top of page

Denizlerin Sessiz Klavuzları

Süt beyaz bir martıyım açıklarda

Gemilerde ben yol gösteriyorum, Buğday ve ilaç yüklü gemilereBir kanat vuruşta bulutlardayım;Bir süzülüşte vatanım dalgalar!

Cahit Sıtkı Tarancı “Bahar Sarhoşluğu” isimli şiirinde, bir martının küçücük yüreğinden kopanları bir kahraman edasıyla bu şekilde yorumluyor. Küçük martı bir kahraman, çünkü o bir kılavuz. Denizlerdeki umutları karadaki umutlara bağlayan o yüzen evlere, vuslata gidecek yolu müjdeliyor. Bir başka müjdeci daha var ki, onlar, bu gaye için varolmuş deniz fenerleri.

Denizler ayrı bir dünyadır. Denizcileri, ağları, sandalları, yolcuları, martıları, hikayeleri, felaketleri, ve bu felaketlerin uyarıcısı fenerleri ile apayrı bir dünya.Hemen hemen bütün fener hikayeleri ‘yalnız bir fenerci’, ‘yalnız bir gemi’ ve yanar döner ışığı ile ‘yalnız bir fener’ üçgenini anımsatır bize. Kim bilir fenerlerin öyküsünü anlamlı kılan da, tüm yalnızlığını içine hapsederek, ışığını göndermeye devam etmesidir belki de....

Dünyanın yedi harikasından biri de Fener

Bir efsanedir fenerler. Eski çağların yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri, deprem ve fırtınalardan arta kalan son kalıntıları da M.S. 1500 yılında kaybetmesine rağmen, ölümsüz ismiyle bugün dimdik ayakta.

 

“Yediveren İstanbul”yazı dizimizin ilk sayısında İstanbul’u resimlerle anlatırken, “İstanbul alalade bir şehir olurdu Marmara ile Karadeniz’in birbirine kavuşma isteği olmasa” demiştik.

 

İstanbul’u İstanbul yapan en önemli iki değer deniz ve boğaz...

Bir çift yarımada olan İstanbul, dünyanın en güzel doğa parçalarından biri. İstanbul’da yaşamın her alanına anlam ve değer katan Marmara Denizi her gün çok sayıda balıkçı teknesi, yolcu vapuru ve yerli-yabancı geminin oluşturduğu yoğun trafiği yaşıyor. Bu yoğun trafikte yol güvenliğini sağlamak, bu doğal güzelliğin devam etmesi adına yapılacak en önemli iş belki de. Çünkü o güzellikler varoluşa ait çok önemli bir şeyi barındırıyor içinde. O da yaşam...

Deniz trafiğinde kaza riskinin artış göstermesi üzerine, konunun öneminin anlaşılıp, Türkiye kıyılarına ilk kez fener konulması 1755 yıllarına rastlar.Daha sonra 1855’lerdeOsmanlı Devleti ile Fransızlar arasında yapılan bir imtiyaz sözleşmesi sonunda Fener hizmetleri, “Fenerler İdare-i Umumiyesi Müdürlüğü” adı altında yürütülmüş ve ardından fenerler idaresi hükümetçe satın alınarak, 1 Ocak1938 yılından Denzibank’a bağlanmış.

Devlet Limanları Umum Müdürlüğü Kıyı Emniyeti İşletmesi, 1944 yılında Devlet Denizyolları ve Limanlar Umum Müdürlüğü’ne bağlanmış ve adı Fenerler ve Cankurtaran teşkilatı olarak değiştirilmiş.

Fenerlerin öyküsünü anlamlı kılan, tüm yalnızlığını içine hapsederek ışığını göndermeye devam etmesidir...1952 yılında Devlet Denizyolları İşletmesi Umum Müdürlüğü, Denizcilik Bankası T.A.O’na devredilmiş. Fenerler ve Cankurtaran Teşkilatı da adı geçen banka bünyesine bir işletme hüviyeti almış.Daha sonra TÜDEK(Türkiye Denizcilik Kurumu adını alan Denizcilik Bankası ayrı bir genel müdürlük haline getirilmiş. Türkiye Denizcilik Kurumu da 1984 yılında bir kanun hükmünde kararname ile Türkiye Denizcilik İşletmeleri(T:D:İ) olmuş, tersanelerde de ayrı bir Genel Müdürlük altında toplanmış.

Son olarak 1997 yılında Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar ile tüm seyir yardımcılarının, kurtarma yardım ve tahliyesi hizmetlerinin tek çatı altında toplandığı, “Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğü” kurulmuş ve yine ayrı bir Genel Müdürlük haline getirilmiş.

Batılıların “light house”olarak adlandırdıkları bu ışık evleri, İstanbul kıyılarındaki ışık kütlelerine inat bir başarılarına yanıp durmaktalar. Bebek’ten Ahırkapıya, Fenerbahçeden Kızkulesine, Yeniköyden Rumeli’ye Filburnundan Paşabahçeye, Yeniköyden Dikilikaya’ya kadar olan irili ufaklı değişik yapı ve çeşitte birçok fener, felaket getiren sığ suları haber veriyor denizlerin seyyahlarına. 

Ülkemiz kıyılarında değişik tip ve özelliklerde369 adet denizi feneri var, bunların 37 tanesi İstanbul Boğazında, İstanbul Boğazında özellikle 1800’lü yıllardan sonra çoğalan gemi geçişlerinde kaza riskinin artış göstermesi üzerine fenerler inşa edilmeye başlandı. O günden bu güne irili ufaklı, devir çarklı, çok sayıda ve çeşitte inşa edilen fenerlerden Yeşilköy, Ahırkapı, Rumeli ve Şile Fenerleri tarihi öneme sahip.

Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen kendi teknolojimizle inşa ettiğimiz fener yok. O dönemlerde yapılan fenerlerin hemen hemen tamamı Fransız Fener İdaresi tarafından inşa edilmiş.

