarak inşa edilen bu yapının dış cephesi, Tanrıya ulaşmayı da sembolize eden ve semayı delercesine uzanan çan kuleleri en az iç mimarisi kadar etkileyici. Çok sayıda turistin bulunduğu Stephanplatz’da olduğu gibi bir çok yerde atlı arabalarla Viyana gezintisi yapma imkanınız var. Canlı heykellerin de iyice renklendirdiği bu alanda kent kültürü bütün yoğunluğu ile yaşanıyor. Bir kenti insandan bağımsız olarak anlamak ya da anlamlandırmak çabasını, gözlerine bakmaksızın bir insanla tokalaşma haline benzetiyorum. Bu şehri yapılarından arındırarak, insan varlığı ile algılamaya çalıştığımda; bireyselliğini sınırlanmış davranışlarda hissettiren, saygılı ama tebessümü eksik kalmış insan suratları çıkıyor karşıma. Bu kent için bir talih olarak değerlendirebileceğim farklı ulusların varlığı, ılıman bir sosyal iklim yaratıyor. Bu iklim içerisinde sıcacık dostluklarını, Türk misafirperverliği ile bana yaşatan şair Oktay Taftalı ile tiyatro sanatçısı Şehnaz Bölen Taftalı çiftine ve rehberim Elif Bölen’e sonsuz şükranlarımı sunuyorum.Geçmişin hafızamda, bugünün duygularımda, geleceğin aklımda saklı kalacak güzel Viyana.

Karasal iklimin beyaza mecbur diyarı
Soğukta yaşamayı bilmeyenler ya da unutmuş olanlar için zordur buralarda hayat sürmek.. İncelikleri vardır buzlu yollarda yürümenin. Mütevazı atacaksın adımları. Sarıp sarmalayacaksın her yanını. En önemlisi de donmuş demiri ıslak elinle tutmayacaksın. Zordur zor olmasına ama doyumsuz bir tattır, yansıyan ay ışığı ile kristalize olmuş kar taneleri üzerinde gacır gucur sesler çıkararak yürümek.
Alışıldık kentsel methiyelerin tanımlayamayacağı bir diyar. Masmavi denizi, yemyeşil ormanları yok bu ellerin. Karlarla kaplı yüce dağları, uçsuz bucaksız ovası, derinlere kök salan yaşamları var. Toprak bağrını açmaz, açamaz rızkını arayanlara öyle uzun uzun. Yöre insanı kısa yaz mevsimini lütuf sayarak, ağustos böceklerine inat karınca gibi didinir çabalar. Zaman zaman soğuktan moraran ellerini ısıtmaya çalışırken sitem etse de, en fazla ısınıncaya kadar sürer öfkesi.
Geçmiş ve bugünün önemli geçiş hattı
Asırlar önce başlayan yaşamsal devinimin ortaya koyduğu birikimden beslenen Hasankale, Bizans, Selçuklu, İlhanlı, Saltuklu ve Osmanlı tarihinde önemli bir yere sahip. İlçenin tarih sahnesine çıkışı da Kale’nin inşası ile başlar. Hasan Dede Dağı’nın en uç noktasındaki sarp kayalar üzerine, stratejik bir konumlandırma ile inşa edilen kalenin dış surları bugüne kadar ulaşamamışsa da iç surlar bütün ihtişamı ile ilçeye gelenleri karşılıyor. Geçiş yollarına hakim bir noktada bulunan bu kaleyi ele geçirmek için çok sayıda mücadele verilmiş. Bugün de Türkiye’nin doğu ile batı uzantısında yer alan Hasankale’yi birbirine paralel olarak uzanan kara ve demiryolu ikiye bölüyor. Kar kış demeden yolcu taşıyan bu tren hattının Anadolu kasabalarına has o şirin terminal binalarından biri de bu istasyonda bulunuyor. Hayatı donma noktasına getiren soğukta bir solukluk sıcaklık veren Hasankale tren istasyonunda kim bilir kaç yürek ısındı bugüne kadar. Ve ısınmaya devam edecek…
Yaşamak zor zanaat bu diyarlarda
Soğukta yaşamayı bilmeyenler ya da unutmuş olanlar için zordur buralarda hayat sürmek.. İncelikleri vardır buzlu yollarda yürümenin. Mütevazı atacaksın adımları. Sarıp sarmalayacaksın her yanını. En önemlisi de donmuş demiri ıslak elinle tutmayacaksın. Zordur zor olmasına ama doyumsuz bir tattır, yansıyan ay ışığı ile kristalize olmuş kar taneleri üzerinde gacır gucur sesler çıkararak yürümek.
Birbirine benzeyen gün ve haftalar ile geçer buralarda yaşam. Değişimden geleneksel örtünme biçimi de nasibini almış. İhrama bürünmüş kadınlara nadiren rastlanıyor sokaklarda.Günlük yaşamın alışkanlıklarından biri de Hasankaleliler’in haftada en az bir defa gittikleri kaplıcalardır. Termal kaynakları itibari ile hayli zengin olan bu yerleşimde, biri otel ilaveli olmak üzere üç ayrı kaplıca bulunuyor. Yaz aylarında ilçe dışından bahçeler denilen çadır kampına gelen yerli turistler tarafından ilgi gören kaplıcalara halk arasında çermik deniliyor. Yaz aylarında hayli hareketlenen ilçede bir de çermik festivali düzenleniyor.
Pasinler Ovası, halkın ekmek teknesi olan tarlalar, meralar ve Aras nehrinin kollarını oluşturan çaylardan müteşekkil. Burada her bir tarlanın özel ismi var. Bugün için anlamlarını bile bilemediğimiz bu isimlerden birkaçı; bastam, hızanbekir, inceler… Pasinler ovası boyunca uzanan çaylar eskilerde etrafında küçük ağaç ve çalılardan oluşan bükleri yeşertirdi. Enfes tatlı su balıklarının yanı sıra çok sayıda canlı türünü de barındıran bir ekosisteme sahipti. Şimdilerde gerek halkın bu ağaçları yakacak olarak kullanması gerekse ovaya kurulan sulama kuyuları nedeniyle çayın debisi düşerek, bitki örtüsü ve canlı çeşitliliği büyük ölçüde azalmış durumda.
