Dil susunca vicdan konuşmaya başlar.
Hayatın günlük güneşlik, bolluk bereket, pür neşe olduğu demlerde, anlık dokunuşlarla savaş gelir aklıma. Okuduğum romanlar, izlediğim filmlerdeki sahnelerden esinlenerek kendimi savaş ortamının çaresizliği içinde duyumsarım bir an. Tek önceliğimin hayatta kalmak olacağını düşündüğümde sahip olduğum koşulların rahatlığı batar bana. Bombalarla delik deşik olmuş bir eve sığındığımı, bir vatan umuduyla yollarda bitap yürüdüğümü, kurumuş bir ekmek parçasını büyük bir iştahla kemirdiğimi, buz gibi bir gecede titreyen bedenimin güneşe “doğ” diye yakarışlarını canlandırırım zihnimde. Tıpkı pilotların uçuş eğitimi sırasında simülasyon ile gerçeğe yakın bir ortamda bir uçuşu deneyimlemesi gibi. Ben de zihnimde benzetim yapmaya çalışıyorum ki bu benim pervasız nefsimin bile haya edip sinmesine yardımcı oluyor bir nebze.
Elbette başının üzerinde bombalar uçuşan bir çocuğun korkusunu, tecavüze uğrayan bir kadının travmasını, evladı derin sularda ruhunu teslim etmiş bir babanın çaresizliğini birebir yaşayamam. Fakat savaşın yaratacağı zorlukların beni bugünkünden çok daha başka bir insan yapacağını anlamama yardımcı oluyor bu zihinsel deneyimim.
Peki ne işe yarıyor dersiniz savaşın yıkıcılığını anlamak? Benim kendi dünyamda kendime pay biçtiğim bir ahlaki sorumluluğun bilincinde olmamı sağlıyor öncelikle bu farkındalık. Zira savaşın gerçek failinin öfke olduğunu biliyorum. Öfkenin çoğalttığı nefret olduğunu biliyorum.
Çoğalan nefretin hakkaniyet duygusunu öldürdüğünü biliyorum. Bu hissiyatla zaman zaman içimi yoklayan öfkenin, dilimi esir almasına engel olmaya çalışıyorum. Eğer bir yerlerde acı varsa orada öncelikle suskunluğa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü insan sustuğunda vicdanı konuşmaya başlar.
Yaşam bize yemyeşil bir ferahlık, masmavi bir özgürlük, bembeyaz bir duruluk, simsiyah dinginlik vermişken bizler kıpkırmızı bir öfke ile kana buluyoruz dünyayı.
Ne için? Bir hiç için yapıyoruz tüm bunları. Bizim bireysel ve toplumsal olarak diğerlerinden daha üstün olduğumuzu kulağımıza hiç durmadan fısıldayan süper egomuz yüzünden yaşanıyor tüm bu kavgalar. Affedemiyoruz bir türlü. Halbuki affetsek özgür olacağız. Mutlak iyi ve mutlak kötü damgalarımızı yapıştırıp düşman ya da dost bellediklerimizin alnına, işte o egoyu beslemeye devam ediyoruz.
Şimdi birileri bu kavgaların başka birileri tarafından kurgulanıp bizlere yaşatıldığını söyleyebilir. Bu tez doğru olabilir fakat bu örgütlü kötülüğün temelinde de kendini diğerinden üstün görme güdüsü var. Kim neyi kurgularsa kurgulasın davranışlarımızdan biz sorumluyuz. Oyun olarak gördüğümüz her türlü meselenin içinde olup olmamak bizim elimizde.
Bazen ikili husumetlerimizde kendi haksızlığımızı dile getirdiğimizde, karşımızdakinin de haklı olmadığı yanları düşünmesine vesile oluruz. Kendimize de adil yaklaşarak yanlış olduğunuz davranışlarımızı dile getirdiğimizde kimse bizim üstümüze gelmez. Kendine laf edebilene başkasının diyecek lafı olmaz.
Bireysel ilişkilerimizdeki çıkış yollarımız ile toplumsal ilişkilerimizdeki çıkış yollarımız aynı aslında. Bu sebeple güzel ülkemde yaşanan sıkıntı ortamından çıkmanın yolunun tüm kesimlerin kendi yanlış ve eksikleri üzerinde düşünmesinden geçtiğine inanıyorum. Başka yolu yok. Aksi taktirde benim zihinsel olarak deneyimlemeye çalıştığım savaş sefaleti hepimizin yaşanmışlığı haline gelir.
Yaşam aynı anda acıyı ve mutluluğu pay eder insanlığa. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insan için yaşamın yükünün ağırlaştığı demlerde bir başkası için çoşkun bir keyif alma hali yaşanıyor. Sıkıntılarımızın kaynağı bireysel olabileceği gibi toplumsal da olabilir. Eğer bir çaresizlik bizim için görünür olmuşsa tanık sıfatıyla hayat bizi o çaresizliğin bir parçası yapar ve gizli ızdırapların farkına varabilmek için bizlere ilham kaynağı olur.
Bu aralar sanal ortamlarda sıkça rastladığımız küçük bir yavrunun sahile vuran cansız bedeni vicdan sahibi herkesin hem öfke hem de merhamet damarını kabarttı.
Aslında dünyada mutlu bir azınlığın konforunun devamı için kurulan sistemin çarkları arasında masumlar can veriyor. Gözümüzün gördüğüne katlanmak zor geliyor bizlere sadece. Yüreğimizin o en insani noktasına dokunan ızdırabın yarattığı acı ile tepki veriyoruz. Halbuki bizim göremediğimiz nice körpe bedenler derin sularda can verdi ve vermeye devam edecek. Ölüme kulaç atacak kadar zorluk çeken göçmenlerin sadece cansız bedenlerine sempati duyuyoruz. İsmini bile bilmediğimiz o masum yavruyu sokakta görseydik aynı şefkat ve merhametle yaklaşır mıydık?!
Sanırım sahici olmamızın temel koşulu yapılabilecek birşeyler olduğunda merhamet duyabilmek. Neden ve sonuçlarını ayrı bir yerde tutup sıkıntı içindeki insanların elinden tutmak kabaran iyilik damarımız ile hayata can verecek. Bu sebeple yaşamını iyiliğe adayan, başkalarının derdini kendine dert eden insanların varlığına şükrediyorum sayılarının artması duasıyla.
Bu dünyadaki kısa hikayesini farkında olamadan insanlık için uzun dersler vererek nihayetlendiren bu küçük meleğin kıyıya vurmuş ıslak bedeniyle kuruyan kalplerimizi uyandırmasını diliyorum.
Hayat bir şekilde zihnimizde kurgulanan ve çok derinlerde bizi yöneten iyi/kötü, faydalı/zararlı, güzel/çirkin vs. çoğaltabileceğimiz ikilemler üzerinde yürüyor hepimiz için. Hallerimizi kavramlaştırma, anlamlandırma ve sınıflandırma refleksine sahibiz hepimiz. Bunun nedeni karşılaştığımız durumlar ile ilgili bir eylem oluşturma ihtiyacımız. Peki neden bir tepki bir eylem ortaya koymak zorunda hissediyoruz kendimizi. Bilimsel örgüler içerisinde bütün bu reflekslerin bağlantıları, sebepleri ve sonuçları hakkında araştırma sonuçları mevcut elbette. Fakat ben kendimize hakiki sorular sorarak ve cesur cevaplar vererek bu gizemi keşfetmemizin bizim hikâyemizi daha iyi anlatacağına inanıyorum.