İstanbul kıyılarına ilk fener yapılmasına Boğaz girişlinde meydana gelen önemli bir deniz kazasından sonra ihtiyaç duyulmuş. 1755 yılında Mısır’a ticaretr eşyası götürmekte olan Hacı Kaptan idaresindeki bir kalyon, geceleyin Kumkapı’da karaya oturmuş.Olayı haber alan zamanın padişah III.Osman, Sadrazam Said Paşa ile Kumkapıya gitmiş ve kalyon ve gemilerin kurtarılmasını izlemiş. Bu arada Gemicilerden birinin, “Eğer burada sur üzerinde fener yapılıp her gece kandiller yakılırsa böylece uzağa giden gemiler ışığı görüp yollarını bulurlar ve kazaya uğramazlar” demesi üzerine, III. Osman’ın talimatıyla Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa tarafından ilk fener yaptırılmış.

 

Marmara denizinden seyirle İstanbul Boğazına giriş yapan gemiler ilk önce tarihi Yeşilköy feneriyle karşılaşır. Böylece gemiler Boğaz giriş rotalarını tespit etmiş olurlar.1856 yılında Fransızlar tarafından tş kule olarak inşa edilen bu fener, ilk önce Ayastafonos olarak adlandırılmış. Yeşilköy Burnu’nda bulunana fenerin ismi daha sonra bulunduğu semte uygun olarak değiştirilip, Yeşilköy Feneri adını almış.

23 metre yüksekliğindeki taş kulenin yanısra bir de lojmanı olan Yeşilköy Feneri, değişime ayak uydurmak istemiş olacak ki, şimdilerde dördüncü restorasyonunu görüyor.Bir fener daha vardı ki, o da hem İstanbul Limanı’na giriş, hem de İstanbul Boğazı’ndan geçişlerde rota feneri durumundaki Ahırkapı Feneri’dir. Bu fener Osmanlılar zamanında Fransızlara verilen imtiyazlara neticesinde 11857 yılında Fransız Fenerler İdaresi tarafından yaptırılmıştır. 

Bugün hala eski güzelliğini koruyan Ahırkapı Feneri beyaz renkli ışığı ile gecenin karanlığında, yeryüzüne inmiş bir yıldız gibidir. Önünde Marmara Deniz’nin engin maviliği, ardında İstanbul’un surlarını aşan kozmopolit bir yaşam...

Boğaz’ın Marmara girişindeki Yeşilköy ve Ahırkapı fenerleri gibi Karadeniz girişinde de Rumeli ve şile fenerleri durmaksızın yanıp sönmektedir.Gemilerin Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na emniyetle giriş yapmalarını sağlamak üzere 1856 yılında Fransızlar tarafından tesis edilen Rumeli Feneri, bir yönüyle diğer b ütün fenerlerden ayrılıyor. Fener Kulesi içinde Sarı Saltuk Hazretleri’nin mezarının bulunduğu iddiasıyla buranın aynı zamanda bir türbe haline dönüştürülmesi Rumeli Fenerini halkın ziyaret ettiği kutsal bir mekan haline de getiriyor.

Rumeli Feneri, karşı kıyıda duran Şile fenerinden güç alarak, adını verdiği köyün doğal ve sıcak ortamı içinde Karadeniz’in deli dalgalarına baş kaldırıyor. Türbenin yanı başındaki çeşmeden su dolduran Rumeli feneri köylüleri, bu fenerdeki türbenin hikayesini şöyle anlatıyor: “Fenerin Fransızlar tarafından ilk inşası esnasında kule birkaç kere yıkılmış. Bu durumu gören köyün ileri gelenleri burada bir yatır olduğunu ve kulenin bu yüzden yıkıldığını söylemişler Fransızlara. Bunun üzerine önce türbe yapılmış, üzerine de 3 kademe şeklinde 30 metre yüksekliğinde kubbe inşa edilmiş.

Fener ışığının görüş mesafesi 18 mil olup, ilk inşa edildiğinde gazyağı ile çalışırken bilahare asetilen gazı kullanılır olmuş. Bugün Rumeli Feneri, gelişen teknolojinin gereği olarak elektrik enerjisi ile çalışıyor.Türkiye'nin En Büyük Feneri Şile'de Karadeniz’de kıyı emniyetini sağlayan iki fener var demiştik. Rumeli feneri ve Şile Feneri. Şile Feneri de diğer büyük fenerler gibi Osmanlı İmparatorluğu zamanında verilen imtiyaz neticesinde Fransız Fenerler İdaresine yaptırılmıştır. 1859 yılında yaptırılan fener aynı zamanda Türkiye’nin en büyük feneridir. Deniz seviyesinden 60 metre yükseklikteki kayalıklar üzerine 110 cm. kalınlığında taşkule şeklinde kurulmuştur. Şile Feneri’nde ışığın görünüş mesafesi 20 deniz milidir. İlk dönemlerde ışık kaynağı 3 fitilli gaz lambası olan fener 1968 yılında elektriğe çevrilmiştir. Arkasında Şile’nin şehir yaşamını alan bu fener 8 adet göz şeklindeki merceği ile gelip geçen gemilere adeta göz kırpıyor. Fener kurmalı devir makinesi sistemi ile çalıştığı için fener görevlisi tarafından iki saatte bir kurulması gerekiyor. Kıyılarımızın kılavuzu Fenerleri tehdit eden en önemli iki tehlikeden biri kum fırtınaları diğeri ise bazen bilerek bazen de bilmeden fenerleri hedef alan avcılar. Böyle bir durumda fenerin ışığı yerine, sis düdüğünün sesi yetişiyor gemilerin imdadına. Ve görev devam ediyor.Bu görevin gelecekte de devam etmesi için Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğü yeni projeler geliştiriyor. Bunların başında da bütün fenerleri güneş enerjisi sistemine çevirmek geliyor. 

 


Acılar Denizi
Ben acılar denizinde boğulmuşum
İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını
Dalgalar hergün bir başka kıyıya atar beni
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını
Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime
Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını
Bu ne karanlık, bu ne zindan gece böyle
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını

Ben acılar denizi olmuşum, yaklaşma
Suların tuzlu, suların zehir zemberek
Baksana; herkes içime dökmüş artıklarını
Bu karanlık bitse artık, bir ay doğsa
Bir deli rüzgar çıksa; alıp götürse
Yılların içimde bıraktıklarını...
Ümit Yaşar Oğuzcan

Modern zamanlarda korsanın tezahürleri

Modern dünyanın onları masallara ve filmlere hapsolmuş karakterler olarak iyice benimsediği bir dönemde muhteşem bir dönüş yaptılar korsanlar. Hem de gündemin tam orta yerine oturarak. Birkaç yıl önce  Jonny Deep’in usta oyunculuğu ile gösterime giren Karayip Korsanları sinema filminde her ne kadar sempatik bir portre çizse de korsanlar; gerçekte o kadar da sevimli gelmiyorlar.

