top of page

Text.

Ermenistan

Orada bir komşu var uzakta…

 

En bilindik en uzak olabiliyor bazen. Ortak hafızaların temeli olan asırlık yaşam birikimlerinin önüne dikilen yüksek duvarlar iki toplumu sadece coğrafya olarak değil duygusal olarak da uzak kılabiliyor. Tüm bunlara rağmen yakın olmayı istediğim o topraklara, dedelerimin komşularının torunları ile tanışmak için çıktım yola. Sadece güzel olanı isteyerek. Çünkü iyiliği düşünmemi bana öğütleyen bir inancı yaşamaya çalışıyorum. Bu yüzden özel bir seyahatti benim için Ermenistan’a yolculuk. Ve ben heyecanlıydım…

İlk tanışma Atatürk Havalimanı 
Ermenistan seyahatim için gece yarısı yol arkadaşım Nagihan Haliloğlu ile birlikte Atatürk havalimanındayım. Bizimle birlikte aynı yöne gidecek olan çoğunluğu Ermeni diğer yolcularla birlikte yaklaşık 1 saatlik rötarle uçaktaki yerlerimizi aldık. Ermeni halkının güncel gerçeği ile yanımızda oturan genç bayanın hikayesi sayesinde yolculuğumun hemen başında tanıştım. Türkiye’de çalışan genç bir kadındı yol arkadaşım. 35 yaşına rağmen en büyüğü 18 yaşında iki çocuk sahibi olan bu kadın, ülkesindeki zorlu koşullar nedeniyle Türkiye’de kazandığı parayla çocuklarının geçimini sağlayamaya çalışıyordu. İçerisinde bulunduğu hassas koşullar nedeniyle biraz tedirgin ama halinden memnun görünüyordu. Derme çatma Türkçesi ile hayatından kesitleri tüm samimiyetiyle paylaştı bizimle.
İki saatlik yolculuk ve vize işlemlerinin ardından konaklayacağımız Erivan Üniversitesi Misafirhanesine gitmek üzere taksiye bindik. Taksi de tıpkı şoförü gibi hayli yaşlıydı. Binmeden önce ücretin ne kadar olduğunu sorduk. Yaşlı taksi şoförü “ yegirmi “ Dolar dedi. Erivan’a doğru ilerlerken iletişim kurmaya çalıştığımız taksi şoförü dilinin döndüğünce Azeri Türkçesini biraz bildiğini söyledi. Uykusuzluğunda etkisiyle iletişim çabalarına bir son verip yol boyunca seyre daldım. Benim en büyük derdim Ağrı Dağı’nı görmekti. Meraklı gözlerle yol boyunca Ağrı’nın heybetini görmeyi umdum. Bu duygularla yol alırken günün ilk ışıklarıyla kalacağımız binanın önüne geldik.

3000 yıllık kent
Sabahın ilk saatlerinde yerleştiğimiz misafirhanede bir iki saatlik uykudan sonra Erivan ile gündüz gözüyle tanışma vakti gelmişti. Ermenistan ile ilgili seyahat tavsiyelerinde özellikle görülmesi gereken Garni ve Geghard’ı gezebilmek için 4-5 saatlik bir tura katılmak üzere Mashots Caddesi boyunca yürümeye başladık. Bulgaristan seyahatimde de dikkatimi çeken komünizm döneminden kalma devasa binalar ve geniş yollar zamanı biraz gerisinde yaşıyormuş hissi yarattı bende. Zira hayatım boyunca hiç görmediğim model ve yaşta taşıtlar da bu izlenimlerimi güçlendiriyordu. Opera binası, caddenin en belirgin yapılardan biriydi. Bu ilk izlenimlerin ardından tur şirketinin önünden Garni’ye doğru yola çıktık. İşinin gereğini yerine getirme gayretini taşıyan genç rehberimiz eşliğinde kısa bir Erivan turu yaptık. Aldığımız bilgiye göre yaklaşık 3000 yıllık tarihe sahip olan Erivan’ın bugünkü kent planı bir Türkiye Ermenisi olan Aleksandr Tamanyan tarafından 1924 yılında hazırlanmış. Ardından muhteşem dağların ve şirin köylerin arasından geçerek Garniye vardık.