Aklım kestiğinden beri yaşam ve bana dayatılanlar ile ilgili sorular sordum kendi kendime. Bazen ürkek, bazen cesur, bazen beklenmedik, bazen yersizdi sorularım. Duymak istemedim bazılarını, bazılarını da alıp bağrıma bastım. Sorduğum bir soru kimi zaman birikmiş bir irinin üstüne geldi ruhumu acıtan, kimi zamanda bir kapı araladı açıldığında ışığıyla, renkleriyle, sıcaklığıyla beni harikalar diyarına davet eden. Bulduğum her cevap ilk haliyle doğruydu benim için. Zamanla anladım ki cevaplar da sorular gibi doğurgan ve sürekli yeni bir gerçekliğe doğru ilerliyor. Soru ve cevaplar da benimle birlikte yol alıyor.
Gelelim yaşamda karşıma çıkan olay, kişi ve duyguları kavramlaştırma, tanımlama ve sınıflandırma refleksimin kaynağına. Aslında bu konu üzerinde düşünmeye başlamam bir diyalog içerisinde yapılan yorumla olmuştu. Bir yönüyle de tenkit edilmiştim. Karşılaştığım durumlar ile ilgili sürekli bir tanımlama gayreti içinde olduğumu ifade etmişti arkadaşım. Bu yorum karşısında önce savunmaya geçmeme ve aslında öyle olmadığını söylememe rağmen zihnimde yeni bir sorunun cevabını keşfetmek için kum saati işlemeye başlamıştı.
Yapılan bu yorum benimle ilgili bir gerçekliğe dokunuyordu ve çok kıymetliydi. Tüm duyularımla içimin derinliklerine doğru nazikçe ilerlemeye başladım. Bu yol alışta bulmayı beklediğim ya da beklemediğim şeylerden azade olmamın gerekliliğini seziyordum. Olabildiğince, yapabildiğimce kopuk ve akışkan ilerlemek için tıpkı kendi içimde bir ziyaretçi gibi. Hanının da hancının da ‘ben’ olduğu bir seyahat deneyimiydi bu.
Gördüm ki yaşamın bütünlüğünü tehdit eden bir bölücüyüm ben. Sürekli ayıklama yaparak zihnimin ve dolayısıyla var oluşumun dengesini bozuyorum. Bölüp parçaladığım haller arasında atlaya zıplaya gidip geliyor ve bu değişkenlik içinde zihnimin gevezeliklerine maruz kalıyordum. Uzaktan bakınca çok yorucuydu bu halim. Bunu gördüğümde durmak istedim. Bölüp parçaladığım o kadar şeyi bir bütün haline getirebilir miydim ya da getirmeli miydim? Bu da ayrı bir çabaydı. Gerek yoktu. Karanlığı kovalayan her gün doğumu yeni bir yaşamı müjdeler. Işığı gördüğümün sonrasındaki anlardı benim varlığım artık. Tüm yaratılışın hakikatiydi “birlik” ve ben tevhidin bir zerresi olarak kâinat içindeki varlığımı hissetmekle yükümlüydüm. Var olmak hissetmek değil miydi zaten? Keşfinin coşkusuyla kollarını sonsuzluğa açmak ve dolu dolu gülümsemek…
Hayatın öznel ya da nesnel gerçekliğini duyumsama arzumda beni sekteye uğratan, yoran bu tanımlama, sınıflandırma ve yorumlama çabamın arkasında pamuktan dağlar gibi duran korkularımla yüzleştim kendi içimde akıp giderken…
İnciniriz kimi zaman. Vücudumuza gelen bir darbe ile ağrı duyar hale geliriz. Elimiz, ayağımız incinir ince bir sızı duyarız. Kesik ya da kırıktan farklı olarak manasız bir haldir. Ciddiye alınacak bir yanı yoktur ama yaşattığı ağrı mani olur eylemlerimize. Hele incinen ruhumuz ise daha da zordur acıyla baş etmek. Bozulur kalbin ritmi. Can, kafesini acının kaynağından uzağa atar. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz, öyleymiş gibi yapsak da. Araya bir acı girmiş, hafızanın derinliklerinde ruhu koruyan savunmacı bilgiler arasında yerini almıştır.
Bu yüzden Hannah Arendt’in “Hiçbir şey yapıyor olduklarımızı düşünmekten daha önemli değildir” sözünü çok değerli buluyorum. Çünkü eylem bittikten sonra onun kalıntısı olan bilgiyi değiştirmek ya da onarmak mümkün değil. Sadece yeni bir eylem ile kişisel yaklaşımlarımıza bir yenisini ekleyebiliriz. Yine Lynne McT Taggart’ın “Alan” isimli kitabının arka sayfasında yazdığı gibi “Evrenin derinliklerinde her şeyin bir kaydı vardır ve bu her şeyin birbiriyle olan ilişkisini mümkün kılar”. Doğruluğunu benimsediğim bu yaklaşımın benim için en önemli çıkarımlarından biri, kişiselmiş gibi algıladığımız acının aslında evrensel bir boyutu olduğu. Kadim bilginin ve eyleme konu olan tüm varlığın birbiri ile bağlantılı oluşu, dünyanın herhangi bir yerinde vuku bulan olaylardan kişisel olarak bizi sorumlu hale getirir.
Bugün cihad başlığı altında şiddet ve savaş ile birlikte adı anılır hale gelen İslami düsturda; en büyük cihad kişinin kendi nefsi ile yaptığı mücadele olarak görülür. Evet en zor olanı insanın kendini ehlileştirmesi, arınması ve hırslarından soyunması olsa gerek. Hepimiz dilimizi kamçı edip adam edecek birilerini arayıp duruyoruz, kendi adamlığımızı sorgulamadan. Karşımızdaki birey ya da toplumların tabularını yıkmaya çalışıyoruz elimize aldığımız balyozlar ile ki o balyoz zamanla bizim tabumuz haline geliyor. Kafasını gözünü yara yara başka bir kültür, başka bir algı ve başka bir bilinç düzeyindeki kişilerin ya da toplumların tahammül eşiklerini test etmeye çalışıyoruz onların anlamlandıramayacağı kavramlarla. Kimi zaman inançlarımızı kimi zaman anlayışlarımızı dayatıyor, bunu anlamaya zorluyoruz onları. Başkası olarak tanımladığımızın algı ve reflekslerini yönlendiren kültürel, fizyolojik, toplumsal gerçekler üzerinde kafa yormadan “Sövgü Hakkı”nı özgürce kullanmanın yaratacağı incinmeyi hesaplayamıyoruz. Bugün dünyanın bir yerinde 21. yüzyıl yaşanırken, başka bir yerinde 15. yüzyılın yaşandığını ve bu farklılıkları daha da çoğaltmanın mümkün olabileceğini dünyanın farklı coğrafyaların gidip görenler iyi bilir. Dahası toplumların birbirine incitilme hafızası ile baktığını ve bu sebeple iyi olanı bile algılayamayacak durumda olduğunu görmeye ihtiyacımız var. Zira ilkel güdülerin tetiklenmesinin yarattığı şiddet ve trajedi insanlık için ortak bir sancı meydana getiriyor ki bu ortak hafızamızın bir parçası oluyor.