Kelime anlamı itibari ile “ deniz hırsızı, deniz haydutu “ anlamına gelen korsan,  İtalyanca corsaro’dan geliyor. Zaman içerisinde değişime uğrayarak dilimize korsan olarak yerleşmiş.  Tarihte büyük devletlerin donanmalarını bile zor durumda bırakan bu deniz haydutları yakalandığında genellikle idam ediliyordu.  Bizim tarihimiz açısından bu konudaki en dikkat çekici isim Barbaros Hayreddin Paşa’dır. Aslında  korsan iki kardeşten biri olan Barbaros’un gerçek adı Hızır Reis’tir. 15. yüzyılda Akdeniz’deki gemilere kök söktüren Hızır Reis’i  Kanuni Sultan Süleyman ikna ederek Kaptan-ı Derya görevine getirmiştir.  Sonrasında büyük başarılara imza atan Barbaros Hayreddin Paşa Akdeniz’den “ Türk Gölü” şeklinde bahsedilecek kadar sınırları genişletmiştir.

20. yy.’la gelindiğinde  varlığı unutulmaya başlanan korsanlar, Somalili balıkçıların deniz haydutluğuna soyunması ile  yeniden gündeme geldi.  Son yıllarda sıkça işitir hale geldiğimiz Aden Körfezi’ndeki gemi kaçırma olayları yüksek fidyelerin ödenmesiyle tatlıya bağlanıyor. Dünya petrol ticaretinin % 20’sinin yapıldığı Aden Körfezi’nde çok sayıda ülkenin deniz gücü olmasına rağmen, geçmişte Karayip Korsanları’nın yaptığı gibi Somalili balıkçılar küçük botlarla şok baskınlar yaparak amaçlarına ulaşıyorlar.  Ülkelerinde lüks yaşam süren ve kahraman olarak kabul gören bu deniz haydutları eskiden geçimini balıkçılık ile sağlıyorlardı. Deniz ticaretinin yarattığı kirlilik neticesinde avlanamaz hale gelince, onlar da bir bakıma bunun bedelini ödetmeye başladılar bu işin sorumlularına.  Somali’deki otorite boşluğunun yarattığı koşullardan da faydalanan korsanlar, yakalansalar bile yetkililere teslim edildikten sonra serbest kalıyorlar. Bu  kısır döngü  tekrarlanıp duruyor. Ve bütün dünya hayret ederek Mars’a gitmeye hazırlanan dünyanın  nasıl oluyor da eski balıkçı bozması bu haydutlarla baş edemediğini sorup duruyor.  Bu durumda denklemin bu kadar basit olmadığı, büyük çıkarlar ve hesapların dönüyor olabileceği ihtimalleri güçlenmeye başlıyor.

Dünyanın sınırlı bir coğrafyasında deniz hırsızları hak  etmedikleri paralar ile rahat bir hayat sürerken, neredeyse bütün dünyayı saran fikir ve emek hırsızları sessiz sedasız  yollarında ilerliyorlar. Sinema, müzik, yayıncılık, yazılım ve tasarım  alanında oldukça yaygın olan korsan yayıncılık ve fikir hırsızlığı emek sahiplerini rahatsız etse de kamuoyu tarafından yakın bir tarihe kadar çok fazla ciddiye alınmıyordu.  Kim bilir Karayip Korsanları filminin kaç milyon korsan basımı dağıtıldı bütün dünyada.  Korsan satışların boyutlarının yasal dağıtılan miktarların üzerine çıktığı belirtiliyor ilgili  kuruluşlar tarafından.  Bu denli büyük paraların olduğu bir ortamda bu işlerin küçük gruplar tarafından yürütülmesi pek mümkün görünmüyor. Özellikle korsan sinema yayıncılığında uluslar arası şebekelerin suç  ağını algılamamak mümkün değil.

Bu sorunla mücadele etmek üzere çeşitli kuruluşlar çalışmalar yürütüyor. Uluslar arası Mülkiyet Hakları Birliği bu anlamda çalışma yürüten kuruluşların başında geliyor. Ülkemizde ise Yayıncılar Meslek Birliği aktif olarak bu konuda mücadele veriyor.  Sivil inisiyatifin yanı sıra yasal olarak da son yıllarda önemli adımlar atılmaya başlandı.  Zira son yıllarda ülkemizdeki korsan yayıncılığın boyutları sektörü ciddi oranda tehdit eder hale geldi.  Bununla birlikte Avrupa Birliği’ne uyum süreci de hükümeti bu konuda adım atmaya zorladı.  Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ve bazı yasalarda  değişiklik yapan  Korsanlıkla Mücadele Yasası olarak bilinen, 5101 sayılı kanun 2004 yılında kabul edildi. Ciddi para ve hapis cezası öngören yeni kanuna rağmen korsan yayıncılık hala sektörü tehdit eder nitelikte.

Korsan’ın en etkili olduğu alanlardan biri de internet.  Özellikle sinema ve müzik sektörü için büyük tehlike arzeden ücretsiz paylaşım siteleri suçun boyutunu küresel boyutlara taşıyor. Yazılım ve medya da korsandan darbe alan sektörlerden.  Özellikle bireysel kullanıcılar bilgisayar programlarını büyük oranda bedava indirmek suretiyle kullanıyorlar.  Medya sektöründe ise suç, dev kuruluşların internet sitelerinde yayınlanan haberlerin daha küçük ölçekli internet haber sitelerinde izin alınmaksızın ve bedel ödenmeksizin yayınlanması şeklinde cereyan ediyor.  

Ekim 2009’da Çin’de gerçekleşen  Dünya Medya Zirvesi’nde  medya devi News Corporation’ın sahibi Rupert Murdoch önemli uyarılarda bulundu.  Murdoch, arama motorlarının ve diğer sitelerin, kullandıkları haberler karşılığında artık para ödemeleri gerektiğini belirtti. Bu konuda ciddi yaptırımlar içeren Hadopi yasasını çıkaran Fransa’da da artık izinsiz dosya indirenlere 2 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. Bu ülkede bir kişi izinsiz dosya paylaşımında bulunmaktan 33 bin € para ve 2 ay hapis cezası aldı. Fakat Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin kendi hakkındaki belgesel DVD'sinden 400 adet korsan baskı yaptırması yaman bir çelişki olarak karşımıza dikiliyor.