Kardeşliğin Köksaldığı Topraklar
Pasinler ovasını içerisine alarak birbirine paralel uzanan Palandöken’in uzantısı ve Kargapazarı dağlarının yamaçları ile ovanın açıklarında birçok köy bulunuyor. Farklı kültür ve inançtan insanların bir arada asırlarca yaşadığı bu köylerden bazılarında döneme ışık tutacak yapı kalıntıları mevcut. Bunların en bilinenleri ise gayrimüslümlerin yaşadığı köylerdeki kiliseler. Ayrıca bazı köylerin eski isimleri de bu mozaiğe ışık tutar nitelikte. Korucuk, Müceldi, Tizgi, Baldızı, Epsemce, Kevank ve Çöğender bu coğrafyadaki yaşamsal çeşitliliği anlatan köylerden bazıları.
Asırlarca paylaşılan huzurun, kışkırtılmış bir vahşetin kıskacı ve savaş trajedilerinin ortasında tükenişi bu yöre insanın ortak bir kederi. Devlet arşivlerindeYüzbaşı Hasankalalı’nın imzası ile yer alan bir belgede yaşananlar “ Pasinler kazası dahilinde ve yakın çevresindeki köylerde bir sene içinde Ermeni çeteleri tarafından yapılan soykırımda; yirmi dokuz köyün eşya ve hayvanlarının tamamen yağma ve tahrip edildiği, ellidört köyün kısmen tahrip, eşya ve hayvanlarının yağma, ahalisinden kadın-çocuk ayırt edilmeksizin altıbinyediyüzseksenyedi kişinin katledildiği, Çöğender, Sos, Kivank, Timar ve Hasankale’de oturan ikibinbeşyüz yerli ve yabancı nüfusun toplanarak Köprü köyünde baltalarla ve büyük bir kısmı da barakalar doldurularak makinelı tüfeklerle taranmak suretiyle öldürüldükleri……” şeklinde anlatılıyor.
Yakın bir geçmişe kadar Pasinler sınırlarında olan Çoban Dede köprüsü bu bölgenin en önemli tarihi yapılarından biri. Köprü Karga Pazarı dağları ile Aras nehrinin birleştiği yere yapılmış. Köprünün yapımı İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın gerçekleştirdiği büyük imar çalışmaları dönemine rastlıyor. Köprü bu dönemde Gazan Han’ın veziri Emir Çoban Salduz tarafından 1297 1298 yıllar arasında yapılmış. Boyu 128 metre olan köprünün eni ise 8.5 metre.
İlim dünyasının feyz kaynakları
Hasankale’yi cihanşumül mertebede önemli hale getiren ise bağrından çıkardığı tefekkür ve tasavvuf dünyasının değerli şahsiyetleridir. Kitleler tarafından en çok bilinenleri, İbrahim Hakkı Hz., Alvarlı Lütfü Efe Hz. Ayrıca ünlü hiciv ustası Şair Nef’i de Hasankale’nin ünlü şahsiyetleri arasındadır.
1703 yılında Hasankale’de doğan İbrahim Hakkı Hz., ilmindeki derinlik sebebiyle Sultan I. Mahmut’un dikkatini çekerek İstanbul’a çağrılır. Burada Saray kütüphanesinden de faydalanan Zât, İstanbul’a ikinci gidişinin dönüşünde Hasankale’de inzivaya çekilerek en ünlü eseri Marifetname’yi tamamlar. Ömrünün son yıllarında Tillo’da dersler veren büyük metefekkir, 1780 yılında hakkın rahmetine kavuşmasının ardından çok sevdiği şeyhi İsmail Fakirullah’ın için yaptırdığı türbeye defnedilir. Aynı zamanda Anadolu’da ilk vakfın kurulduğu yer olan Hasankale’de, bugün de İbrahim Hakkı Hz. Cami ve Külliyesi Vakfı bu büyük Alimin eser ve fikirlerini geleceğe aktarmak için faaliyetler yürütüyor.
“ Deme şu niçin şöyle
Bak sonuna sabreyleYerincedir ol öyle,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.”
İbrahim Hakkı Hz.
Bir diğer önemli şahsiyet Muhammed Lütfi Efendi Hazretleridir. Halk arasında Alvarlı Efe Hz. olarak bilinen bu büyük mutasavvıfın Arapça ve Farsça olarak da kaleme aldığı şiirleri ve menkıbeleri birçok kişi üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Gazel ve ilahi olarak dinlediğimiz mısralarında çoğunlukla İslam ahlakı çerçevesinde toplumsal meselelere değinmiştir. Engin hoşgörüsü ve önyargısız yaklaşımı ile herkese kucak açan Efe Hazretleri, 20. yüzyılda Mevlana’nın tezahürü olmuş adeta. Mevlîd-i Şerîfi, Mirâciyeleri, Muharremiyeleri, Ramazaniyyeleri, mesnevîleri, destanları da bulunan Alvarlı Efe Hazretleri Osmanlı Rus harbinde Ermenilere karşı mücadele vermiş. 1868 yılında Hasankale’nin Kındıkı köyünde başlayan ve bir asra yaklaşan ilim dolu dünya hayatı, Erzurum’un kurtuluş günü olan 12 Mart 1956’da sonlanarak Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Merhum olduğu Alvar köyüne defnedilen Alvarlı Efe Hazretleri’nin türbesi de burada bulunmaktadır.
“ Dün gece yar hanesinde
Yastığım bir taş idi
Altım çamur üstüm yağmur
Yine gönlüm hoş idi
Aman aman aman aman
Ben yandım seni bilmem”
Alvarlı Efe Hz.
Hasankale’nin tarihe armağan ettiği önemli şahsiyetlerden biri de Şair Nefi’dir. Usta ve keskin bir dili olan şair, 17. asrın Osmanlı padişahları ve ulemasını karşısına alacak hicivler kaleme almış. Şehzadeliği döneminde büyük methiyeler dizdiği IV. Murat’ı padişahlığı döneminde hicvedince katline ferman edilen Usta Şair, bu durumda bile geri adım atmayıp şu dizeleri dile dökmüş.
