top of page

Dün Amerika'da üç genç Müslümanı katleden kişinin öldürme nedeninin "islamophobia" yani İslam'dan duyulan endişe olabileceği söyleniyor çeşitli medya mecralarında. Yani bunu yapmış kişi korkuları yüzünden bu canice eylemi gerçekleştirmiş olabilir. Kavramlar bugün yaşadığımız dünyayı şekillendiriyor. Düşmanlık "korku" tanımlaması ile insanileştirilmeye çalışılıyor. Bu kurgunun en önemli ayağı ise Müslüman insanların yaptığı bireysel ya da örgütsel eylemlerin, İslam dinine mensup tüm insanlara mal edilmesi. Bu haksız ve orantısız değerlendirmeler yüzünden bazı Müslümanlar radikalleşerek "öteki" olarak gördüğü Batılı insanlar üzerinden intikam almaya çalışıyor. Son derece yanlış bir yöntem olarak terörizmi seçen kişilerin, çoğu zaman kasıtlı tahriklerle ve lojistik desteklerle beslendiğini düşünüyorum kaostan beslenen sistemin kurucuları tarafından. En nihayetinde ortaya çıkan hasta ruhlu katiller, savaş endüstrisinin işletmecileri ve hayatını kaybeden masumlar var ortada. 23 yaşındaki Deah Şaddy Barakat ve 21 yaşındaki eşi Yusor Muhammed ile 19 yaşındaki Razan Muhammed Ebu Salha'nın katilinin hangi dine mensup olduğuna dair hiçbir vurgu yok ulusal ve uluslararası haber mecralarında. Evet bu vurgu olmamalı... Ama katilin Müslüman olduğu durumlarda da bu böyle olmalı. Bu yüzyılın en büyük olayı bana göre dünyanın ikiyüzlülüğü ile yüzleşiyor olması. Bunun aracı bireyler tarafından kullanılan sosyal medya oldu. Artık medyanın sinsi örgütleri halkları istediği gibi yönlendiremiyor. Kim bilir belki de dünyada biriken irin böylece boşalacak. Yüzleşerek kabul edeceğiz doğru ve yanlışlarımız. Sonrasında elimizdekilerle birlikte yaşamanın ve kabullenmenin olgunluğuna erişeceğiz belki de. Bunu başaramazsak birbirimizin gözünü oymaya devam edeceğiz. Dualarımız iyilik için olsun

Yol almak insana geride bırakmayı öğretiyor ustaca... O halde tüm mesele yol almakta.... Akarken hayatın içinde yanında olmayı bilenlerle karışmak, bilemeyenlerle vedalaşmak gönül koymadan, alıp yüreğini gitmek sabah akşam... Hayatın tüm renkleriyle nikahlamak duyguları... Güzel bir şarkıya bağlamak bir sevdanın hüznünü... Bir kokuyla içine doldurmak en güzel an ve mekanları... Ki hiç ummadığın bir zamanda kulağına gelen bir şarkı, burnunun direğini sızlatan bir koku olarak en güzel demlerini yaşatsın sana yeniden.... Böylece adımların sabitken bile süzül içindeki upuzun yolda... Bilerek hayatın her köşe başında umut edenler için bir armağan sunduğunu... Yalnız olmayacaksın hem... Gündüz güneş, gece ay takılacak peşine... ( Hilal /20.11.13 )

" Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin " ( isra / 37 )
Ne zaman kibirden kabaran bir kalp ve bakışlarını göklere dikmiş bir baş görsem; ruhuyla birlikte kanı da bedeninin terketmiş iskeletler gelir gözümün önüne. Neresinden tutsan elinde kalacak...

Geçen hafta İstanbul Modern’den çıktıktan sonra, Sirkeci’ye gitmek üzere tramvay durağına yöneldim. Ama ne yazık ki akbilim yetersiz bakiye gösterdi. Bir müddet nereden akbil alabilirim diye bakındıktan sonra, yürümeye başladım. Aslında çoğunlukla yürümeyi tercih etmeme rağmen o gün yorgun olduğumdan ayaklarım biraz zorluyordu beni. Herşeye rağmen adım adım ilerleme başladım Karaköy’den Sirkeciye… Saat 21.00 civarları ve arabalar vızır vızır geçerken kaldırımlarda parmakla sayılacak kadar insan var ve onlardan biri de bendim. Bu yoldan araçla defalarca geçmiştim ama adımlarken kaldırımları sanki ilk kez buradaymışım gibi hissettim.  Bilmediğim bir şehirde yol alıyormuşçasına merak ve gizem içindeydim. Baharın dirilten serinliğine, denizin dinginliği karışmış; kaldırımlar, hanlar suspus… 

Otomobiller cazgırlıklarına devam ediyor ve ben adım adım ilerliyorum.  Uzun bir mesafe değil aslında gideceğim yer. Fakat o gün, o atmosferde, o duygular içerisinde olmak zamanı genişletti, ayaklarımın her yere dokunuşu anın tiktakları oldu. Anlamaya çalıştım hayatı böylesine hızlı yaşayıp böylesine fütursuzca tüketirken nasıl da ehlileşmişti herşey bir anda.  Tıpkı cızırtısız yayın yapan bir radyo frekansından yayılan melodiler gibi barış içindeydi an’a dair herşey. Hayatla birlikte yürümekti… Ne önünde ne arkasında… An’ın içinde olmak, varlığını idrak etmekti… Ben varım, yaşıyorum ve anlamlıyım diye çığlık atmaktı ruhunun derinliklerinde…  Ruhumuzda birikmiş zaman artıklarını gömmekti toprağın derinliklerine…  Şimdi olana, gördüğüne, duyduğuna, hissettiğine kulak vermekti… 

 

İşte o zaman her bakışta ayrı bir detayı  görebiliyor, tevazu ile saklanmış güzelliklere kendini gösterme cesareti verebiliyorduk. Gözümüzle, dilimizle, elimizle, tenimizle, duygularımızla dokunduklarımızı çoğaltabiliyor, hayatımızdan geçenlere armağan edebiliyorduk.  Duru bir niyet ile paylaşılan coşkudan daha güzel hediye olabilir miydi... Hem paha biçilmez hem bedava....

Please reload

bottom of page