Tasarım da bu konuda sorun yaşanan alanlardan biri. Özellikle endüstriyel ürünlerde, uzun uğraşılar sonucu ortaya çıkmış olan tasarımlar, bir başka kişi ya da kuruluş tarafından küçük birkaç değişiklik yapmak suretiyle üretilebiliyor. Bu konuda tasarım tescil ile ilgili yasal önlemler de yeterli olamıyor maalesef.

Fikir ve sanat üretimini ciddi oranda baltalayan korsan yayıncılık ya da fikir hırsızlığı, kayıt dışı ekonomiyi de besleyen en önemli kaynaklardan biri. Bu durumun sürekliliğini sağlayan en önemli etken ise konunun algılanma biçimi ve yasal arzın satış bedelleri açısından toplumda cazip görülmeyişi. Dörtte bir oranlarında düşük fiyatlarla ya da internet üzerinden bedava verilen ürünler tüketiciyi kendi bakış açısıyla haklı görmesine neden olabiliyor. Olayın bir başka boyutunu ise Yayıncı Cem Akaş’ın 2 Ekim 2004 tarihinde Radikal Gazetesindeki “ Korsan Yayına Güzelleme “ başlıklı yazısında görüyoruz.  Akaş makalesinde, “ Birçok yayınevinin korsandan yakınmaya hakkı yok, çünkü söylenenlere bakılırsa (çok sayıda yazardan, çevirmenden, yazar vârisinden aynı şeyi duydum, bazı yayıncı dostlarım laf arasında itiraf etti) pek çoğu kendi kitaplarını korsanlıyor, iki bin baskı adedi üzerinden sözleşme yapıp beş-on bin basıyor.” şeklinde yazıyor.

Bu konudaki ilginç yorumlardan birini de kendi tecrübelerimden paylaşmak istiyorum. Örneğin yabancı sinema cd’lerini korsan olarak satın alanlar, yerli sinema konusunda daha duyarlı olabiliyorlar. Gerekçesi ise yerli üretim olduğu için, bu sektörden ekmek yiyenlerin rızkına mani olmamak ve Türk sinemasının gelişimine katkı sağlamak.

Son derece ince detayları olan bu konuda suça iştirak etmemiş kişi bulmak çok zor. Bu konuda hiç birimiz masum değiliz. Ben de dahil olmak üzere birçoğumuz korsan yayın üretimi olan, bir şarkı dinlemiş, bir film izlemiş, ya da bir kitap mutlaka okumuşuzdur.  Yasal düzenlemeler ya da ağır yaptırımlar olsa da bu sorunun çözümü büyük ölçüde bireysel ahlaki kabullerimizde gizli. Kul hakkı ve haram kavramları  içerisinde bu konuyu nasıl yorumluyoruz acaba?...

Soyut olarak algıladığımız fikri ve sanatsal ürünlerin bir emek sonucu ortaya çıktığı, bunun bir maliyeti olduğu, daha da önemlisi bu üretimi yapan insanların yeni ürünler ortaya koyabilmesi için emeğinin karşılığını alması gerektiğini idrak etmemiz gerekiyor. Aksi taktirde, medeniyetin en önemli katmanlarını teşkil eden fikir ve sanat eserlerinin olmadığı, maddeciliğe teslim olmuş bir dünyada yaşamaya mahkum edeceğiz gelecek nesillerimizi….

Beyaz denizlerin siyah incisi

Kuruluşu M.Ö. 4000’li yıllara dayanan 2000 metre yükseklikteki Erzurum, Anadolu’nun en önemli yerleşim merkezlerinde biri. Tarih boyunca Urartular, Kimmerler, İskitler, Selçuklular, Bizanslılar, Sasaniler, Moğollar, İlhanlılar, Safaviler gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapan şehirde, geçmişin izlerini taşıyan birçok yapıya rastlamak mümkün. Çok sayıda cami, medrese, hamam, kervansaray ve çeşmeden oluşan bu eserlerin en ünlüleri Çifte Minareli Medrese, Üç Kümbetler, Lala Paşa Camii, Yakutiye Medresesi, Ulu Cami ve Rüstem Paşa Bedesteni’dir.


Zorlu iklim koşullarının da etkisiyle uzun yıllar kalkınma hızı kaydedemeyen bu şehrin yeniden doğuşunun rengi siyah beyaz, adı ise Palandöken ve oltu taşı artık. Dünyadaki sayılı kayak pistlerinden birine ve siyah inci olarak da adlandırılan oltu taşına sahip olmak, bu tarihi kente eski ihtişamlı günlerine dönüş fırsatı sunuyor. Özellikle oltu taşı ekonomik değer üretmenin yanı sıra Erzurum’un kültürel ve sanatsal derinliğini yansıtması açısından ayrıcalıklı bir konuma sahip. Çok eski dönemlerde çeşitli eşyaların yapımında kullanıldığı rivayet edilen oltu taşının işlemecilik olarak 200 yıllık bir geçmişi var.

Kara Taşın Işığa Doğru Zorlu Yolculuğu
Güç, sabır ve emek istiyor oltu taşı işlemeciliği. Rezervler ağırlıklı olarak Oltu ilçesinin Dutlu dağı ve çevresinde bulunuyor. 600 civarındaki ocakta iki üç kişinin çalışabildiği 70-80 cm çapındaki galerilerde yapılıyor arama çalışmaları. Daha ekonomik görüldüğü için geleneksel yöntemler kullanılmaya devam ediliyor. Tamamen yöre halkı ve yerel imkanlar ile 150-200 metre derinlikten çıkarılan madenin özü bitki fosilleri. Sabır gerektiren bu arama işlemi sonucunda elde edilen ham maden işlenmek üzere atölyelere gönderiliyor. Kolay işlenebilmesi için topraktan çıktığı nemli haliyle muhafaza edilmeli. Nadiren de olsa kahverengi olabilen bu taş siyah kehribar olarak da biliniyor.