“ Ey dil hele âlemde bir âdem yoğ imiş Var ise de ehl-i dile mahrem yoğ imiş Gam çekme hakikatte eger arif isen Farz eyle ki elân yine âlem yoğ imiş”
Mübalağa ustası Teyyo Pehlivan
Modern zamanların Nasreddin Hoca’sı olarak tanımlayabileceğimiz Teyyo Pehlivan da bir Hasankalelidir. Doğaçlama olarak abartılı bir üslupla anlattığı hikayelerinin serüveni uzun kış gecelerinde Hacı Rüştü’nün kahvesi olarak bilinen mekanda başlıyor. Asıl adı Tayip İde olan Teyyo’nun pehlivanlığı yazın ilçede düzenlenen karakucak güreş müsabakalarında güreşçilerin gönüllü olarak sırtını yere getirmeyişinden kaynaklanıyor. Hikayeleri dilden dile dolaşan ve son yıllarda geniş kitleler tarafından da adı duyulan Teyyo Pehlivan, 2003 yılında yaşama veda etti. Erzurum şivesiyle Pehlivan’ın ağzından bir hikaye;
“Bir gün gehvede oturiram, telefon çaldi. “pehlivan seni istirler” diye seslendiler. Gahtım bahtım. Ariyan bizim Kars valisi: "Pehlivan Sarıkamış'ta denize bir cip düştü! Biz uğraştık ama çıkaramadık. Buradakiler dediler ki bu cipi denizden çıkarsa çıkarsa Hasankaleli Teyyo Pehlivan çıkarır. "Allah aşkına gel bize yardım et" diye yalvardi. Bunun üzerine gahtım bindim ata. Gettim Sarigamış'a, atladım denize, suya bir dumdum, cip suyun dibinde. Bir goluma cipi tahtım, öteki golumunnanda gulaç atarak cipi sudan çıkardım. Ama gardaş cip bene çok ağır geldi. Dikketli baktım ne görim. Meğerse cipe bir de vapur takılmış. Bende gendi gendime ola bir cip bu kadar ağır olmaz diyirdim.”
Eski adıyla Hasankale, üzerinde bulunduğu ovadan mütevellit, yeni adıyla Pasinler’e eğer bir gün yolunuz düşerse; şehrin girişinde yol kenarındaki kumpircilerde mutlaka bir mola verin. Zira kumlu Hasankale kartolu (patates) damaklarınızda unutamayacağınız bir tat bırakacak. Şimdiden afiyet olsun.

Karda açan yüreklerin diyarı...
Bir şehri anlatmaya başlarken sokaklar, binalar, simalar, ya da damağımda kalan bir tat ilham olur kimi zaman. Duygulara tesir edenler kelimelerde hayat bulur ve paylaşma kaygısıyla telaşlı olur bazen cümleler. Hele bu anlatılacak şehir emleket
olunca, parmaklar daha bir dolanır birbirine… Nereden başlamalı söze derken, değerli olanı yakalamaya başlar kelimeler
ve cümleler ardı ardına dizilip yol alır derin, beyaz ve en bilindik yolda.
Yükseklerde bir medeniyet oluşumu
Erzurum'un bilinen ilk adı Doğu Roma (Bizans) İmparatoru II.Theodosios' a (408-450) izafe edilen Theodosiopolis'ti,
şimdiki Erzurum' un yerinde kurulmuştu. IV. asır sonuna doğru Roma imparatorluğu sınırları içine alınmış ve 415 tarihinde
Theodosios' un emriyle Şark Orduları Kumandanı Anatolius tarafından kurulmuştur. Şehir ahalisinin Theodosiopolis'
e (Kalikala=Karin) göç etmeleri üzerine bu şehre Erzen ve Türk hâkimiyetinin ilk safhalarında, Silvan ile Siirt arasındaki
Erzen' den ayırmak ve Anadolu'ya ait olduğunu belirtmek üzere Rum kelimesi ilave edilerek, Erzen al-Rum denilmesinden
kaynaklanmıştır.
Erzurum, bünyesinde bir çok köklü oluşumu barındıran, zengin kültürel ve tarihi birikimine sahip Anadolu’nun en önemli şehirlerinden biri. Erzurum ovasını içine alan kentin ilk isimleri Teodosiopolis, Kala/Kali, Arzen/Artze, Erzen um olarak geçiyor kaynaklarda. Türklerin hakimiyeti sonrasında ise Erzurum adını alarak, bugüne kadar taşıyor bu ismi.
Cumhuriyet dönemindeki ihmal edilmişliğinin aksine, geçmişte hep önemli bir yerleşim alanı olarak kabul görmüştür bu coğrafya. M.Ö. 11. yy’a kadar uzanan kronolojisinde Urartu, Med, Pers, Roma, Bizans, Saltuklu, Sasani, Emevi, Safevi, bbasi, Anadolu Selçuklu devletleri ve Rus işgali öncesi Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyeti bulunuyor. İniş çıkışlarla dolu bu kentsel dokuya en çok sirayet eden ise Saltuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı devleti olmuş. Şehirdeki en önemli yapıların altında bu üç büyük medeniyetin imzası bulunuyor. Fakat merkez ve çevresindeki höyüklerde gerçekleştirilen kazı ve araştırmalarda daha eski dönemlerden kalıntılara da ulaşılıyor.
Erzurum dağları da kar ile boran…
Erzurum en çok soğuğu ile bilinir. Ova ve platolarında denizden yüksekliği 2000 metreyi bulması iklimi bu denli sert geçmesinin en büyük nedeni. Dağlarının yüksekliği ise 3000 metreyi aşıyor. Ünlü Palandöken dağındaki Ejder Tepesi’nin yüksekliği 3176 metreyi buluyor. Kış mevsimin tüm zorluklarına rağmen binlerce yıldır yaşam aralıksız devam etmiş bu coğrafyada. İklim ekseninde oluşturulan yaşam modeli ayrı bir renk ve doku kazandırmış bu şehre. Sosyal yapısı, kültürel dinamikleri ile kendine has özellikler sergileyen bu soğuk diyarda sıcaktır insanların yüreği. Kışın düşmeden yürümek her Erzurumlu’nun sahip olduğu doğal bir yetenektir. Çatılarda oluşan sarkıtlardan korunmak için ayağınız kadar başınızı da kollamanız gerekir. Kolay değildir kolay olmasına buralarda hayat ama yine de bulmuştur hayata keyif katmanın bir olunu bu diyarlarda da insanoğlu. Soğuk kış günlerinde kıtlama çay eşliğinde ısınır muhabbet haneler. Bu bazen sabah namazı
sonrası gidilen bir kahvehane bazen de misafire açılmış bir kapı olur.
Can’dan muhabbet
Muhabbetin dili de bir başkadır buralarda. Kendine has şivesi ve vurgularıyla olabildiğince hissettirmeye çalışır sözündeki duyguyu. Azeri Türkçesi ile önemli benzerlikler gösteren şivede yöre insanını en iyi anlatan kelime ‘can’ seslenişidir. Erzurumlu kendine yakın gördüğü kişinin hitabına cevaben, “ caaan “ diye mukabele eder. Daha birçok kelime buraya has özellikler taşır. Örneğin cığız (mızıkçı), poşa (çingene kadın), tanko (sosyetik), gındillik (çember tekerlek), kalikman (çok ezen kadın), gamo (kendini beğenmiş), hızan (görgüsüz), çigirt (çekirdek), kurik (tay), gudik (yavru köpek), leçek (tülbent), eze (teyze)diye uzar gider.