 

 

 

Tarih ve doğanın ihtişamı: Garni ve Geghard
Her turistik merkezde olduğu gibi burada da geleneksel yiyecek ve kültürel öğelerle tasarlanmış hediyelik eşyalar satan insanlar karşıladı bizi. Satılan yiyecekler o kadar tanıdıktı ki bir an kendimi Anadolu’nun bir kasabasında zannettim. Kayısı kurusu, pestiller, cevizli sucuklar…
Garni’yi cazibe merkezi haline getiren ise eşsiz güzellikteki vadi ve 2. yüzyıldan kalma Roma tapınağıydı. Pagan Roma döneminde inşa edilen bu tapınak klasik Helenist dönemi yansıtıyor . Bu tarihi yapıdan daha da etkileyici olan ise alabildiğince yeşil ve derin Garni Vadisi’ydi. Ayrıca tapınağın bahçesinde dalından yediğimiz kiraz ve dutların da tadı damağımda kaldı. Dut demişken iletmem gerekir ki tıpkı Erzurum’da olduğu gibi burada da “ tut “ deniyor bu nefis meyveye. Garni turumuzu tamamlamak üzereydik ki yaz yağmuru başlayıverdi. O nefis toprak kokusunun havaya karışmasıyla birlikte bizler de tur minübüsüne binerek yönümüzü Geghard’a doğru çevirdik.
Dağların yamaçlarından ilerleyerek vardığımız Geghard’da bu kez Ermeni mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan Geghard Manastırı bulunuyordu. Burada da bizi ilk karşılayan tamamı kadınlardan oluşan satıcılar oldu. Hepsinin yüzünde hayatın zorlu süreci okunan bu yaşlı teyzeler satış yapabilmek için oldukça gayret sarfediyorlardı. Özellikle üzerine çeşitli şekiller yaparak pişirdikleri ekmekleri anlatıyorlardı bir gayretle. Geghard coğrafi olarak oldukça etkileyici bir konumda. Yüksek dağların arasındaki vadiye konumlanmış olan kilisenin hemen yakınında dev kayalıklara kazınmış tabletler ve mezarlar bulunuyor. Yükseklerden akan derenin kıyısında bulunan birkaç dilek ağacına bez parçaları bağlanmış bir kaçına da çiçek çemberleri asılmıştı. Derenin üzerine kurulmuş küçük bir köprü ile de ziyaretçiler karşı tarafa geçebiliyorlardı. Aktif olarak ayinlerin yapıldığı Manastır’da her yaştan Ermeni mum yakarak ibadet ediyorlar. Bu güzel mekanın bir çok açıdan fotoğrafını çekebilme gayreti ile koşuştururken on dakikalık bekletmenin ardından özür dileyerek tur minübüsüne bindim. Rehberimizin anlatımı eşliğinde yeniden Erivan’a vardık.

 

 