Zanaatten Sanata Uzanan Usta Eller
Üreticiler tarafından satın alınan hammadde, yabancı madde ve çatlarlardan arındırılarak üretilecek aksesuarın boyutuna göre parçalara ayırılıyor. Oltu taşı işlemesinde elektrikli ya da geleneksel el tornası kullanılıyor. İşleme öncesi bir süre suya konulan ham maden çifte su verilmiş keski bıçakları ile yontuluyor. Zımparalama işleminin ardından tebeşir tozu ya da zeytinyağı ile cilalanıyor. Telkari, kakma, kalıpta kabartma, delik işi, kalemkarlık, savatlama, mıhlama, kaplama ve yaldız gibi geleneksel kuyumculuk teknikleri ile yapılan işlemede altın, gümüş ve pirinç kullanılıyor. Her işleme yöntemi taşa ayrı bir güzellik katmakla birlikte savatlama yönteminde oltu taşı tozunun kullanılması hem estetik hem de ekonomik bir çözüm olarak çıkıyor karşımıza. Son derece sabır isteyen bu meslekte, bir tesbih tanesi üzerinde 200’e yakın delik açılıp metal işleme yapılabiliyor. Kullanılan desen ve tasarımlar ağırlıklı olarak Türk İslam Sanatının öğelerini taşıyor. Bütün bu incelikler oltu taşı işlemeciliğini zanaatten sanat boyutuna taşıyor. Takılarda uzun yıllardır altın ve gümüş işleme yapılıyorken, vitrinlerde gördüğümüz metal işlemeli tesbih ve ağızlıkların mazisi daha yeniye dayanıyor.
Oltu ilçesinde çok sayıda atölye bulunmasına rağmen oltu taşının merkezi, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı Rüstem Paşa tarafından 1561 yılında yaptırılan Rüstem Paşa Bedestenidir. Günümüzde yaygın olarak Taşhan adıyla anılan iki katlı mekanda imalatçı ve satıcılar tarafından kullanılan yaklaşık 85 dükkan bulunuyor. Artan ilgi nedeniyle daha iyi koşullarda hizmet verebilmek için restore edilen yapıda bulunan imalatçılar şehrin farklı noktalarında üretim çalışmalarına devam ediyorlar.

Oltu Taşından Saz
Oltu taşını sembolize eden en önemli iki ürün tesbih ve ağızlık. Anahtarlık, yüzük, küpe, bileklik, kolye, kol düğmesi, kravat iğnesi, ofis masa seti gibi birçok aksesuarın yapımında kullanılan bu değerli taş, bu işe gönül veren Yavuz Kardeşler oltu taşı’nın sahibi Ömer Yavuz’un ellerinde saz olarak şekillenmiş. Tamamen oltu taşından yapılan bu sazın ses kalitesi bu işin ustaları tarafından takdir görmüş. Yavuz Usta bir de minyatür cami yapmış Oltu taşından.
Desen ve modelleri ile beğeni toplayan oltu taşı, taşıdığına inanılan tedavi edici özelliği ile de ilgi görüyor. Stresi azaltıcı etkisi nedeniyle özellikle tesbih ve yüzük olarak sıkça tercih edilen bu taşın, nazara karşı da koruyucu etkisi olduğu toplum tarafından kabul görüyor.

Düşük Kalite Oltu Taşının İtibarını Zedeliyor
Günümüz hızlı tüketim toplumunun olumsuz etkilerinden oltu taşı işlemeciliği de nasibini
alıyor. Yoğun emek ve ustalıkla ortaya çıkan ürünlerin maliyeti daha yüksek olduğundan,
satıcılar farklı hammaddelerden oluşan ürünleri daha düşük fiyatlarla müşteriye arz ediyorlar.
Dışardan bir gözün kolaylıkla ayırt edemeyeceği bir aksesuarın oltu taşından yapılıp yapılmadığını anlamak için çeşitli yöntemler bulunuyor. Bunların en çok bilinenleri; kehribar özelliğinden dolayı bu taşın sürtünme sonucu elektriklenerek küçük toz parçacıklarını çekmesi ve avuç içine alıp üflediğinde buharlaşarak nemlenmesi.
Taşhan’da 45 yıldır oltu taşı tesbih ustası olarak ter döken Abdulkerim Demirci, dede mesleğini ilk günkü ahlaki ve mesleki sorumlulukla sürdürüyor. Oltu taşı işlemeciliğinin bu bölgede tesbih yapımı ile başladığını ve bu mesleğin kutsal bir yanının da olduğunu ifade eden Abdulkerim Usta, meslekteki ahlaki aşınmadan rahatsız. Son yıllarda Rusya ve Gürcistan’dan getirilen düşük kalite madenler ve sıkma döküm ile yapılan üretimlerin oltu taşının itibarını olumsuz etkilediğini vurgulayan Usta, mesleğe ilişkin endişelerini “ eskiden üretimi yapan usta aynı zamanda ürünü satan kişiydi. Ürettiğinin kıymetini müşteriye anlatırdı. Bugün popülist yaklaşımlar ile oltu taşının alanı genişletilmeye çalışılırken, kutsal değerlerle yoğurduğumuz mesleğimizin itibarı zedeleniyor ”şeklinde dile getiriyor.

Oltu Taşının Gelişimine Akademik ve Sivil Girişim Desteği
Oltu taşı işlemeciliğinin gelişimine akademik ve sivil toplum örgütü olarak da önemli destek veriliyor. Zira Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’de kurulan kıymetli taş işleme atölyesinde, Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak’ın önderliğinde önemli çalışmalar yürütülüyor. Alaylı meslek ustalarının bugünlere taşıdığı geleneksel çizgiler, yeni nesil okullular tarafından ortaya konulan modern bakış açısıyla yeni bir renk ve derinlik kazanıyor. Çalışmalardaki orijinal tasarımlar yeni neslin bu bayrağı ileriye taşıyacağını gösterir nitelikte. Bu konuda yürütülen akademik çalışmaların yanı sıra Oltu’da faaliyet gösteren üreticilerin girişimi sonucu kurulan Oltu Taşı Sanatını Geliştirme Sanatkarlarını Koruma ve Kalkındırma Derneği’de kayda değer faaliyetler yürütüyor. Yerel bir değer olarak bu sanatı gelecek nesillere aktarma ve sürdürülebilir kalkınmaya kaynak oluşturma amacı güden Dernek, “ Oltu Taşı İşlemeciliği Sanatının Modernize Edilerek Geliştirilmesi ve Sanatkarların Kalkındırılması “ projesini Atatürk Üniversitesi Oltu Meslek Yüksek Okulu bünyesinde, Avrupa Birliği’nin mali desteği ile yürütüyor.