Beyaz kış gecelerinin renkli eğlence geleneği
Erzurum’ da sözlü edebiyat geleneği önemli bir yere sahiptir. Eskilerde uzun kış gecelerinde köy odaları, bey konakları, kahvehanelerde bir araya gelen insanlar hikaye ve siret anlatarak hem güzel vakit geçirir hem de geçmişin birikimini geleceğe taşırlarmış. Atışmalar, deyişler de muhabbete tat katarmış. Aşıklık geleneği de bu ortamlardan beslenerek bugünlere kadar ulaştı hiç kuşkusuz. Erzurumlu Emrah, Aşık Reyhani, Aşık Sümmani bu geleneğin önemli isimlerinden.
Bu kahvehanelerin bir özelliği de sahibinin adıyla anılması. Son yıllarda adı sıkça duyulan Teyyo Pehlivan da asankale’deki Hacı Rüştü’nün kahvesinde başlamıştır mübağalalı hikayelerinin anlatımına. Sosyalleşmenin yoğun ve sınıf ayrımı yapılmaksızın yaşandığı Erzurum kış geceleri sıra davetleri şeklinde yapılırmış. Tel helvası çekmek bu gecelerin vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Aşşık oyunu da o zamanın eğlenceli oyunlarından biri. Kadınlar da kendi aralarında eğlenmek için bir araya geldiğinde yemekler yenir, eşli maniler söylenirmiş. Özellikle kavrulmuş ya da haşlanmış
buğday (hedik) muhabbet meclisinin olmazsa olmazı. Yöre insanı hayatın olağan hallerini eğlenceye dönüştürmeyi ve bunu da paylaşmanın vesilesi yapmayı çok iyi bilmiş. Düğünlerde günlerce eğlenilir ve herkes işin ucundan tutarmış. Benim de çocukluk yıllarımda görme şansını yakaladığım kına geceleri ve gelin çıkarma merasimleri Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi son derece keyifli geçerdi. Gelinin çeyizinin sergilenmesi, götürülmeden önce sandığa oturulması, başına elma atılması, kocasının evine ilk girdiğinde kucağına çocuk oturtulması hatırlayabildiğim ritüellerden. Gerek kış geceleri eğlenceleri gerekse yöre insanın duygusal tabiatı musikinin zenginleşmesine yol açmış. Ardında birçok hikayeyi barındıran nice güzel türküler yer etmiş dillerde. Bunlardan “ sarı gelin, kırmızı gül demet demet, huma kuşu, göç göç oldu” türküleri ile “seyreyle güzel, dün gece yar hanesinde ve bayram o bayram olur” gazelleri birçok sanatçı tarafından yorumlandı. Eskilerde Mükerrem Kemertaş, Raci Alkır gibi güçlü sesler gönülleri mest ederken, günümüzde Arif Sağ ve Aysun Gültekin bu tarzdaki eserleri ustaca icra eden önemli seslerinden ikisi. TRT Erzurum Radyosu’nun kurulmuş olması da musiki adına değerlerin üretilmesi ve muhafaza edilmesine önemli katkılar sağladı. Mevzu buraya gelince sesiyle yörenin türkülerini karakterize eden “mey“ den de bahsetmeden geçemeyeceğim.
Erzurum’un dadaş hatunları
Erzurum insanı en çok komşuluk ve misafirperverliği ile bilinir. Özellikle farklı yöre insanlarına karşı son derece fedakar bir
yaklaşım sergiler. Bu sebeple dışarıdan gelip de Erzurum’da bir süreliğine ikamet etmiş insanlar, bu yöre insanı hakkında
olumlu hislerle dönerler. Kendinden emin tabiatı sebebiyle Erzurumlular arasında inceden bir rekabet olsa da zor zamanlarda birbirinin yardımına koşmaktan imtina etmezler. Tıpkı iklimi gibi duygularını uç noktalarda yaşamayı sever bu karasal diyarın insanları. Bu yörenin kadını ise Anadolu kültürünün hasletlerini üzerinde yoğun olarak taşıması sebebiyle özel bir yere sahiptir. Dadaş sıfatı belki de en çok Erzurum kadınını tanım lar. Cesaret ve zarafeti büyük bir incelikle
yüreğinde harmanlamayı başarmış olan yöre kadınını, en iyi Nene Hatun’un yaşam öyküsü resmediyor. Eskilerde çoğunlukla ihrama bürünen yöre kadınları, ekonomik durumuna göre ferace üzerine içi kürk dışı kadife mantolar da giyerlermiş. Şimdi de ihramlı kadınlara rastlamak mümkün ama çoğunlukla günümüz giyim tarzı tercih ediliyor artık.
Özü sözü bir, mert, yiğit anlamlarına gelen Dadaş kelimesi bir anlamda yöre insanına nasıl olması gerektiği konusunda
referans olur. Bu sıfatı taşıyabilmenin en önemli ölçüsü ise yaşamı geniş bir açıdan görebilecek kişisel olgunluğa sahip olmaktır. Bu düstur ile Erzurum önemli mütefekkirler yetiştirmiştir topraklarında. İbrahim Hakkı Hazretleri, Şair Nef’i, Muhammed Lütfi Efe bu değerli şahsiyetlerin en çok bilinenleri.
Aşşahtan gelirem yüküm eriktir…
Erzurum kültürünün en renkli yanlarından biri de folklörüdür. Bar adı verilen bu halk oyunu kadın ve erkek tarafından ayrı ayrı oynanır. Erkekler zığva adı verilen kıyafetin üzerine kuşak ve köstek takarak, ayaklarına cistik giyerler. Kadınlar ise bindallının zarafetini gümüş kemer ile tamamlarlar. Başlarına yazma örter, ayaklarına da pabuç giyerler. Erkek barında
hareketler daha iddialı ve epik bir tarza sahiptir. Hançer barı ise tehlikeye meydan okur adeta. Kadınlar da ise bunun
tam aksine son derece naif hareketler her bar türküsü eşliğinde sergilenir. Bu bar türkülerinin en meşhurları “aşşahtan
gelirem” ve” çift beyaz güvercin” dir.
