Değişim nerede duracağını bilir...
Hayatın hızla değiştiği bir devrin nesliyiz. Beşer onlarca yüzyılda aldığı mesafeyi bir yüzyılda katetti. Teknolojinin yarattığı hız ile insanlık önce dış dünyaya doğru yol alıp keşiflerde bulunurken, son dönemlerde içe doğru yönelerek minimal yaklaşımlar sergilemeye başladı. Bilim, teknoloji, sanat, edebiyat, endüstrideki üretimlerde doğal farklılaşma refleksinin de etkisiyle disiplinler arası etkileşim kaçınılmaz hale geldi. Özellikle sanat hiç olmadığı kadar multidisipliner bir yapı içinde yeni eser ve yaklaşımların sergilendiği bir alana dönüştü. Sanat konusunda izleyici seviyesinde biri olarak, Contemprorary İstanbul’23 etkinliğinde gördüğüm eserler yeniyi üretme noktasında olağan algılarımızı terk etme zorunluluğumuzu bana bir kez daha hatırlattı. Etkinlik dahilinde Yeni Medya: Üretim ve Gösterim konulu söyleşide Ebru Yetişkin ve Ozan Türkkan’ın söyledikleri nereye doğru gittiğimizin ipuçlarını verir nitelikteydi.
Klasik olanın bizleri etkileyen büyüsünün yanı sıra belki de gelecek yüzyılların klasiklerini oluşturma sorumluluğu ile cesur denemeler yapmaya devam ediyor sanatçılar. Bunun için de tüm araçları kullanıyorlar. Üretilenin bizatihi kendisi kadar sunulduğu ortamda değişimden nasibini almış durumda. Dijital ortamlar sunumların en yaygın kullanıldığı alanlar. Ses dalgalarının yarattığı titreşiminin ışık ve renk aracılığı ile yansıması ya da mikroskop altındaki mikro organizmaların ses dalgaları ya da çeşitli kimyasallarla reaksiyona girmesi sonucu sergiledikleri davranışların ekranlara müzikal bir kompozisyonla sunulması yeni sanat akımı üretimlerine iki örnek. Hatta DNA üzerinde yapılan oynamalar sonucu yeni bitki türlerinin elde edilmesi de biyoart denilen bir akımın üretimlerinden biri.
Tüm bu değişimleri diğer disiplinler için de örneklendirmek mümkün elbet. Fakat bütün bu olup bitenlerin tamamı, insanın özündeki değişimle paralel giden varoluşlar olması bakımından çok önemli. Sosyolog Nazife Şişman’ın ‘ Yeni İnsan ‘ kitabında da irdelediği farklılaşmaların kodlarını çözebilmek muhtemel sosyal çatışmaların da önüne geçebilir. Belki de oluşum süreçleri ve varolma nedenlerini bildiğimiz vakit yeni ya da bizden olmayana karşı önyargımızı daha kolay aşabiliriz. Kabul etmediğimiz noktada da itirazlarımızı adil ve geçerli temellere dayandırabiliriz.
Kimi zaman mahafazakar bir tutum ile kimi zamanda ayarı bozulmaya başlayan doğal döngünün yarattığı tehditle insanlığın yaşadığı bu hızlı değişim etik tartışmalara neden oluyor. Değişimin bir sınırı olmalı mı? … Değişim bize ne kazandırıyor ?... Değişim durdurulabilir mi?...
Bu konuda, değişimin sınırını kendisinin tayin edebileceği ve değiştirdiği şeye yabancılaştığı noktada boğularak başladığı yere geri döneceğine inanıyorum. Değişimin bize kazandırdığı ise hayatın duruluğu, dinamizmi ve üretkenliğidir. Bizler yaşam çarkının küçük dişlileri olarak birbirimize ivme vererek yol almak zorundayız. Değişimin durdurulup durdurulmayacağına ilişkin ise benim kanaatim bunun en temel yaratılış yasasına aykırı olduğu yönünde. Doğrusalmış gibi algılanan zamanın sonsuz miktardaki anlardan oluşan tek parçalık bir senaryo olduğunu ve dönüşümün gücünü bizlerin hayata şahitlik ederken ürettiğimiz enerjiden aldığını düşünüyorum.
Hayatın akışına güvenelim derim ben… Hakikat hangi pencereden bakılırsa bakılsın aynı görülüyor. Farklı cümlelerle ifade edilse bile. İki farklı inanç, coğrafya ve zamandan zâtın aynı hakikate işaret eden yaklaşımları söylemek istediklerimi arı duru anlatıyor sanırım:
“Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü, sonsuzluk nehrine kat! Su, hiç nehirden kaçar mı?” “Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir suyu hâline gelir.” “Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir ne kirlenir ne de kokar.” Hz. Mevlana
"İnsanlar hızla akan yaşam nehrinin yanında kendilerine küçük bir havuz kazarlar, iste o havuzda kokuşur, o havuzda ölüp giderler."J. Krishnamurti