Patenti alınmış olan ve dünyada sadece Oltu’da çıkarılan bu taş, 3213 sayılı Maden Kanunu’nun kıymetli taşlar kapsamında. Değerli taş çeşitliliği açısından zengin olan bölgede yıldızı her geçen gün parlayan Oltu zümrütü de vitrinlerde oltu taşı ile rekabet etmeye başlamış. Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Değerli Taşlar Atölyesi’nde birçok taş çeşidi üzerinde yürütülen çalışmalar gösteriyor ki bu iç rekabet ileride daha da yoğunlaşacak. Bu tatlı yarışın uluslararası alanda bir dayanışmaya dönüşmesini, ülkemizin doğal kaynakları olan bu taşların adı ya da rengi ne olursa olsun, geliştirilerek korunmasını diliyoruz. Zira taşta açan bu çiçekler kültürel mirasımızın nadide parçalarını teşkil ediyor.

Anadoluhisarı’ndaki Tarihi Hasan Usta Çömlek Atölyesi

1930'larda İstanbul'da yaklaşık 25-30 tane olan çömlekçi atölyesinden bugün yaşayan tek mekan Hasan Usta’nın yeri. Bu tarihi mekanı 1936 yılında Rum’lardan devralıp bugüne taşıyan Hasan Usta, aynı zamanda akademik bir hizmetin de kilometretaşlarından biri. Prof. Jale Yılmabaşar gibi akademisyen hocalar dahi onun atölyesini bir laboratuar olarak kullanma imkanına kavuşmuşlar. Hasan Usta 1994 yılında vefat edince bugün bu geleneği yanında yetiştirdiği oğlu Rıfat Togay devralmış. Her yıl olduğu gibi birçok akademi öğrencisi ya da bu işi merakla öğrenmek isteyenler Hasan Usta’nın çömlek ocağını ısıtmaya devam ediyor. Geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bu nadide mesleğin emektarlarının artık parmakla gösterilecek kadar azaldığı bir dönemde kurulmuş bu atölye. Göksu Deresi’nin kıyısındaki bu tarihi mekanda Rıfat Usta bizi ağırlıyor. Hem Hasan Usta’yı hem de Göksu Deresi’nin kıyısındaki çömlekçi atölyesini anlatıyor bizlere..." Babam (Hasan Usta) 1936 senesinde bir çömlekçi ustası olarak Bulgaristan'dan buraya geldiğinde çömlekçilik işinin bu mekanda Rumlar tarafından yapıldığını görüyor. Adapazarı'na yerleştikten sonra zaman zaman gelip gittiği bu yeri 1940'lı yıllarda önce Rumlardan kiralamış sonra da satın almış. Yani 60 yıllık bir mazimiz var . Bu iş İstanbul'da çok yaygınmış. Babamın anlattıklarına göre Eyüp'te yaklaşık 25-30 tane çömlekçi varmış. Bu çömlekçiler o zamanlar birbirlerinin yaptıkları işleri dahi yapmazlarmış. Biri kumbara yaparken öteki küp yaparmış, biri fener yaparken, biri saksı yaparmış. O zamanlar Çağlayan'da da bir imalathane varmış. Babam bu imalathanede de çalışmış. Unkapanı'nda Zeyrek'te oturuyorlarmış. Hatta Unkapanı’ndan Çağlayan’a yürüyerek gidermiş. Bir de Büyükdere'de bir imalathane varmış.Usta İstanbul’da bu işi kendilerinden başka yapanın kalmadığını söylüyor..."Bildiğimiz kadarıyla bu atölyeden gelip geçen ünlü akademisyenler de var. Jale Yılmabaşar gibi.. Bugün bu özelliği halen devam ediyor. Özellikle üniversitelerden gelen öğrenciler oluyor. Türkiye'de hangi üniversitede seramik eğitimi varsa orada okuyan öğrenciler burayı çok köklü bir yer olduğu için bilirler. Seyretmek için, çalışmak için, bilgi almak için, staj yapmak için gelirler.Togay, zanaatkar tevazusu ile devam ediyor anlatmaya..." Şunu şunu öğrettim diyemem ama bu meslekte öyle bir şey var ki insan bakarken bazı şeyler öğrenir. Ama hiç kimseye diyemezsiniz ki ben bunu öğrettim. Temeli akademidir. Oradan aldığını buraya getirmiştir. Buradan bazı şeyler öğrenmiştir. Biz sadece yardım etmiş oluyoruz. Buradan yüzlerce seramik sanatçısı geçmiştir. Bunlara ben öğrettim dersem ayıp olur. içinde olan zaten öğrenmiştir. Ben de bazen orda birşeyler öğrenmek istiyorum. El tutuşu, çamurun şekli, bir modeldir, bir tasarımdır, fırınlamadır, kurutmadır. Orada görerek öğreneceksiniz. İçiçe görünen Seramikçilik ve çömlekçilik arasındaki farkı şöyle anlatıyor Rıfat Usta..." Seramikçilik ve çömlekçilik tamamen birbirinden farklıdır. Çömlekçilik Anadolu’da eskiden beri insanların ilk sanatlarından bir tanesidir. Elle şekillendiriliyor tabii ki meşakkati çok fazla olan ve ustaların kendi becerilerine ait bir şey. Seramikçiler ise kalıpla şekillendirme yapar. Beyaz toprakla çalışır. Biz ise kırmızı toprakla çalışırız. Aradaki fark bu. Bizde bazı şeyleri elle şekillendiririz çok zor olmasına rağmen. Kırmızı toprak hem stok olarak azdır hem de şekillendirmesi inatçı olan bir topraktır. Beyaz toprak ise bir güzel terbiye edilmiştir. Ama kırmızı toprakta böyle bir şans yok.Rıfat Usta bir çömleğin doğuş öyküsünü anlatıyor..."Önce Kömür ocaklarından aldığımız toprağın çamur haline getirilip hazırlanması gerekiyor. Çamuru hazırlayıp makine ağından geçirdikten, süzdükten ve havası alındıktan sonra tezgahta elle şekillendiriyoruz. Bu kalıpla da olabiliyor ama biraz kısıtlı. Ondan sonra biraz kuruması beklenir. Sonra rötuşu yapılır. Rötuş daima malın kendini göstermesi ustanın, sanatçının o objeye göstermiş olduğu özen demektir. Biz babadan böyle gördüğümüz için ikinci bir emek daha veririz. Yoksa bu mal çapaklıda çıkartılır. Kuruduktan sonra fırınlanır. Fırınlandıktan sonra sırlanacak ise tabak olarak, güveç olarak tekrardan fırınlanır. Yok saksı olacaksa, o da tek seferde pişirilir.Babamın bana öğrettiği bazı şeyler vardı. Babam derdi ki:"Bilgiyi vermeyen namerttir!"Bilgiyi öğreteceksin. O nedenle buraya bilgi alma imkanı olmadığı için gelen (çünkü böyle bir atölye kurmak çok zor .Büyük paralara mal oluyor) insanlara yardımcı oluyoruz. Dahası onların içindeki öğrenme şevkini açığa çıkarmaya çalışıyoruz.Hasan Usta’nın 60 yıllık atölyesinden çıkarken baba Rıfat Usta, yanında yetiştirdiği kızına baba geleneğini, vasiyetini hatırlatıyordu: "Hadi kızım daha yapacak çok işimiz var!"