Hülasa dünya üzerinde yaşanan tüm deneyimler sonuçları itibari ile hepimize dokunuyor. Masum olduğumuz kadar suçluyuz da, efendi olduğumuz kadar köleyiz de, zerre olduğumuz kadar alemiz de… “herlik”in “hiçlik” “çokluk”un “teklik” olduğunu toprağa, havaya, suya karışan bedenlerimizin öyküsü ne güzel anlatıyor aslında. Ölüm her gün öğüt veriyor sessiz sedasız… Ama bizler incitmeye devam ediyoruz ötekini ya da berikini… Yaşattığımız acılar hakikatimizi perdeliyor bir diğerinin gözünde. “Ben” “Sen”i incinmiş duygularımla algılıyor ve ısrarla vermek istediğin mesajı anlamak istemiyorum. Adalet duygumu kaybediyor ve bir başkasını incitecek hale geliyorum. Acı zincirine bir halka daha ekliyorum. Böylece, dünyayı esir alan soğuk ve kalın o zincir bizim sınırlarımızı belirliyor hem kişisel hem de toplumsal olarak. Ne dersiniz toplu olarak değil birey olarak her birimiz kendi yarattığımız halkayı sökelim. Senin gibi düşünmüyor ama sana saygı duyuyorum. Düşünceni eleştirmek istiyorum ama seni incitmek istemiyorum. İnsan oluşum sınırları zorlama doğallığını içinde taşıyor ve dahi insan oluşun senin başka bir yoldan hakikati kavrama yeteneğini sahip olma potansiyelini barındırıyor.
İfade etmek istediklerimi tiyatral olarak görmek isterseniz sizlere Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” filmini izlemenizi tavsiye ederim. Acı deneyimlerin anlamayı, görmeyi ne denli zorlaştırdığının öyküsel olarak tecrübe edebilirsiniz…
Mutluluğun beni tatlı tatlı kaşıyan bir yanı olmuştur hep. Bu duyguyu çok mutlu olduğum anların sonrasında hissederim. Neydi fazla olan, kabından taşan…
Kelime anlamı itibari ile mutluluk “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu “ olarak açıklanıyor sözlükte. Tam da yaşadığımız sürat çağının tüketim zafiyetini açıklayan bir kavram aslında mutluluk. Bu yüzden reklam dilinin en vurgulu kelimesi. Tükettikçe mutlu olun, mutlu oldukça kendinizi daha değerli bulun, kendinizi daha güçlü daha değerli hissettiğinizde, daha kusursuz olun… Hep bir coşku, hep bir mükemmele olan özlem var bu kurgunun kodlarında.
Öznesi insan olan bu süreç acaba ne kadar örtüşüyor hakikat ile. Bizler doğduğumuzda günahsız olduğumuza inanırız. Ama hayata dokundukça eksikliklerimizle yüzleşir, günahlarımızla yanlışları öğrenir, tövbelerimizle bizden daha kudretli olan karşısında diz çökeriz. Ana rahminde iki büklüm olmuş bir ceninin şımarıklığı ile tepinip dursak da hayatta, sığındığımız o güvenli barınakta korkuyla bağımızı kesen tek şey Yaratıcı’nın sevgisi ile bizi koruyacağına olan inancımızdır. Böylesi anlarda eksikliğimizle, faniliğimizle yüzleşiriz. Bu halimizi kabullendiğimiz vakit içimizi kaplayan iklimdir huzur.
Hayatta hiçbir şeyin sürekli olmadığını, bir günün gece ve gündüz, bir senenin dört ayrı renk olduğunu, doğumun ölüme uzandığını, zenginin yoksulun fakirliğiyle imtihan edildiğini ve daha birçok gerçeği nasihat eder huzur gönlümüze sızarak.
Mutluluğun açıklandığı kaynaklarda huzur için “ gönül rahatlığı “ deniliyor. Aslında kavramlar anlam ekseninden kaymasının hikayesinin altında yatan gerçek değişen hayatlarımız. Zira Aristo’nun öğretisinde mutluluk “ uyumlu bir hayat “ olarak tarif ediliyor. Bu açıdan bakıldığında mutluluk hayatımızdan çıkarılıp atılması gereken bir duygu hali olmaktan çok huzur ile dengelenmesi gereken bir durum aslında. Tıpkı keder gibi… Huzur acıya da mutluluğa da yakışıyor...
Ruhumuza huzuru aşılaması için bilge bir akla ve gönüle ihtiyacımız var. Her kıymetli olan gibi böylesi bir hazine için çabalamak, acılara göğüs germek, hayatın getirdiklerine şükürle sabretmek gerekiyor. Hayatın kimi zaman bizim seçtiğimiz yoldan ve yöntemlerden farklı seyredeceğini bilmek ve bunun bizler için güzelliklerin müjdecisi olabileceğini umut etmek derinliklerimize huzuru davet edecektir.
Huzurumuz daim olsun…
Hayatın hızla değiştiği bir devrin nesliyiz. Beşer onlarca yüzyılda aldığı mesafeyi bir yüzyılda katetti. Teknolojinin yarattığı hız ile insanlık önce dış dünyaya doğru yol alıp keşiflerde bulunurken, son dönemlerde içe doğru yönelerek minimal yaklaşımlar sergilemeye başladı. Bilim, teknoloji, sanat, edebiyat, endüstrideki üretimlerde doğal farklılaşma refleksinin de etkisiyle disiplinler arası etkileşim kaçınılmaz hale geldi. Özellikle sanat hiç olmadığı kadar multidisipliner bir yapı içinde yeni eser ve yaklaşımların sergilendiği bir alana dönüştü. Sanat konusunda izleyici seviyesinde biri olarak, Contemprorary İstanbul’23 etkinliğinde gördüğüm eserler yeniyi üretme noktasında olağan algılarımızı terk etme zorunluluğumuzu bana bir kez daha hatırlattı. Etkinlik dahilinde Yeni Medya: Üretim ve Gösterim konulu söyleşide Ebru Yetişkin ve Ozan Türkkan’ın söyledikleri nereye doğru gittiğimizin ipuçlarını verir nitelikteydi.
Klasik olanın bizleri etkileyen büyüsünün yanı sıra belki de gelecek yüzyılların klasiklerini oluşturma sorumluluğu ile cesur denemeler yapmaya devam ediyor sanatçılar. Bunun için de tüm araçları kullanıyorlar. Üretilenin bizatihi kendisi kadar sunulduğu ortamda değişimden nasibini almış durumda. Dijital ortamlar sunumların en yaygın kullanıldığı alanlar. Ses dalgalarının yarattığı titreşiminin ışık ve renk aracılığı ile yansıması ya da mikroskop altındaki mikro organizmaların ses dalgaları ya da çeşitli kimyasallarla reaksiyona girmesi sonucu sergiledikleri davranışların ekranlara müzikal bir kompozisyonla sunulması yeni sanat akımı üretimlerine iki örnek. Hatta DNA üzerinde yapılan oynamalar sonucu yeni bitki türlerinin elde edilmesi de biyoart denilen bir akımın üretimlerinden biri.