Gövermiş peynir fenomeni
Mutfak kültürü hayli zengin olan Erzurum’un, yaprak döneri, cağ kebabı, kadayıf dolması, ayran aşı son yıllarda ilin sınırlarını aşmaya başladı. Fakat fazlaca bilinmeyen lezzetleri de ihtiva eder kadim Anadolu kültürünün yaşandığı bu
topraklar. Erzurumlu damak tadının vazgeçilmezleri arasında kuymak, herle aşı, borani, hasıta, gurut, etli yaprak sarması,
su böreği, hıngel ( mantı ), tatar böreği, kesme aşı, çortutu pancarı, lor dolması, gliko saymak mümkün. Ama Erzurum
mutfağının fenomeni kesinlikle gövermiş civil peynirdir. Semaver çayı eşliğinde lavaş ya da tandır ekmeği ile büyük zevkle yenilen bu peynir, küflü olması ve ağır kokusu nedeniyle yöre dışındaki insanlar tarafından neden bu kadar sevildiği anlaşılamayan bir tat olma özelliği taşıyor. Buna rağmen bir Erzurumlu için sofrada bulunabilecek en değerli yiyecektir.
İklimin şekillendirdiği kentsel mimari
Karasal iklim Erzurum’da sivil mimariyi de önemli ölçüde etkilemiş. Hızla yok olmalarına rağmen Erzurum evlerinin karakteristik özelliklerini taşıyan yapılara rastlamak mümkün. Soğuk kış mevsiminde soğuğa önlem olarak kalın taş
duvarlarla inşa edilen bu evler genellikle iki katlıdır. Toprak dam olan bu evler geçmiş dönemde sahiplerinin sosyoekonomik durumuna göre farklılıklar sergiliyor. Bazı evlerin alt katında ahırlar olurken, konak tarzı evlerde haremlik
selamlık ayrımı bulunuyor. Yine çetin kış koşulları sebebiyle küçük pencereler bu evlerin tipik özelliklerinden biri.
Bu evlerde evin en önemli bölümü ise tandırbaşı denen yerdir. Bazen ayrı bir yapı olarak da inşa edildiği de olur tandır
evinin. Bu mekan yemeklerin, muhabbetlerin merkezidir adeta. Bu yapılarda tavan, halk arasında karlanguç denilen pasin örtüsü tarzında, eşit kalınlıktaki ağaçlar çapraz olarak birbirine geçilerek örülür. Tavan açıktır. Zira tandır yandığında duman buradan çıkar. Eskiden evlerde kavurma yapıldığında gençler ellerindeki bakraçların içerisine meyve koyup bacadan tandır evine sarkıtıp karşılığında kavurma alır, topladıkları kavurmaları da akşam toplu olarak yerlermiş.
Bu evlerin en iyi örneği ise restoran olarak düzenlenmiş olan “Erzurum Evleri” isimli mekan. Geçmiş döneme ait birçok
detay büyük bir başarı ile bu mekanda bir araya getirilmiş. Bakır eşyalar, halı yastıklar, kilimler, gaz lambaları, beşikler,
terekler, kadama elişleri ve daha birçok detayı bir arada görmek mümkün. Tarih yapılarda yaşıyor İşgal yıllarında büyük zarar gören bu evlerin yanı sıra bugüne kadar ulaşmış bazı kamu binaları da kentin mimarini yansıtan örnekler olarak karşımıza çıkıyor. Atatürk Evi, Erzurum Kongre Binası, Erzurum lisesi ve Zırnıhlı Vehbi Bey önemli yapılardan bazıları. Fakat inşası 13. yy’a kadar uzanan çok önemli tarihi yapıları da bulunmaktadır bu şehrin. Şehrin sembolü haline gelen Çifte Minareli Medrese ve Yakutiye Medresesi başta olmak üzere; Rüstem Paşa Çarşısı ( Taşhan ), Üç kümbetler, Lalapaşa Camii, Ulu Cami gibi görülmeye değer tarihi yapılara sahip. Eski dönemlerde etrafı surlarla çevrili olan Erzurum da bugün sadece
Kale’nin olduğu iç surlar ayakta duruyor. Eskiden Erzurum’a girişler bu surlar üzerindeki kapılardan yapılırmış. Bugün bu kapılardan sadece İstanbulkapı, Kavakkapı ve Karskapı ayakta duruyor. Gürcükapı, Tebrizkapı, Harputkapı, Erzincankapı zaman içerisinde yıkılıp yok olmuşlar. Fakat bu kapıların isimleri şehrin bölgelerini tanımlayan unsurlar olarak varlığını hala sürdürüyor. Erzurum denilince akla ilk gelen yerlerden biri de 1877-78 Osmanlı Rus Harbi sırasında Nene Hatun efsanesinin doğduğu Aziziye Tabyaları’dır. Erzurum çarşı pazar neylim amman aman…
Erzurum zanaatin de çok geliştiği bir yöre. Geçiş noktasında olması da üretim dinamiklerinin gelişmesin de etkili olmuş. Kafaflar diye bilinen ayakkabıcıların bulunduğu çarşı, deriden montların dikildiği Kevelciler Çarşısı, Mahalle başı Çarşısı, Bakırcılar ve Hasırcılar Çarşısı en çok bilinenler. Ayrıca Hapan denilen ve peynir yağ gibi gıda maddelerinin satıldığı kapalı pazar yerleri bulunuyordu. Esnaf ve zanaatkarların endüstri çağının seri üretim kıskacında yok olmasına rağmen, kuyumculuk hala çok önemli Erzurum’da. Şimdilerde eskisi kadar geçerliliğini korumasa da eskiden her evlenen kıza yöreye özgü hayli kalın burma bilezik mutlaka takılırdı oğlan evi tarafından. Bu sebeple Kuyumcu esnafı bu şehirde hatırı sayılır bir ağırlığa sahiptir. Taş Magazalar diye bilinen çarşıda önemli ölçüde kuyumcu dükkanları bulunur. Takı sanatına ilham olan bir başka değer de oltu taşıdır. Oltu ilçesinde çıkarılan bu siyah renkli taş çeşit çeşit model ve takılarla şehre dışarıdan gelenlerin büyük ilgisini çekiyor. Son yıllarda Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Kıymetli Taşlar İşleme Atölyesi’nin de katkıları ile ivme kazanan sektör, şehrin ekonomisine de büyük katkı sağlıyor. Klasik tasarımların yanı sıra yeni çizgilerin de işlendiği oltu taşından, takının yanı sıra tesbih ve ağızlık yapılıyor. Asırların birikimini bir çırpıda anlatmak
kolay değil elbette. Kendi penceremden gördüklerim ve yüreğimden damıttıklarımla bir Erzurum tablosu çizmeye alıştım.