Ortaköy’de bir kalaycıdükkanıYusuf Şişman

1945 yılında Kuledibi’nde çocuk yaşta çırak olarak başlamış kalaycılığa. 3.5 sene çalıştıktan sonra, önce Kulaksız’da sonra Kasımpaşa’da kendi dükkanlarını açmış. 1954 senesinde Ortaköy’e gelen Yusuf Usta burada, önce Dereboyu’nda bir dükkan açmış. 1960 yılında ise şimdi bulunduğu dükkanı bir Ermeni’den 2500 lira hava parasıyla devr almış.İşte böyle özetliyor iş serüvenini Yusuf Usta. Ama söyleyecek daha başka sözleri var Usta’nın." Buranın mazisi daha da eskiye dayanıyor 120 yıllık bir dükkan. O zamanlar Ortaköy’de Ermeniler ve Rumlar vardı. Bir atım vardı. Atımla mahallede geziyordum. Sonra eniştemi yanıma aldım. Onunla beraber idare edip gidiyoruz. Burada 10 tane çırak yetiştirdim, hepsi de gidip dükkan açtı." İstanbul’un 484 tane kalaycı dükkanı olduğunu söyleyen Yusuf Usta "hepsi bıraktı gitti en son ben kaldım. İstanbul’da benden başka kalaycı yok artık" diyor.Kalaycılıkta önemli konulardan birinin de yıkama olduğunu söylüyor ve seyyar kalaycılar la ilgili sitemlerini dile getiriyor. "Onlar fena. Onların kalayları kalay değil. Şimdi biz çıksak mahalleye onların kalaylarını yapamayız. Neden çünkü onlar yıkamadan kalayı eritiyorlar. Ve onun isini sıvıyorlar. Biz onu yapamayız.Yusuf Usta kalayı tüccardan eritilmiş olarak alıyor. Fakat şimdiki kalay satan tüccarların kurşunu fazla kattığından şikayetçi. Bunun sonucu kalayın benek benek oluyor ve bu da çirkin bir görüntü oluşturuyor. Fakat ona bir ilaç katıldığında kalay kirlenmiyor. Yusuf Usta’yı en çok endişelendiren şey müşterisine karşı mahçup olmak. Bu yüzden külçe kalay kullanmaya karar vermiş. Kendisinin eritip yapacağını ve içinde hiçbir katkı maddesi olmayacağını söylüyor Usta. İstanbul’un her tarafından tanıyorlar Usta’yı. Kalaycı dükkanında gözümüze çarpan kapların hemen hepsi başka yerlerden geliyor. Bostancı, Kadıköy, Çengelköy, Bakırköy, Şişli ve Avcılardan...Kısacası İstanbul’un dört bir yanından geliyorlar kaplarını kalaylatmak için Yusuf Usta’nın bu ateş ve alınteri kokan mekanına....

Bakırcılar Çarşısında Bir BakırcıUstası

Kapalı Çarşı’nın Beyazıt kapısından girildiğinde artık tamamen yok olmak üzere olan bakırcıları görürsünüz. Antikaları, kopyalarıyla çeşit çeşit Osmanlı, Bizans araç gereçleri vitrinleri süslüyor. Genellikle turistik amaçla satılan bu eşyaları üreten son atölyelerden birindeyiz. Ve bu atölyenin emektarı bakır ustası Atilla Yanık karşılıyor bizi. O da çocuk yaşta başlamış bu işe. Henüz yedi yaşındaymış bakırın dünyasına girdiğinde. Bu meslek dede mirası ona. Ve o da bu mirasa sıkı sarılıp bugünlere taşımış. Öyle ki dükkanına ‘Atadan Bakırcılık’ ismini vermiş. Atilla Usta mesleğinin ince ve hassas bir işçiliğe dayandığını söylüyor. Yaptığı işi ana hatlarıyla şöyle açıklıyor."Yaptığımız iş, Osmanlı ve Bizans araç gereçleri üstüne. Onların kopyalarını ve tamirlerini orijinaline uygun olarak yapıyoruz. Onun dışında Tombak dediğimiz eşyaların kopyalarını yine aslına uygun bir şekilde yapıyoruz." Bakırcılığın ölmek üzere olduğunu söyleyen Atilla Usta, bu meslekte kendisinden başka gelen olmadığını, atölyede çalışanların zamanla daha ustalaşacaklarını belirtiyor.Usta, sitemkâr sözlerle konuşmaya devam ediyor "Mesleğimizi öğrenmek için gelen yok. Eskiden di o. Adam çocuğunu getirirdi bakırcıya. Baksın öğrensin diye. Bu mesleğe çırak ve kalfa gelmiyor artık. Burada İstanbul'da böyle. Anadolu’yu bilmiyorum. Kendi oğlum bile bu mesleği terketti gitti. Oğlum bu işi yapmasa da ben babadan kalma bu mesleği sonuna kadar sürdüreceğim. Burada öleceğim. Ben sanatımı çok seviyorum. Aşığım ona. Ama ceplerimiz de bomboş".