Tüm bu değişimleri diğer disiplinler için de örneklendirmek mümkün elbet. Fakat bütün bu olup bitenlerin tamamı, insanın özündeki değişimle paralel giden varoluşlar olması bakımından çok önemli. Sosyolog Nazife Şişman’ın ‘ Yeni İnsan ‘ kitabında da irdelediği farklılaşmaların kodlarını çözebilmek muhtemel sosyal çatışmaların da önüne geçebilir. Belki de oluşum süreçleri ve varolma nedenlerini bildiğimiz vakit yeni ya da bizden olmayana karşı önyargımızı daha kolay aşabiliriz. Kabul etmediğimiz noktada da itirazlarımızı adil ve geçerli temellere dayandırabiliriz.
Kimi zaman mahafazakar bir tutum ile kimi zamanda ayarı bozulmaya başlayan doğal döngünün yarattığı tehditle insanlığın yaşadığı bu hızlı değişim etik tartışmalara neden oluyor. Değişimin bir sınırı olmalı mı? … Değişim bize ne kazandırıyor ?... Değişim durdurulabilir mi?...
Bu konuda, değişimin sınırını kendisinin tayin edebileceği ve değiştirdiği şeye yabancılaştığı noktada boğularak başladığı yere geri döneceğine inanıyorum. Değişimin bize kazandırdığı ise hayatın duruluğu, dinamizmi ve üretkenliğidir. Bizler yaşam çarkının küçük dişlileri olarak birbirimize ivme vererek yol almak zorundayız. Değişimin durdurulup durdurulmayacağına ilişkin ise benim kanaatim bunun en temel yaratılış yasasına aykırı olduğu yönünde. Doğrusalmış gibi algılanan zamanın sonsuz miktardaki anlardan oluşan tek parçalık bir senaryo olduğunu ve dönüşümün gücünü bizlerin hayata şahitlik ederken ürettiğimiz enerjiden aldığını düşünüyorum.
Hayatın akışına güvenelim derim ben… Hakikat hangi pencereden bakılırsa bakılsın aynı görülüyor. Farklı cümlelerle ifade edilse bile. İki farklı inanç, coğrafya ve zamandan zâtın aynı hakikate işaret eden yaklaşımları söylemek istediklerimi arı duru anlatıyor sanırım:
“Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü, sonsuzluk nehrine kat! Su, hiç nehirden kaçar mı?” “Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu hâline gelir.” “Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir ne kirlenir ne de kokar.” Hz. Mevlana
"İnsanlar hızla akan yaşam nehrinin yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar, iste o havuzda kokuşur, o havuzda ölüp giderler."J. Krishnamurti
Bundan 20-30 sene önce robotları konu alan filmlerde bu robotların birgün cana gelip insanlık için tehlike olacağına dair bilimkurgu senaryolar üretilirdi. O günden bu güne teknoloji çok ilerledi ve hakikaten de insanın birçok fiziksel yeteneğini kazandı robotlar. Hatta yapay zekâ çalışmaları sonucunda düşünsel olarak da önemli ölçekte yol katedildi. Robot ve insan satranç, bilardo gibi ileri bir zeka ve bu zekayı kullanabilecek akıl gerektiren oyunlarda insana kafa tutmaya başladı.
Fakat benim için asıl tehlike insanlaşan robotlardan çok robotlaşan insanlara dair.
Teknolojinin yarattığı hız tuzağı ile doğal yeteneğini aşacak ölçüde insanlık sınırlarını zorlamaya başladı. Kullan at mantığı hayatımızın her yerine sirayet etti. Duygusal değil güdüsel bir hal aldı nesnelerle olan ilişkimiz. Eskitemiyoruz sadece tüketiyoruz yaşamsal araçlarımızı. Kendi hikayemize tanıklık eden hiçbir şey yok neredeyse. Sırtımıza geçirdiğimizde bizi yıllar öncesine götürecek bir hırka, boynumuza attığımızda özel bir anın sıcaklığını hissettirecek bir atkımız yok artık. Eskiden evlerde ata dede yadigarı eşyalar olurdu. Toplumsal hafızanın aktarıcısıydı aynı zamanda bizden öncekilerin bize bıraktığı. Köklerimizdi bu eşyalar bizleri bir öncelerin hikayelerine bağlayan, oradan besleyip nefes aldıran. Bir yandan da ‘ mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi ‘ düsturunu zihinlerimizde diri tutan bir mirastı. Şimdilerde ise her daim yeni olanı talep ediyoruz. Zira modern pazarlama teknikleri ile hayatın anlamını sürekli tüketerek bulabileceğimiz dikte ediliyor bizlere.
Eskiden, dinlerken sevdalarımızı içimizden geçirdiğimiz o güzelim şarkılarımız bile kapı pencere reklamlarına malzeme oldu. Bu kargaşada en çok aşk kirlendi ve yıpratıldı. Zira aşk değil mi ki bakanın gözünde özneyi yücelten. Kendi dışında bir başka varlık ya da ideal için insana akılla kavranılamayacak aşkınlıkta haller yaşatan.
Gelin görün ki dostlar, teknoloji hokkabazı sırtımıza binmiş bizleri yarış atı gibi sürekli uzayan bir hedefin peşinden koşturuyor. Yavaşlayanın yok olacağı korkusu aşılanıyor hepimize. Sanki hep birşeyleri kaçırıyormuşuz hissi istila ediyor benliğimizi. Ama aldanışımızın başladığı nokta da tam olarak bu. Esas hız bizi yaşamın renklerini, tatlarını, kokularını algılamaktan ve kendi mucizelerimizin farkına varmaktan alıkoyuyor.
Bunları size yine teknolojinin emrimize âmâde ettiği dev bir uçağın içinde, yerden kilometrelerce yükseklikte ve yüzlerce kilometre hızla giderken yazıyorum. İnsanı robota çeviren bir sürecin içinde, insan kalmayı arzulayan kalbimle ve çıkış yolları arayan aklımla kuruyorum cümlelerimi. Bir temenni bir serzeniş olarak... Sanırım vazgeçmeyi idrak ederek işe başlamak gerekiyor ki bunun ne kadar mümkün olduğunu kendi yapabilirliğim ölçüsünde kavrayabilirim. İğneyi kendime batırmak iyi bir başlangıç olabilir…
Bir cümleyi harf harf kağıda aktarabilmenin ne kadar zor olabileceğini hiç düşündünüz mü? Parmaksız, dilsiz, sadece bir göz kapağı hareketiyle…
Gerçek yaşam öykülerini anlatan filmleri her zaman çok etkileyici bulmuşumdur. Belki de kati gerçekliğidir verdiği mesaja beni ikna eden. Böylesi bir hikaye “ Kelebek ve Dalgıç “ filmi. Hayatının zirvesinde bir yayın yönetmeninin ansızın bütün vücudunun felç olması sonrasındaki olayları konu ediyor.