İlk el yazması İncil
Bir sonraki hedefimiz 100 binden fazla doküman ve el yazması kitapların yer aldığı Erivan Materadaran El yazmaları Müzesi’ni gezmekti. Müzeye vardığımızda bir rehber eşliğinde müzeyi gezmenin daha iyi olacağına karar vererek sergilenen eserler hakkında bilgi almaya başladık. Çok değerli eserlerin bulunduğu müzede ilk elyazması İncil de dahil olmak üzere Ermeni edebiyatına ilişkin önemli kaynaklar bulunuyor. Ermenilerin dünyada Hıristiyanlığı devlet olarak ilk kabul eden millet olması Materadan’daki kaynakların zenginliğinin en önemli nedenlerinden. Bu önemli müzeyi ziyaretimizin ardından Erivan sokaklarında gezintimiz devam etti. Yemek ihtiyacı baş gösterince de tercihimizi İran mutfağından yana kullandık. Zira gezi boyunca Ermeni mutfağını tatma fırsatı bulacaktık. Safranlı pilav, güveçte kuru fasulye ve kuzu haşlamadan oluşan yemek ziyafetinin ardından bizi en çok memnun eden porselen çaydanlıklarda demlenen çayı cam bardaklarda içmekti. Sonrasında yine ver elini Erivan sokakları… Dev blok binaların arasında uzanan geniş caddelerin ardından Erivan’ın merkezi konumundaki Cumhuriyet meydanına vardık. Klasik Ermeni taş işçiliği ile komünizm döneminde inşa edilen Başbakanlık Konutu, Devlet Müzesi, Ulusal Galeri, Dışişleri Bakanlığı ve Armenia-Marriott Oteli’nden oluşan dev binaların ortasında havuzlar ve küçük çeşmeler süslüyor meydanı. Şehrin muhtelif yerlerinde olduğu gibi burada da ilginç kıyafetleri ile asayiş memurları dolaşıyorlar etrafta. Bu görevliler dışında ayrıca polis teşkilatına ait görevlilerde bulunuyor. Meydanı arkamızda bırakarak günün yorgunluğunu gidermek için kafelerin yoğunlukta olduğu bir yerde oturduk. Bu esnada Türkiye Ermenisi olan ve yıllardır Ermenistan’da bulunan Samwel ile buluştuk.

Merdivenlerden Ağrı’yı temaşa
Ve ben hala Ağrı’yı görememiştim. Bu konuda Samwel’e dert yanarken, kendisi merdivenlere çıkmayı önerdi. Çünkü “ Cascade “ olarak bilinen merdivenler Ağrı’nın en iyi görüldüğü yermiş. Merdivenlerin yapımına Sovyetler Birliği zamanında başlanmış ve birliğin dağılmasının ardından zafer anıtının bulunduğu en üst kısım hala tamamlanamamış. Kahvemizin ardından Cascade’ye ilerlerken şehir merkezinden ilk kez Ağrı dağı ile karşılaştım. Hayatım boyunca hiçbir doğa parçası karşısında duymadığım heyecanı duydum. Adımların daha da hızlandı merdivenlere doğru. Yürüyen merdivenlerden hızlıca çıktık Cascade’nin zirvesine ve Ağrıyı seyre daldık. Fakat Samwel’in de dediği gibi Ağrı dağı nazlıydı. Öyle her vakit gösteremezdi kendini. Güzel bir yaz gününde hoş sohbet eşliğinde beklemeye başladık Efsane’nin başındaki dumanların dağılmasını. Gün batımına doğru misafirperverce kendini göstermeye başladı azar azar. Bu haliyle bile defalarca deklanşöre basmama rağmen içime sinen bir kare elde edememiştim. Sevgili Samwel ise bir de sabah erken saatlerde şansımı denememi söyledi. Ben de bu tavsiyeye uyarak heyecanımı yarın sabaha sakladım. Son derece yoğun geçen bir günü ardından dinlenmek üzere misafirhanenin yolunu tuttuk. Güzel bir uyku sonrası sabah erken uyanarak heyecanla merdivenlere doğru yola koyuldum. Kaldığım yere 5 dakika uzaklıktaydı. Kısa bir yürüyüşün ardından merdivenlerin tepesine tırmandım. Ve bizlerin bildiği ismiyle Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı Ermenilerin ifade ettiği gibi Sis ve Masis öylece duruyordu karşımda. Fazla zamanım yoktu çünkü Konferansın olduğu şehre gitmek üzere 9.00’da Mariot Otel’in önünde olmamız gerekiyordu. Bu kısıtlı zaman içerisinde kareler almaya çalıştım. Henüz yüreğimden geçen kareyi yakalayamadığımı biliyordum ama şansımı denemiştim. Herşeye rağmen Ağrı dağını Erivan’dan izlemek çok önemli bir deneyimdi. Ermenilerin bu dağı neden bu kadar önemsediklerini bir kez daha anladım. Öylesine bir güzellikti ki orada duran bir dağın çok ötesinde bir efsanenin yaşayan ruhuydu. Ve bir gün yeniden onu görebilmek için burada olmalıydım. Öncesinde de Ağrı’dan onu görebilme umuduyla.