Her göz başka görür, her yürek kendince yorumlar karşısındakini. Paylaşmış olduğum yaşamdan kesitlerin bir kısmı yok artık şehir hayatında ama bir yaz günü ciğerlerinize çekeceğiniz serin yayla havasında içinizde hissedebilirsiniz bu kentin ruhunda yaşattıklarını. Çünkü ,değerli bilgi ve hatıraları ile yazımı zenginleştiren annem Leyla Korucu ve babam Servet Korucu gibi eski kuşaklar, bu kültürün sıcaklığını yüreklerinde taşıyorlar hala. Ve bir çocuk saflığı ile annemin manilerini, babamın hikayelerini dinlemek beni de o yaşanmışlıkların bir parçası yapıyor. Farklılaşan insan ve ilişkiler gerçeğine rağmen...
Şimdilerde şehir insanının ortak kaygısı Erzurum’un iktisadi gelişiminin nasıl sağlanacağı. Bu yüzden kültürel ve doğal
zenginliklerini fırsata dönüştürmenin yolları aranıyor. Hazırlıklarına devam edilen 2011 Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları’nın arzu edilen gelişim sürecini başlatması ise tüm Erzurum severlerin ortak temennisi
Bir şehri anlatmaya başlarken sokaklar, binalar, simalar ya da damağımda kalan bir tat ilham olur kimi zaman. Duygulara tesir edenler kelimelerde hayat bulur ve paylaşma kaygısıyla telaşlı olur bazen cümleler. Hele bu anlatılacak şehir emleket
olunca, parmaklar daha bir dolanır birbirine… Nereden başlamalı söze derken, değerli olanı yakalamaya başlar kelimeler
ve cümleler ardı ardına dizilip yol alır derin, beyaz ve en bilindik yolda.

Dünya Markası New York
Varlığından dünyadaki birçok insanın haberdar olduğu bir ülke Amerika. Politik uygulamaları, kitle iletişim araçlarını kullanma gücü, özellikle gelişmekte ve gelişmemiş olan ülkeler üzerinde yarattığı ekonomik bağımlılık nedeniyle herkes bu ülke hakkında az ya da çok bir fikre sahip. Dünya film endüstrisinde neredeyse tekel olan Amerika Birleşik Devletleri, bütün dünya da gösterime giren her filmi ile dünya kamuoyunu yönlendirici mesajlarını rahatlıkla geniş kitlelere iletiyor. Birçok ülke kendini anlatabilmek için ciddi tanıtım bütçeleri oluştururken, Amerika bu işten büyük gelirler elde ediyor. Dünyadaki bütün eleştirilere rağmen Amerika, yüksek medeniyet seviyesini yakalamış bir ülke. Kendi vatandaşları için her türlü yüksek yaşam standartını ortaya koymuş durumda. Amerikalılar yüksek vergiler vermelerine rağmen bunun karşılığını hizmet olarak alıyorlar. Kilometrelerce uzanan otoyollar, şehri baştan sona saran ulaşım ağı, ucuz yakıt ve temel tüketim maddeleri, iletişim olanaklarındaki kolaylıklar ve hayatı kolaylaştıran birçok olanağa dünyanın birçok yerinden daha kolay sahip olabiliyor Amerikalılar.
Markalar Dünyası New York
Bir markalar bütünü olan Amerika’nın en tanınmış ürünü New York. Köprüleri, yolları, parkları, binaları, gölleri, nehirleri, evleri, restaurantları, sanatsal aktiviteleri, gece hayatı ve dünyanın dört bir yanından insanlarıyla dev bir metropol. İnsanı sarsan, saran, düşündüren güzellik ve güce sahip bir şehir.New York sadece Amerika değil dünyanın merkezi gibi. Her ulustan her türlü vasfa sahip insan, yer edinme çabasıyla, kendi küçük dünyasını kurmuş bu şehirde. Belli uluslar belirli yerlerde yoğunlaşmış. Mesela iki ay boyunca kaldığım Queens’te Hint kökenli insanlar yoğunluktaydı. Bir Türk olarak bizimkiler nerede bulunur diye düşünüp araştırdığımda, göçebelik geleneğini burada da sürdürdüğümüzü anladım.New York insanı hem ezen hem de yücelten bir etkiye sahip. İnsanlar gönüllü köleler gibi bu şehirde hem yaşıyor hem de bu şehri yaşatıyor. Bu sebeple kent tahrip edilmemiş. İnsanlar kentlilik bilinci ile hareket ediyorlar. Beni en çok etkileyen insanların birbirlerinden esirgemedikleri tebessümleri ve nezaketleri oldu. Yanlış bir davranış karşısında özür dileme alışkanlığına sahipler. Bu manada Amerikan hükümetinin dünyayla olan iletişiminde New Yorklular’dan öğrenecek çok şeyi var.
Amerika’nın gücüne arka çıkarcasına, New York’ta herşey dünya ölçeklerini zorlayan bir büyüklükte. Binalar, yollar, köprüler, araçlar, parklar ve okyanus..... Manhattan sokaklarında yürürken, önünüzü kesen ya da tepenize çöreklenen dev yapıların muhteşem tasarımları insanda tedirgin bir hayranlık uyandırıyor.
Mavi, Yeşil ve Gri...
New York’u düşünürken aklıma mavi, yeşil ve gri renkleri geliyor. Su, toprak ve bu ikisinin insanoğlunun zeka ve dehasıyla çağdaş standartlardaki birleşimi. Su, bazen nehir, bazen göl, bazen de gri tonlardaki okyanusun dalgalarında yaşama temas ediyor. Ve bu doğal güzellikler öylesine korunmuş ve öylesine donatılmış ki. Göllerde yüzen yeşil başlı ördekler ve zarif kuğulara nispet, çelik gövdeleri ile ve suyun bağrına sapladıkları bacakları ile köprüler, şehrin silüetindeki yerlerini almışlar. Bu köprülerin en ünlüsü arkasına Manhattan’ı alarak defalarca fotoğraflara konu olan Brooklyn köprüsü. 1883 yılında açılan köprü hem metro, hem araç hem de yaya trafiğine olanak sağlayacak şekilde iki katlı olarak inşa edilmiş.Geniş yollarına rağmen New York’da özellikle şehir merkezlerinde ciddi oranda trafik sorunu yaşanıyor. Bir de Manhattan’ın insanı şaşırtacak derecedeki bozuk yolları eklenince; alışık olduğumuz araç keşmekeşi yaşanıyor.New York’ta insanların rekreasyon ihtiyacı ihmal edilmemiş. Çok sayıda park tasarlanmış. Son derece geniş alanlarda inşa edilmiş bu parkların en ünlüsü Central Park. Bu yıl kuruluşunun 150. yılı kutlanan park içerisinde çok sayıda aktiviteye imkan verecek olanaklar var. Oyun alanlarından, hayvanat bahçesine, spor alanlarından, dinlenme alanlarına kadar; bir parkın insanlara verebileceği bütün olanakları sunuyor. Prospect, Marine ve Forest Park New York’un diğer büyük parklarından birkaçı...Havanın sağı solu belli olmuyor New York’ta. Okyanus şehri olmasından kaynaklanıyor olsa gerek; zaman zaman çıkan rüzgar insanlara güç anlar yaşatıyor. New York’un havasından bahsetmişken ayazına değinmemek olmaz. Deneyimsizliğim sonucu hazırlıksız çıktığım Manhattan sokaklarında ayazdan sızlayan kulaklarım ve suratımın acısını unutamam. Bir Erzurum çocuğu olarak bu denli etkilenmiş olmamdan ayazın yakıcılığını tezahür edebilirsiniz.