40 yıl dış dünyaya söyleyemediği ne çok şey biriktiğini dış sesi sustuğunda anlıyor. Bağıra çağıra monologları ile üzüntülerini, pişmanlıklarını haykırıyor sessizce. Aslında hepimizin böylesi sessiz iç konuşmaları var. Ama dış sesimiz iç sesimizi duymamızı engelliyor çoğu zaman. Ancak bu filmin kahramanının başına gelen böylesi bir felaket, bu gerçekle yüzleştirebiliyor bizi.
Toplumda insanın karşısında kimse yokken konuşması hep anormal bulunur. Deli denir böylelerine. Sadece filmlerde insanlar yalnızken yüksek sesle konuşur. Aslında ne kadar ihtiyacımız var doğruları ya da düşüncelerimizi kendi sesimizden duymaya.
Bundan birkaç sene öncesinde, aynı dertten muzdarip olduğum bir arkadaşımla muhabbetimizin ardından müthiş bir rahatlama ve hafifleme hissetmiştim. Bunun sebebinin dostuma içimi dökmek olmadığını biliyordum. Zira daha çok onun meselesini konuşmuş ve naçizane tavsiyelerde bulunmuştum. Ama çoğunlukla böylesi sohbetlerin ardından enerjim düşerken neden şimdi böylesine iyi hissediyordum kendimi…
Sorumun cevabı çok geçmeden bir ışık gibi yandı zihnimde. Rahatlamıştım çünkü aynı sıkıntıyı yaşadığım dostuma bazı tespitlerde bulunup, tavsiyeler verirken aslında kendime de konuşmuşum. Böylece içinde bulunduğum hal ile daha gerçekçi yüzleşmiş, meselenin çözümü için bulduğum yöntemleri uygulamaya daha çok ikna olmuştum. Kendi kendime nasihat etmiştim aslında...
Bazı psikoterapi uygulamalarında insanlara sesli telkinlerde bulunması tavsiye edilir. Korkularınızın bilinçaltınızdaki etkisini azaltabilmek için bazı kelimeleri sesli olarak tekrarlamanız istenir. Mesela hayata dair endişeleriniz var ise kendi duyacağınız şekilde ‘ güvendeyim ‘ diye tekrarlamanız istenir. Bu durum ibadet ederken de böyledir. Diğer dinlerdeki uygulamalar hakkında bilgim yok fakat Mardin’de bir kilisedeki bir ibadetin de böyle yapıldığını görmüştüm; İslam dinin de namazdaki duaların ibadet edenin duyacağı şekilde okunması gerekir. Tesbih çekerken de böyledir. Allah’a sığındığınızda onun her daim yanınızda olduğunu, her şeyi bilip gördüğünü ve çok Yüce olduğunu kendi sesimizden duymak bu gerçeğe daha güçlü ikna eder bizi. Dilimizden dökülenler zihnimizin yeniden inşasına yardımcı olur. Dolup dolup boşalırız. Hayatın o müthiş döngüsü burada da çıkar karşımıza.
Toplumsal kodlamalar sebebiyle iç sesimizi dışarı vermek hala kolay yapabileceğimiz bir durum değil ama bence denemeliyiz. Bana da hala tuhaf geliyor yalnızken sesli konuşmak ama arada deniyorum. Cümleler kuramıyorum fakat birkaç kelime edebiliyorum. Aksiliklerin üst üste geldiği zamanlarda sesli olarak ‘ her şey güzel olacak ‘ demek negatif döngüyü kırmam için güç veriyor bana. Sizlere de tavsiye ederim. İçinizdeki sesi özgür bırakın…
Zamanın rakamsal olarak değiştiği her ‘yeni yıl’da iyi niyetli olarak temennilerimizi sunarız birbirimize. Dilekler kadim ve ortaktır hep… Huzur, barış, sağlık, mutluluk getirsin isteriz. Aslında zaman da dahil olmak üzere yaşadığımız her şey doğduğu günkü kadar yeni ve doğduğu günden bugüne kadar eski. İyilik ve kötülüğün hep bir temsilcisi ve bunun seyircileri oldu insanlık tarihi boyunca. Bugün de aynı süreci yaşıyoruz ve bu hep böyle devam edecek gibi görünüyor.
Maddi ve manevi yaşamsal tüm varlıkların kaynağı bizleriz. Dünyayı kurtarmadan önce iç muhasebemizi yaparak ruhlarımızı egomuzun hatalarından ayıklasak ne güzel olurdu. Hangi koşulda yaşıyor olursa olsun tüm insanlığın gözlerini kendi içine çevirdiği bir ‘ 10 ‘ dakika gerçekte yeni bir başlangıç olabilir aslında. Zira havai fişekler patlatılırken ışıltılı dünyalarımızda milyarlarca insan açlık, savaş, hastalık ve doğal afetler sebebiyle acı içerisinde geçiriyor her anını. Bizlerin bir saniye ‘ tık ‘ ile değiştirdiğimiz zaman, onlar için değişmiyor. Onların acıları kesintisiz sürüp gidiyor.
Bütün o şaşalı yeni yıl kutlamaları yerine insanlığın yaşadığı sıkıntılarda her birimizin bireysel payı nedir diye başımızı önümüze eğip düşünmemiz, belki de son derece kalbi bir duanın da kapısını aralar. Kedere ve üzüntüye kapılmadan, kendimizi suçlamadan yine kendimizden başlayarak; bütün o klişe dileklerimizin özünde yatan temennilerimizi gerçekleştirmek için manen sonrasında da maddi olarak elimizi taşın altına koyabiliriz böylece.
Yeni yıldan beklentilerimizi sıralarken, yeni yıl bizlerden ne bekliyor diyerek bir milat yaratabiliriz. Çünkü hayatı güzelleştirmek için bizim verdiğimizden daha fazlası yok ‘ zamanın ‘ elinde.
Belki bir 31 Aralık gecesi kurtarırız dünyayı. Getiririz barışı, huzuru tüm insanlığa. Ne dersiniz gerçek olabilir mi bu temennim…
Yıllar önce internette, geyşaların daha güzel olmak uğruna ayaklarının aldığı şekli görünce hayretler içerisinde kalmıştım. Başlangıcı 17. yüzyıla dayanan bu gelenekte kadınlar, daha güzel ve donanımlı olmaları için bir takım eğitim süreçlerinden geçiriliyorlar. Bu sürecin bir parçası olarak ufak yaşlardan itibaren kız çocuklarının ayakları dar ayakkabıların içine sıkıştırılıyor. Bedensel büyüme sürecinde ayaklar, sağlıklı olarak büyüme imkânı bulamayınca anatomik olarak anormal bir hal alıyor. Daha güzel görünmek adına hem sağlıksız hem de aslında güzellik kavramıyla tezat bir durum ortaya çıkıyor.