 

 

Türk Dünyası, Kafkaslar ve İran…Seyahatimin ikinci gününde katılımcı olduğum ” The Turkic World, the Caucasus, and Iran: Civilisational Crossroads of Interactions “ Konferansı için Tsakhkadzor şehrine gitti. Açılış oturumu ve paralel oturumların ardından akşam yemeğinde heyet ile bir araya geldik. Uluslararası düzeyde yoğun bir katılımın olduğu konferansta İran ve Gürcistan’dan yoğun olmak üzere cok sayıda bilim adamı bulunuyordu. Fakat ne yazık ki Türkiye’den akademisyen bir tarihçi yoktu. Ermenilerin yemek ritüeli olan tost yapıldı ilk gün. Bu geleneğe göre yemek süresince söyleyecek sözü olan önündeki bardağa vurarak söz alıyor ve başlıyor konuşmaya. Açılış ve kapanış yemeğinde son derece hoş duygu ve düşünceler paylaşılmış oldu böylece.Konferansın üçüncü günüde kahvaltı sonrası oturumlar başladı. Yol arkadaşım Nagihan ve ben öğleden sonra bir taksi ile Erivan’a kaçtık. Çünkü ısrarla tavsiye edilen Vernisaj pazarını görmek istiyordum. Erivan’a giderken muazzam güzellikteki dağlar ve bulutlar karşısında hareket halindeki taksiden fotoğraflar çekmeye devam ettim. Ermenistan heykellerin oldukça yoğunlukta olduğu bir ülke. Issız yollarda bile her an karşınıza bir heykel çıkabilir. Genellikle önemli kişiler ve olayları anlatan heykeller bunlar. Nedenini tam olarak anlayamadığımız trafik cezası biraz canımızı sıksa da şehre vardığımızda Cumhuriyet meydanında bir kahve keyfi ile neşemiz yerine geldi.Düğün alayıMeydanda kornalar çalarak meydanda turlayan, aynalarına beyaz havlular bağlamış düğün alayları kendimi Türkiye’de gibi hissettirdi bana. Meydanın hemen yakınında kurulan Vernisaj pazarına vardığımızda ise rengarenk bir dünya ile karşılaştım. Ermeni kültürünün renkli dünyasını da yansıtan bu ortamda en çok dikkatimi çeken Erzurum, Zeytun, Van gibi isimleri verdikleri bebekler ve ikinci el akordiyonlardı. Öyle ki taşıma güçlüğüne rağmen bir akordiyon satınalmaktan kendimi alıkoyamadım. Pazarda yürürken insanlara Türk olduğumuzu söylediğimizde hemen herkesin söyleyecek bir sözü vardı. Ya birkaç kelime ya da oralardan bir bağlantıya dair. Son derece ağır olan akordiyon yüzünden Erivan’da gezinti yapmak biraz güç görünüyordu. Bu sebeple Tsakhkadzor’a dönmek üzere yine kendisi kadar yaşlı olan bir amcanın taksisine bindik. Birkaç hasbihalin ardından şarkılar türküler eşliğinde yolun keyfini çıkarmaya başladık. Taksinin su kaynatması ile küçük bir molanın ardından taksi şoförünün farklı bir güzergahtan bizi götürmesi keyfimizi daha da artırdı. Yolda içerisinde heykel olan bir gölün kenarında kısa bir mola verdikten sonra otele vardık.