New Yorklular’ın sabah telaşı
Sabahın erken saatlerinde başlayan hayat, koşuşturan insan manzarasıyla bir arı kovanını andırıyor. New York’ta insanlar öylesine kendiyle başbaşa ki yanıbaşında duran kişinin ne olduğu ya da ne yaptığı ile ilgilenmiyorlar. Bu kadar bireyselliğe rağmen gözlerini yakaladığınız insanlardan sıcak bir tebessüm almanız içten bile değil. Bir insana hem çok uzak hem de çok yakın olmanın hissini aynı anda yaşayabilmek mümkün. Tıklım tıklım dolu metroda insanlar kendilerine yer edinme çabası içerisindeyken bile son derece nazikler. Beni şaşırtan bir başka hususta bilinenin aksine ulaşım araçlarında yaşlı, hamile ve engelli vatandaşlara karşı gösterilen saygılı tutum oldu. Araçlar yayalara karşı öylesine saygılı ki adımınızı kaldırımdan aşağı doğru attığınız anda sürücüler yavaşlıyor. Yeşil ışıkta geçerken bile araçları kontrol etme alışkanlığına sahip biri olarak yaya güvenliğinin verdiği rahatlık ile dolaştım New York sokaklarında.Metroda yolculuk yaparken dağ gibi binaların altından geçtiğimi düşündükçe korku ve şaşkınlıkla karışık hisler duyuyordum. İlk zamanlar şaşkınlıkla seyrettiğim bir başka olay da metro raylarında gezintiye çıkan fareler. Metro beklerken her an gözünüze bir fare çarpabilir. Bu durumun nedeni ise metro hatlarının fareleri cezbedecek kirlilikte olması. Farelere rağmen müzik ve dans gösterileriyle New York metrosu günün belirli saatlerinde yolculara keyifli anlar yaşatıyor.Yer altından yer üstüne çıktığınızda köşe başlarında seyyar kahve satıcıları hemen dikkati çekiyor. Böylesine tesadüf mü denir bilinmez ama 33. Cadde üzerinde, köken olarak Ankaralı olan Celili isimli bir kahveci vardı. Her sabah bozuk aksanı ile bana “nasilsin“ dediğinde refleks olarak kendimi “I’m fine“ demeye hazırladıktan sonra; ‘iyiyim sen nasılsın’ cevabını veriyordum. Ardından da kahvemi alıp, derse girmek üzere Amerika’nın en yüksek binası olan Empire State’in 6. katında bulunan Geos dil okuluna doğru yöneliyordum.
Fifth Avenue
İkiz kulelerin yıkılmasının ardından meşhur beşinci cadde üzerindeki Empire State turistlerin gözdesi olmuş. New York’u kuşbakışı izlemek isteyenler bu binanın 83. katına çıkarak kenti temaşa ediyorlar. Onlardan biri de bendim. Akşam vakti çıktığım Empire State’in en üst katından New Yok, ışıklar altında muhteşem görünüyordu.
Çılgın Japon Gençliği
Kursun ilk günlerinde kendimi bir Asya ülkesindeymiş gibi hissettim. Hemen hemen herkes çekik gözlü idi. Birkaç Avrupalı öğrenci ve hocalar hariç etrafımdaki herkes birbirine benziyordu. Dünyaca geleneklerine düşkün olarak bilinen Japonlar ise Newyork’un en çılgın yabancı topluluğu. Birçok Japon genci kendinden kaçarcasına fiziksel görüntüleri üzerinde ilginç denemelerde bulunmuşlardı. Rengarenk saçlar, burunlara takılmış firketeler, her an düşecekmiş gibi duran pantolonlar... Geleneksellikten bahsetmişken özellikle Queens’de allı yeşilli, simli, pullu kıyafetleri ile Hint kökenli kadınlar ve pospos sakal bıyıkları, başlarında sarıkları ile erkekler globalleşme de neymiş der gibiydiler.
Yetmişiki Millet Amerikalı
Farklı ulusların varlığı, farklı inanışları da bir arada yaşama olanağı sağlıyor. Özellikle Manhattan sokaklarında yürürken siyah kıyafetleri, şapkaları ve bukle bukle faulleri ile her yaştan Yahudiye rastlamak mümkün. Kitle iletişim araçlarının bize sunduğu Amerikalı tiplemesiyle Manhattan sokaklarında karşılaşmak biraz zor. Bu kozmopolit yapı Amerika’nın her yıl dünyanın dört bir yanından insana çekilişle yeşil kart vermesinin eseri. Tabii ki kaçak yollarla ülkeye giren ve aynı şekilde yaşamını sürdüren insanların sayısı da hayli fazla. 11 Eylül 2001’den sonra ülkede yabancılara karşı politikalarda sıkı uygulamalara gidilmiş olsa da; şimdilerde asayiş berkemal görünüyor. 11 Eylül saldırıları çeşitli vesilelerle hafızalarda canlı tutulmaya çalışılıyor. Yapılabilecek güçte iken, ikiz kulelerin yerine hala yeni binaların inşa edilmeyişi de bu çabayı destekler nitelikte.
