top of page

Dil Susunca...

Dil susunca vicdan konuşmaya başlar.
Hayatın günlük güneşlik, bolluk bereket, pür neşe olduğu demlerde, anlık dokunuşlarla savaş gelir aklıma. Okuduğum romanlar, izlediğim filmlerdeki sahnelerden esinlenerek kendimi savaş ortamının çaresizliği içinde duyumsarım bir an. Tek önceliğimin hayatta kalmak olacağını düşündüğümde sahip olduğum koşulların rahatlığı batar bana. Bombalarla delik deşik olmuş bir eve sığındığımı, bir vatan umuduyla yollarda bitap yürüdüğümü, kurumuş bir ekmek parçasını büyük bir iştahla kemirdiğimi, buz gibi bir gecede titreyen bedenimin güneşe “doğ” diye yakarışlarını canlandırırım zihnimde. Tıpkı pilotların uçuş eğitimi sırasında simülasyon ile gerçeğe yakın bir ortamda bir uçuşu deneyimlemesi gibi. Ben de zihnimde benzetim yapmaya çalışıyorum ki bu benim pervasız nefsimin bile haya edip sinmesine yardımcı oluyor bir nebze.
Elbette başının üzerinde bombalar uçuşan bir çocuğun korkusunu, tecavüze uğrayan bir kadının travmasını, evladı derin sularda ruhunu teslim etmiş bir babanın çaresizliğini birebir yaşayamam. Fakat savaşın yaratacağı zorlukların beni bugünkünden çok daha başka bir insan yapacağını anlamama yardımcı oluyor bu zihinsel deneyimim.
Peki ne işe yarıyor dersiniz savaşın yıkıcılığını anlamak? Benim kendi dünyamda kendime pay biçtiğim bir ahlaki sorumluluğun bilincinde olmamı sağlıyor öncelikle bu farkındalık. Zira savaşın gerçek failinin öfke olduğunu biliyorum. Öfkenin çoğalttığı nefret olduğunu biliyorum.
Çoğalan nefretin hakkaniyet duygusunu öldürdüğünü biliyorum. Bu hissiyatla zaman zaman içimi yoklayan öfkenin, dilimi esir almasına engel olmaya çalışıyorum. Eğer bir yerlerde acı varsa orada öncelikle suskunluğa ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü insan sustuğunda vicdanı konuşmaya başlar.
Yaşam bize yemyeşil bir ferahlık, masmavi bir özgürlük, bembeyaz bir duruluk, simsiyah dinginlik vermişken bizler kıpkırmızı bir öfke ile kana buluyoruz dünyayı.
Ne için? Bir hiç için yapıyoruz tüm bunları. Bizim bireysel ve toplumsal olarak diğerlerinden daha üstün olduğumuzu kulağımıza hiç durmadan fısıldayan süper egomuz yüzünden yaşanıyor tüm bu kavgalar. Affedemiyoruz bir türlü. Halbuki affetsek özgür olacağız. Mutlak iyi ve mutlak kötü damgalarımızı yapıştırıp düşman ya da dost bellediklerimizin alnına, işte o egoyu beslemeye devam ediyoruz.
Şimdi birileri bu kavgaların başka birileri tarafından kurgulanıp bizlere yaşatıldığını söyleyebilir. Bu tez doğru olabilir fakat bu örgütlü kötülüğün temelinde de kendini diğerinden üstün görme güdüsü var. Kim neyi kurgularsa kurgulasın davranışlarımızdan biz sorumluyuz. Oyun olarak gördüğümüz her türlü meselenin içinde olup olmamak bizim elimizde.
Bazen ikili husumetlerimizde kendi haksızlığımızı dile getirdiğimizde, karşımızdakinin de haklı olmadığı yanları düşünmesine vesile oluruz. Kendimize de adil yaklaşarak yanlış olduğunuz davranışlarımızı dile getirdiğimizde kimse bizim üstümüze gelmez. Kendine laf edebilene başkasının diyecek lafı olmaz.
Bireysel ilişkilerimizdeki çıkış yollarımız ile toplumsal ilişkilerimizdeki çıkış yollarımız aynı aslında. Bu sebeple güzel ülkemde yaşanan sıkıntı ortamından çıkmanın yolunun tüm kesimlerin kendi yanlış ve eksikleri üzerinde düşünmesinden geçtiğine inanıyorum. Başka yolu yok. Aksi taktirde benim zihinsel olarak deneyimlemeye çalıştığım savaş sefaleti hepimizin yaşanmışlığı haline gelir.

Please reload

bottom of page