 

Mavi yeşil derinlik
Tsakhkadzor kışın kayak yapılan gözde bir yer. Ayrıca çok eski iki kilise de bulunuyor burada. Küçük bir kasaba ama nefis dağ havası ve düzenli yapılaşması ile son derece sıcak bir yer. Akşamın serinliğinde bu eski kiliseleri görmek üzere yokuş tırmandık. Tipik ermeni mimarisini yansıtan bu yapıları görmek, acımasızca ısıran sivrisineklere rağmen güzeldi.
Son derece yoğun geçen üç günün ardından hem sunumumu yapacak olmanın heyecanını ve Ermenistan’daki son günüm olmasının hüznünü taşıyordum. Son gün oturumlar olurken kendi sunumumu yaptıktan sonra organizasyon komitesinden Khacihck’in de önerisiyle teleferiklere binmek üzere otelden ayrıldık. Otele birkaç kilometre uzaklıktaki bu alan kışın karla kaplıyken, yazın yemyeşil dağları masmavi gökyüzü ve pamuk gibi bulutları ile doyumsuz bir seyir sunuyor.

 

 

 

 

 

Öğleden sonra konferansın kapanış programı ardından yenilen yemek sonrası Organizasyon komitesi tarafından Sevan Gölü’ne götürüldük. Ermenistan’ın ve Kafkasya’nın bu en büyük gölünün Türkçe adının Gökçe olduğunu öğrendim. Yaz aylarında insanların sularında serinlemek için tercih ettiği gölde feribot seferleri de yapılıyor. Yüksek dağlar tarafından çevrelenen göl mavi ve yeşilin müthiş uyumunu sergiliyor. Ayrıca gölü çevreleyen tepelerden birinde Ermeni Kralları tarafından yaptırılmış olan tarihi bir kiliseler de bulunuyor. 3-4 saatlik Sevan Gölü gezimizde göl kenarında otururken hetgezim isimli gölden çıkarılan bir canlı ikram edildi. Canlı olarak yeşil olan bu canlı pişince kızıl hal alıyor. Ben yememeyi tercih etsem de diğer arkadaşların çok lezzetli buldukları iştahla yemelerinden belliydi.

 

 

 



Veda zamanı…
Akşam oluyordu ve gün bitmek üzereydi. Otele dönüşümüzün ardından Konferans yetkilileri İran Konsolosluğunun Türk katılımcılar olarak ben ve arkadaşım Nagihan Haliloğlu’na yapmış olduğu nazik akşam yemeği davetini dönüş saatimiz nedeniyle geri çevirmek zorunda kaldık. Organizasyona katılanlar ile son akşam yemeğinin ardından sabah 05.00’de hareket edecek olan uçağımız için Erivan’a doğru yola koyulduk. Erivan’dan bindiğimiz taksiye yaklaşık 7 dolar para ödeyince ilk gün kazıklandığımızı anladık. Son derece güzel geçen bu seyahatte olacak o kadar deyip uçağa binmek üzere havalimanına doğru yöneldik.
Dört günlük sürede yaşadıklarım ve gözlemlediklerimden Ermeniler ile birbirimize aslında ne kadar yakın olduğumuzu anladım. Bir Erzurumlu olarak ayran aşını aynı tat ile orada yemek, lavaş ile dürüm yapmak, aynı kelimelerle kızmak ortak geçmişimizin ipuçlarını verdi bana. Ve en çok da görkemli dağları, derin mavi gökyüzü, yaşlı kadınların çilekeş yüzleri ve bu seyahatimde tanıma fırsatı bulduğum Prof. Dr. Boghos Zekiyan’ın umut aşılayan duygu ve düşünceleri kaldı aklımda. Hülasa, yaşanan bütün siyasi ayrıştırma çabalarına rağmen iki halkın yüzyıllarca süren kadim dostluğun bir asırlık husumete galip geleceğine inanıyorum.

En bilindik en uzak olabiliyor bazen. Ortak hafızaların temeli olan asırlık yaşam birikimlerinin önüne dikilen yüksek duvarlar iki toplumu sadece coğrafya olarak değil duygusal olarak da uzak kılabiliyor. Tüm bunlara rağmen yakın olmayı istediğim o topraklara, dedelerimin komşularının torunları ile tanışmak için çıktım yola. Sadece güzel olanı isteyerek. Çünkü iyiliği düşünmemi bana öğütleyen bir inancı yaşamaya çalışıyorum.

Please reload

bottom of page