Bir başkadır Amerika’da bayramlar
New York’da özel günler son derece coşkuyla kutlanıyor. Hallowen kutlamaları için hazırlıklar günlerce önceden başladı. Her taraf bal kabaklarıyla dolup taştı. Kostüm satan dükkanlarda insanlar kendilerine Hallowen partileri için kıyafetler satın alma telaşına düştü. Dindar Hristiyanların pek itibar etmediği bu kutlamalar özellikle gençler tarafından çok büyük coşkuyla kutlandı. Her yıl Kasım ayının üçüncü perşembesi kutlanan Thanks Given ise bütün Amerikalıların itibar ettiği bir gün. Ailelerin bir araya gelerek hindinin baş yemek olduğu bir menüyle yemek yedikleri bu gün, asırlar önce İngiltere’den Amerika kıtasına gelen bir grup insana yerli halkın gösterdiği yardımseverlik karşısında duyulan şükran duygusunu temsil ediyor. Fakat sonradan yerli halkın maruz kaldığı muameleyi anlatan herhangi bir olaya rastlamak mümkün değil pek tabii ki! Bu hazırlıkların en coşkulusu yeni yıl kutlamaları için yapılanlar. Yaklaşan noel nedeniyle evler büyük bir özenle süsleniyor. Bu işi abartan bazı Amerikalıların evleri noel için süs eşyası satan dükkanları andırıyor. Sadece evler değil sokaklar, caddeler heryer ışıl ışıl noel öncesi. Bütün radyo istasyonlarında Noel şarkıları çalınıyor, televizyonlarda Noel filmleri gösteriliyor. Herkes ortak duygularla merhaba diyor yeni bir yıla. New York’ta Ramazan bayramı geçirmiş olmanın da yarattığı etkiyle, bizim bayramlarımızın da böylesi coşkuyla kutlanması temennisi uyandı içimde.Ramazan ayında iftar vakti oruç açmak için yemek aramanın verdiği sıkıntı gurbet elde özgürlüğün sınırlarını yeniden düşündürttü bana. Neyse ki birkaç iftarı Türk yemeklerinden oluşan menüyle açmak nasip oldu. Bu yüzden sıcak iftar sofraları için Ünal ailesi ve Liman Restaurant sahipleri ile çalışanlarına teşekkür ederim. Tanımış olmaktan mutlu olduğum ve iki ay boyunca evlerinde ikamet ettiğim Jenny ve Russel’a da misafirperverliklerinden dolayı müteşekkirim. Ayrıca ev arkadaşlarım yardımsever Yalçın, sıcakkanlı Flora, çılgın Hira ve evin küçüğü Chris ile çok keyifli günler geçirdik. Evinde konaklayan her gence bir anne şefkatiyle yaklaşan Jenny ve espritüel eşi Russel dindar insanlardı; her pazar kiliseye giderlerdi. Ben de birgün onlara eşlik ettim. Modern mimarisi olan bir kiliseydi. İlahiler okundu, bağışlar toplandı, vaaz verildi ve sonunda da kahve eşliğinde kek ikram edildi. Org sesini işittiğimde Ney’in gönülleri bilinmez huzur alemlerine yol aldıran sükunetini düşündüm. Ve o an ayakta ilahiye eşlik eden insanların yüzüne baktığımda gördüm ki herkes kendince ve doğru bildiklerince mutlu oluyor.
Yemekler de Dünyadan
Yeni dünya Amerika’da dünya mutfaklarından oluşan karma bir yemek kültürü mevcut. Özellikle Çin ve İtalyan restaurantlarına sıkça rastlamak mümkün. Fakat Amerikan mutfağı nedir diye düşünüldüğünde, obezite hastalığını bu kadar yaygınlaştıran fast food yemek tarzı ile hamburger ve coladan başka bir şey gelmiyor akla.Sahiplenilmeye Çalışılan Dünya KültürüAmerika New York’ta yeni bir kültür birikimi oluştururken, köklerini suni uzantılarla geçmişe saplamaya çalışmış. Dünyanın dört bir yanından farklı medeniyetlerin kalıntılarını topladığı Metropolitan Sanat Müzesi’nde, dünün, bugünün ve yarınların dünyasının merkeziyim diyor adeta. Tarsus’tan çıkarılan taş bir lahdi bu müzenin girişinde görünce derin düşüncelere dalmaktan kendimi alamadım. New York’ta bu tarzda oluşturulmuş çok sayıda ve değişik muhtevada müzeye rastlamak mümkün. New York, kültürel ve sanatsal aktiviteler bakımından da dünya kentleri arasında çok önemli bir yere sahip. Broadway’de yer alan bir çok sahne ünlü müzikal ve tiyatro eserleri için perdelerini açıyor. Dünyanın hayranlıkla izlediği film yıldızları ise merkezi New York’ta bulunan yerel ve global birçok TV kanalında yayınlanan talk show programlarında sıkça boy gösteriyor. Yanısıra, tıpkı bizim kanallardaki gibi sitcom tarzı dizilerin eski ve yeni bölümleri değişik kanallarda oynatılıp duruyor. Bir oyuncunun yaş açısından değişik versiyonlarını, aynı anda kanallarda görmek mümkün.
My Sweet Home
Amerika insan duyguları hesaba katılarak yapılanmış bir ülke. Herşey öylesine yerli yerinde ve öylesine bütünleşmiş ki etrafıyla, bunun ne işi var burada dedirten unsurlara rastlamak çok zor. Şehir merkezinde yükselen gökdelenlerin aksine; yerleşim birimlerinde, bahçelerinin içine özenle inşa edilmiş müstakil evler, sıcak bir yuva kavramının dış koşullarını oluşturmuş gözüküyor. Bu şirin, bazen de gösterişli Amerikan evlerinin içinde, hangi duyguların yaşandığını tam olarak anlamak mümkün olmasa da; ilişkilerin güven esaslı kurulduğu gözden kaçmıyor. Güven, insanları hem birbirlerine hem de devlete bağlayan en güçlü duygu. Bu yönüyle dış tehditlerin en çok hedef aldıkları ve Amerikan hükümetinin de en çok korumaya çalıştığı olgu güven duygusu.Amerika insanlardan verdiği kadarını alıyor. En çok da Amerikan vatandaşı olmayanlardan. Çok trajik gurbet öyküleri var New York’ta. Yıllarca sevdiklerinin yüzünü göremeyen insanlar özlemlerini, ülkemizle kıyaslandığında hayli ucuz olan, telefon görüşmeleriyle gidermeye çalışıyorlar.Günübirlik ziyaret ettiğim Wahshington bana Ankara’yı anımsattı. New York ve Wahsington’u düşününce İstanbul ve Ankara kıyaslaması yapmadan kendimi alamadım. Biri finansın diğeri siyasetin merkezi. Dev bakanlık binaları ve ünlü Beyaz Saray’ı ile Washington, Amerika Birleşik Devletleri’nin otoritesi ile yüzleştiriyor herkesi.
◄
1/3
►