Böylesi bir uygulama bugün hemen hemen herkes tarafından makul bulunmuyor. Bu ve benzeri kavramsal algılarımızın ölçüleri kültürlere ve zamana göre değişkenlik gösterebiliyor. Fakat yamuk yumuk olmuş bir ayaktan daha acı sonuçları var bu ‘ doğru ‘ kalıplarının içerisine hapsetme refleksinin. Bu kendi bildiğini yaratma ve yaşatma bağnazlığı, bugün dünyanın her yerinde bireysel ve toplumsal olarak yaşatılıyor. Birçok kişi demir kalıplar içerisinde gelişip anormal ve doğallığından uzak kişilikleri ile yaşama tutunmaya çalışıyor. Bu durum çoğu zaman şiddet döngüsünü besleyerek trajik hikayelerin kaynağını da teşkil ediyor.
Elbette her ebeveyn çocuğunu kendi deneyimleri ile yetiştirmek değer yargıları doğrultusunda hayattaki yerini konumlandırmak ister. Dünyaya gelen her insanın hayatı en başından keşfetmesi mümkün olamayacağından deneyimler ve hayata dair yaklaşımlar kıymetli. Fakat bunların hiçbiri mutlak doğru değil ve sorgulanabilir şeyler. İnsanlık da bu ihtimalden yola çıkarak yeni yerler, yeni yollar, yeni zamanlar keşfetmedi mi zaten.
Bu yüzden sadece anne babalar değil, hepimiz elimizdeki demirden ‘ ideal insan kalıpları’nı bir kenara koyalım. Eğer hayata iyi olarak yansıyan bir insanlık hali varsa ve biz bunu deneyimlemişsek, bireysel duruşumuz bunu yansıtacaktır. Korkmayalım esnek bir bilgi ve deneyim paylaşım ilişkisi içerisinde sevdiklerimiz hata yaptıklarında duyacakları acı, o demir kalıpların ruhlarında yarattığı acıdan daha derin olmayacak. Hatalar zamanla unutulacak ama güdük kalan kişiliklerde açılan yaraların izleri hep kalacak ve o sıkışmanın soğukluğu hep üşütecek yüreklerini. O yüzden de ürkek bir saldırganlıkla korumaya çalışacaklar kendilerini kötülüklerden. Hep bir haklı gerekçesi olacak kendilerini yaşatmak adına bir başkasını yok ederken…
Toprağın tadı da tuzu da insanıdır. Doğduğu toprağın rengidir, kokusudur, dokusudur Ademler Havvalar. Orada nefes alır, orada can bulur. Olur da uzak düşerse hep biraz eksiktir. Kavuşmaktır tam olmanın, var olmanın çözümü. Ana rahminde tutunduğumuz göbek bağı kesilip de toprağa gömüldükten sonra oradan nefes almaya başlar, oradan tutunuruz hayata. Anamızın bedeni kadar sıcaktır üzerine doğduğumuz topraklar, onun kadar besleyici.
Bu yüzden insanlığın yaşadığı en büyük zulüm sürgündür bana göre. Bu bazen bedenen bazen de ruhen uzaklara göndermektir. Yurt kendimizi güvende hissettirir bize. Eğer bu duygumuz eksilmiş, yara almışsa sürgün hali başlamıştır bizim için.
Anadolu’nun bu kadim toprağının yeşerttiği, onun kokusunu onun dokusunu alan bir yürek, güzel bir adam nefes alıyordu bir zamanlar bu ülkede. Adı Hrant Dink’ti. Herkes iyi konuştu arkasından o göçtüğünde bu dünyadan. Tanıyan tanımayan yüzbinlerce insanın yüreği sızladı onun kaldırıma yüzükoyun uzanmış cansız bedenini görünce. Biz oyuz dedi yine o yüzbinler… Ama ben kendim olarak da ona yapılan haksızlığa karşı direndim dilimle kalbimle.
Ürkek iyimserliği ile bu ülkede güvercinlere dokunulmayacağına inanıyordu o. Ama bilmiyordu katilini yaratan karanlığın o güvercinleri de katlettiğini. Son nefesinde bunun farkına vardı belki de…
Adalet tecelli etmedi henüz. Onun ruhu rahat mı bilmiyoruz. Bağışlamıştır belki arkadan ensesine uzanan o elin sahibini ve diğerlerini. Tıpkı can yoldaşı Rakel Dink gibi o da bir çocuğu katil yapan karanlığa sitem ediyordur.
Ama bu ülkenin boynunun borcudur, korumayı başaramadığı Hrant Dink’i yarı yol yarı menzil bırakanlardan hesap sormak. Yüce Allah Kur’anı Kerim’de “ Bir masumu öldürenin tüm insanlığı öldürmüş hükmündedir” diyor mealen. Hrant Dink bir masumdu ve bu ülkede haksızca yaşama hakkı elinden alınmışların trajik halkalarından biriydi.
Bizim yıllarca birbirimizi incitmemizin nedeni, cinnet ortamında birbirimize uzak mesafeden bakmamızdı. Hrant Dink ile ilgili yapılan birçok yorumda dikkatimi şu cümle çekmişti “ katili tanısaydı eğer, asla onu öldüremezdi“ .
Bakmayın siz her iki toplumun siyasi ve bürokratik ağızlarının esip kükrediğine. Devletler düşmanlık, toplumlar dostluk üretir. Bizim hamurumuz aynı toprakta karıldı. İtmekten daha çok çekeriz birbirimizi. Türkümüz çeker, aşımız çeker, kokumuz çeker, dağımız çeker, acımız çeker… Düşmanlığa koşullandırılmış beyinlerimize karşı, vicdanlarımızın bize adil ve bağışlayıcı olmayı öğütleyen sesi artık giderek yükseliyor
Ama tüm bu acının ortasında yeşeren bir güzellik vardı. Dink’in uğruna hayatını feda ettiği o halkların buluşması gerçek oldu gidişinin ardından. Bugün Hrant Dink’in arkasından her inanış her ırka mensup insan ah ediyor, sürek sızısını döküyor satırlara dizelere… Yaşatılıyor Dink’in saf Anadolu delikanlısı yüreğinde sabırla taşıdığı barış umudu. Herşeye rağmen bu topraklarda yatıyor o. Kalmak uğruna can verdiği bu topraklarda.
Doğru, gerçek ve gerekli olanı ayırt edemeyecek duruma geliriz zaman zaman. Bu durumun Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde kelime olarak karşılığı “ şaşırmak” olarak geçiyor . Deneyimlerimize dönüp baktığımızda ise bizi böylesi bir hale düşüren süreçlerin hepsinde ne yapacağını bilememenin çaresizliği var. Beklenene karşı hep bir hesap ve kitap içindeyiz. Muhtemel sonuçlar için ürettiğimiz planlarımız yanı başımızda. Bütün kurgularımızı alt üst eden durumlarda ise afallar kalırız.
Aslında hayatın dinamikleri ve değişkenleri düşünüldüğünde, bireysel sınırlılıklarımızla yaşama nîzam vermeye çalışmamızın ne kadar beyhûde bir çaba olduğunu idrak edebiliyoruz. Kısıtlı olmamız ise bir kusur değil aslında. Esas olan bunun bilincine varabilmemiz. Kendimize hata yapma hakkı tanıdığımızda, bu şansı başkalarına da verecek töleransa sahip olabiliyoruz. Kendimden bilirim, en zor kendimizi affediyor, en çok kendimize kızıyor, dahası en çok kendimize şaşırıyoruz. Aniden çıkan bu yeni hallerimiz kendimizi keşfimizin kilometre taşları aynı zamanda. Bu sürpriz anlarında varlığın hakikatine karşı sevecen olma halimiz nispetinde ya öfkeden dövünüyor ya da sıcak bir tebessümle yoluna devam etmesi için yeni bir solukla yüreğimize güç veriyoruz.
Mesafesini, varış noktasını ve yolcularını sadece an itibari ile bilebildiğimiz bir yolda karşımıza çıkan her şey olabildiğince doğalken; nedir bu hayatı kısır döngüye sokan tutuculuğumuz.
Hülâsa hayatın en tatlı anlarıdır beklenmeyenle karşılaşmak, yeni şeyler öğrenmek, yeni heyecanlar tatmak ve yenilenmek her daim. Bulanmadan, kokmadan her an başka bir deryanın içinde kendince var olabilmek ne hoş. Değerlenerek, değer katarak varlığın birliğine karışmak ne güzel…
İnananlar için Yaradan mealen demiyor mu “ Bana güvenen kuluma ben yeterim” diye. Hz. Hızır ve Hz Musa’nın kıssasındaki gibi ‘ Dost’ un bir bildiği var elbet …
Birçoğumuz için hayattaki çabalarımızın sonuçlarının beğenilmesi, onaylanması önemlidir. Yolumuza devam edecek gücü övgü dolu sözlerden, alkışlardan, sırtımızı sıvazlayan ellerden alırız. Bu da bizi sonuç odaklı bir yaşamın kucağına atar.
Kaderimizi başkalarının ellerine bırakmak ve onların cümleleriyle yaşamaya razı olmaktır bir bakıma. Öyle çok cümle öyle çok yol öyle çok sonuç var ki karmaşanın ortasında kaybolmak kaçınılmaz hepimiz için. Ortaya koyduğumuza inancımız tam olmadığında bu sonuç hepimiz için tecelli edebilir. Özellikle hızlı ve ani gelen başarı ve şöhret hallerinde bazılarımızın yolunu şaşırıp bunalıma düşmesinin ardında yatan temel gerçeğin bu olduğuna inanıyorum.
Bazı yürekler vardır ki sadece içinden geleni aktarır hayata. Beğenilip beğenilmeyeceği kaygısını taşımadan paylaşır ürettiklerini. Zorlamadan, olmaya çalışmadan… Hayatın akışı içerisinde huzurlu ve dingince yol alanlardır böyleleri. Binlerce insanın alkışı da tek bir insanın şükran dolu bakışı da aynıdır onlar için. Ne coşkun ne de durgundurlar … Hayata izlerini bırakır ama arkalarına dönüp bakmazlar.
Geçtiğimiz günlerde, tam da böyle bir adamın hayatını izledim bir belgeselde. Her aşamasında şaşırtan bir yaşam öyküsü onunkisi. 2012 yılında en iyi belgesel Oscar’ı alan bu film öyle çok gerçeği vurguluyor ki fark etmemek, etkilenmemek mümkün değil. Filmin ardından bir süre tebessüm içinde öylece dalıp gittim. Tebessüm ettim çünkü benim de inandığım bir hakikatin tezahürüydü Sixto Rodriguez’in efsanesi.
İman ettiğim hakikat; iyi olması için zorlamadan, elimizden geldiğince, yüreğimizden döküldüğünce, kendimizden çoğaltarak hayata katkıda bulunmanın kendi başına çok değerli olduğuydu. Kıymet mertebelerinin sadece zaman ve mekanın bir aldatmacası olduğunu, tüm bu etkenler değiştiğinde sonuçların da farklılaşacağını bizzat yaşanmışlığıyla gösteriyor Rodriguez.
70’li yılların başlarında Detroit’li bir müzisyen olarak iki albüm çıkaran bu müzik efsanesi, en az Bob Dylan kadar ünlü olmayı hak ediyorken; müzik yapımcılarını da şaşırtacak şekilde hiç ilgi görmemiş o yılların Amerika’sında. O da eşine az rastlanır bir bilgelikle hayatının rotasını başka bir yöne çevirmiş. Yaşam mücadelesini müziğin çok dışında bir alanda sürdürmüş ama gitarından hiç kopmamış. Evlerin bakım ve tamirat işlerini yaptığı yıllarda ise o, Güney Afrika’da tam bir efsane haline gelmiş. Öyle ki şarkı sözleri Güney Afrika Cumhuriyeti’nde özgürlük mücadelesinin sembolü olmuş. Amerikalı bir kadınınş arkadaşına hediye olarak Güney Afrika’ya getirdiği ve daha sonra ikinci el bir müzik dükkanından bir dinleyicinin satın alması ile başlayan bu serüven sonunda; albümün kopyaları milyonlarca satmış. Hakkında son derece trajik hikayeler de üretilen Rodriguez, en sonunda onun yaşam gerçeğini merak edenler tarafından yaşadığı şehirde bulunarak, örnek hayatı bir ders olarak tarihe armağan edilmiş.
Belgeseli temin edip izlemenizi ve bu öykünün vurucu detaylarına şahit olmanızı tavsiye ederim. Göreceksiniz ki hayatta her şey layığını buluyor mutlaka… İnsanlık inkar etse de görmezden gelse de yaşam hak ettiği değeri veriyor emek ve içtenlik kokan her şeye…
Halbuki ne güzeldir o her adımda inşa ettiğimiz değerin büyüdüğünü görmek. Eksikliğinden eksilterek artan ve arttıkça tam olan emeğimizin bizatihi kendisidir kıymetli olan. Yeryüzünde tek bir kalbe dokunsa bile kıymetlidir ki o kalp sizinki olsa dahi.
Uzun yıllar önce doğruluğuna iman ettiğim bir hakikattir; hiçbir emeğin zayi olmayacağı. İçtenlikle, sabırla, sadece
Ey merhamet sen ne güzelsin. Ben seni tüm canlılara kıyamayışından bilirim. Bütün habislikleri yerle bir eden gücünden umutlanırım senin. Anlamaya kapı aralayan hoşgörün, tehlikeye adım atan cesaretin varlığına şükrettirir. İyi ki varsın ve iyi ki yaşıyorsun yüreklerde…
Öfkenin, yargılamanın, yabancılaşmanın, ayrışmanın yoğun olarak yaşandığı şu günlerde yukarıdaki cümleleri yüreğime akıtan, tanıklık ettiğim bir olaydı. Akşam üzeri iş yeri servis aracıyla evime giderken, aniden durmamızla birlikte başımı kaldırdığımda sol çaprazımızda bir otomobilin durduğunu gördüm. Sonrasında ne olduğunu anlamaya çalışırken yolda ayakta durmaya gayret eden bir kedi yavrusu olduğunu fark ettim. Büyük ihtimalle bir araç çarpmış fakat bunu hafif atlatmıştı. Korkudan titrediğini görebiliyordum. İnmeye yeltenirken duran otomobilden genç bir adam çıkarak kediyi yoldan alıp, aracı kullanan kadının uzattığı bir mindere koydu. Servisteki mesai arkadaşlarımdan birinin yorumu “ bu insanlar cennetlik “ şeklinde oldu. Ardından, duran trafik tekrar akmaya başladı.
Eve doğru yol alırken hem böyle güzel insanların varlığına tanıklık etmek hem de yavru kedinin kurtulduğunu düşünmek yüreğime şifa verdi. Şükür ki merhametli insanlar var bu dünyada. Bir insana yardım edenin niyetini zaman zaman sorgulayabilirsiniz fakat bir hayvana iyilik ile dokunmanın menfi olarak sorgulanabilir hiçbir yanı olamaz. Onların tüm yaşam alanlarını istila eden biz insanlara karşı hala barışçıl olan bu canlıların da dünyada yaşamaya hakkı olduğunu unutan bizler için merhamet duygumuz bir anlama çabası geliştirmemize yardımcı olabilir. Aynı zamanda günlük yaşamın çatışmaları içerisinde katılaşan kalbimizi yumuşatacak sıcak bir dokunuş, kararan düşüncelerimizden aydınlığa çıkış olabilir merhamet duymak ya da bu duyguya şahitlik etmek.
Seyahatlerim esnasında şehirlerde yaşayan hayvanların ürkekliğinde, o şehirde yaşayan insanların davranışlarına dair ipuçları aramışımdır hep. Çünkü zalim ve vandal toplumlarda ürkek, şefkatli ve nazik toplumlarda ise cana yakındır hayvanlar.
Yaşadığım toplumda hayvanlara ve yetişkinlerin özenine muhtaç insanlara karşı istenmeyen davranışlar sergilenmesine rağmen, yaşanan olumsuzlukları giderecek sevgi potansiyeline de sahip olduğumuza inanıyorum.
İyilik kötülükten daha güçlüdür ve kendine daha hızlı yol bulur. Benim tanıklık ettiğim bu küçük olay, yüreğimde iyilik olarak yerini buldu. Bu yazıyı okuyacak olan dostların da aynı şekilde yüreğine dukunacağını hissediyorum.
Üşüten bir mevsimi geride bırakıyoruz inşallah. Havalar ısınıyor ve bedenlerimiz gibi ruhlarımızın da sıcaklığa ihtiyacı var. Zira son zamanlarda birbirimizi, hayatımıza sonradan eklemlenmiş şablonlarla algılar olduk. Temel insani duygularımız yerine güdüsel tepkilerle bakmaya başladık birbirimize. Hepimiz aynı noktadan merhaba dedik hayata aslında. Tertemiz bir beden ve ruhla aldık ilk nefesimizi. Son nefesimizde de o ilk günün berraklığında gözlerimizi yummak, bulanmadan akmak için ey merhamet terk etme yüreklerimizi…
Hayal kurmak, bakir bir doğada yürümek için hayat yolunu inşa etmek gibi gelir bana. Düşüncelerimizde hesapsızca giderken çukurlar, kayalar, inişler, yokuşlar aşılır ve yol yürünmeye hazır hale gelir. Çoğu zaman bunun farkında bile olamayız. Kararlarımızı alırken yüreğimizde taşıdığımız cesaretin kaynağının zihinsel bir tecrübeden kaynaklandığını fark edemeyiz. Adım attığımız o yolu aşılabilir kılanın, hayallerimizde inşa edildiğini bilmeyiz ki bu sürecin tılsımı da bu bilinçsizlik halidir.
Beynimizle değil kalbimizle hayal kurabilmek, bu basit insani yönelimi olağanüstü bir doğuma gebe kılıyor. Zihinde beliren fikirler, yine zihindeki bazı engellerle sindirilebilir, kısıtlanabilir… Bu sebeple doğduğu anda kalbe doğru yol alan ve bu yarışı tamamlayan düşünceler bir gün mutlaka gerçeğe dönüşüyor. Çünkü akıl ateşi yakmaya yarayan bir kıvılcımdır ancak. O ateşi devam ettirecek enerjiyi pompalayan duygudur.
Kalbe düşen hayallerimiz duaya dönüşür. Fakat zihnin tacizleri o dua olgunlaşana kadar devam eder ve şüphe ile onu yolundan alıkoymaya, canlanmasına engel olmaya uğraşır. Çünkü akıl, küstah ve kendini haklı çıkarmaya çalışır ki bildiklerinin tüm yaşamı açıkladığına inanır.
Okuduğum bir kitapta bilginin, zannedilenin aksine insanın tüm bedeninde muhafaza edildiği ve kalbin bilginin en yoğun depolandığı bölge olduğu yazıyordu. Bu, bilimsel deneylerle kanıtlanmıştı. Aslında insanlık bunu binlerce yıl önce keşfetmişti belki de… Fakat bizler yaşamın gerçekliğini çağdaş bilimin kuralları ile kanıtlanmadıkça kabul etmeyen bir nesil olma eğiliminde olduğumuz için geçmiş tecrübelere şüpheyle yaklaşmayı tercih eder haldeyiz. Halbuki hayat bugün olduğu gibi binlerce yıl önce de vardı. Kavramlardan önce o kavramlara kaynaklık eden varlığın hakikati mevcuttu. Bu hakikatin kapılarını aralayanlar, hayallerinin gerçeğe ulaşacağını hissedenlerdi.
Akıl bilgin, yürek bilgedir. Bu yüzden ukala bilginin sınırlarında sıkışırken, bilge bilgiyi temel teşkil eden varlığın sınırsızlığında tevazu ile hakikate doğru yol alır. Duygusal olarak bizler için en kederli deneyimler “ hayal kırıklıklarımız”dır. Halbuki hayal etmekten korkmayan, hayalleri ile alay etmeyen, hayallerini incitmeyenlerin hayalleri kırılmaz. Yol haritamızdaki duraksamalar, sapmalar ve kısır döngüler yüzünden mümkün olabilecek hayallerimizi namümkün kılan kendi korkularımızdan başkası değil.
Hayatımıza katkı sağlayan herşey kendi varlığımıza karşı sergilediğimiz duruşumuza göre bize tavır alıyor. Biz kendimize ne kadar inanıyor ve seviyorsak; etrafımızdaki varlık da o kadar inanıp seviyor bizi dostlar. Hepimizin bu gerçeği onaylayan deneyimleri olduğuna inanıyorum. Yaşamın bazı evrelerindeki olumsuz hallerimizde bile kendimize şefkatle yaklaştığımızda, bizleri zararlı olana yönlendiren güdülerimizi yararlıya yönlendirmede daha ikna edici olabiliyoruz. Çünkü bu tavırla tüm eksikliğimizle insan oluşumuzun hakikatini idrak edebiliyoruz. En güzeli de bu bilinç halinin tüm varlığa karşı hoşgörülü olabilecek anlayışı bize kazandırıyor olması.
Damla damla aksın hayallerimiz yüreklerimize, rengarenk olsun yollarımız… Tutalım elinden ışığı sönmüş yüreklerin elinden. Paylaşalım ışıltımızı, umudumuzu, direncimizi… İncitmeyelim düşlerimizi…
◄
1/2
►