Cam Sadece CamdıUstaların Eli Değmeden Önce

Nasıl ki bakır ustaları ham bakır mamulleri desen desen işliyor ise dekorcularda ham cam mamullerini öyle işliyorlar. Bardaklar, kültablaları, Vazolar, kadehler vb...aynı işçiliğin serüveninden geçiyorlar ve oradan da mağazaların vitrinlerindeki yerlerini alıyorlar.Tarihi geçmişi Paşabahçe Cam fabrikasının kuruluş yıllarına dayanıyor. Fabrikanın kurulduğu yıllarda yaklaşık 2000-2500 tane olan dekorculardan geriye bugün 100 tane atölye kalmış. Fabrikanın arka sokaklarında kendi hallerinde ayakta kalmaya çalışıyorlar. İşte onlardan en faal olanı İbrahim ÇELİK ustanın dekorcu atölyesi:10 yaşında çırak olarak bu işe başlayan İbrahim Usta yaklaşık 18 yıldır camın büyülü dünyasında yeni desenler ve renklerle cama hayat kazandırıyor. İbrahim Usta yaptıkları işi üç cümle ile özetliyor:" Paşabahçe'nin sade mallarını alıyoruz. Dekorunu, işlemesini yapıyoruz. Sonrada esnafa,tüccara satıyoruz."Ve ekliyor..."Bu iş Paşabahçe cam fabrikasıyla birlikte başlıyor. Benim ustam o yıllarda ağaç dekorculuğu yapıyormuş. Fabrikadan sonra ise cam dekorculuğuna başlamış.1974-1980 yılları arasında bu Beykoz -Paşabahçe denilen semtte dekorculardan geçilmiyordu. Her adımda dekor atölyeleri vardı. 1999- 2000 yılları bu atölyeleri neredeyse tamamen bitirdi. Çünkü yapılan iş masrafını karşılamıyordu artık. Birçokları bu yüzden bıraktı ya da iflas etti. Biz de ayakta kalmaya çabalıyoruz. Başka çıkış yok. Başlangıçta 2000-2500 tane olan dekorcu atölyesinden bugün geriye kalan 100 tane bile değildir."

Kadim kapılar
Yeryüzünde hiçbir değer yok ki korunmaya muhtaç olmasın. Hep saklanmak, yarınlara aktarılmak istenmiştir değerli varlıklar. Paylaşılmak istenmemiş, en güçlü hislerle sahiplenilmiş kaybetme korkusuyla. Duygular yüreklere, kıymetli eşyalar sandıklara, şehirler surlarla çevrili kapıların ardına kilitlenmiş.İşte İstanbul da böylesi bir değer. O dünyanın gözbebeği, asırların yıpratamadığı eşsiz güzellik. Gelenin geçtiği konanın göçtüğü.


İstanbul’u ortak bir kültürün mirası yapan tarihi yapılarının en önemlilerinden biri, bir kısmı bugün hala ayakta olan surlardır. 

İstanbul’u anlamak , İstanbul’u yaşamak ve İstanbul’un yaşanmışlıklarından haberdar olmak...

Bugün bizler Asya ve Avrupa kıtasında iken eskiden surlar arasında sıkışmış kapalı kapılar ardında bir İstanbul vardı.

Karadan ve denizen çepeçevre surlarla çevrilen İstanbul çeşitli büyüklük ve mimari tarzdaki kapılarla dış dünyaya açılmakta idi. Surların ilk yapıldığı Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlık dönemini içine alan tarih sürecinde ihtiyaca göre birçok sur kapısı inşa edilmiş. Sınırlayıcı ve önleyici özelliğinin olmadığı günümüzde bu kapılar tarihi değere haiz yapılar olmaktan öteye gidemiyor. Birçoğu tarih sayfalarına gömülen kapıların çok azı varlığını koruyabilmiş. 

Asırlar boyunca İstanbul’un şehir yapısında meydana gelen evrimlerin yok ettiği ve bugünlere sadece ismi kalmış çok sayıda kapı mevcut. İstanbul’u anlatan kaynak kitaplardan bugünlere sadece isimleri ile kalan Dideban, Ayvansaray, Küngoz, Balat, Fener, Petri, Unkapı, Tüfekhane, Odun, Zindan, Balık Pazarı, Yeni Cami, Hikanatissa, Bahçe, Porta Veteris Victoris, Yalı Köşkü, Eugenius, Oğruk ve daha birçok kapı.

Ve günümüz İstanbul’unda cisimleriyle varlığını devam ettiren, belkide asırlar sonrasına sadece fotoğraflarla uzanacak olan kapılar. 

Bizim de objektiflerimize yansıyan bu kapılardan bahsederken söze hiç kuşkusuz Bizans şehir surlarının girişi niteliğindeki Altın Kapıdan başlamak gerekiyor. Theodosius I. Zamanında kazanılan bir zaferin şerefine 388 senesinde bir zafer taakı olarak inşa edilen bu kapının bir diğer adı da Yaldızlı Kapı. Bizanslıların Porto Aurea (Güzel kapı) olarak da isimlendirdiği bu kapı, Alman Arkeleogu Prof. Hans Litzmann tarafından ‘ muahhar antik devrin en mühim mimari abidelerinden biri’ olarak değerlendirilmiş. İhtişamlı dönemlerini tasvir eden bazı çizimlerden anlaşılıyor ki bu kapı üzerindeki kabartma, sütün, levha ve insan heykellerinden bugüne kanatlarını açmış kartal şekli, XP monogramı ve birkaç haç şekillerinden 

başka Bizansı hatırlatan hiçbirşey kalmamış. Osmanlı İmparatorlu’ğunun bu yapının tarihi kimliğini koruma titizliğine rağmen zamanın yıpratıcılığı tarihin bazı izlerini silmiş bu kapıdan. Fakat Osmanlı döneminde bu kapıya yapılan ilave yapılarla yeni bir çehre kazandırılmış Altın Kapıya. Fetihten sonra Kapı’nın arkasına ilave bir yapı inşa edilerek tarih mozaiği oluşturulmuş. Bir emektar gibi surların başlangıç noktasında birbaşına duran Altın Kapı’nın şehir yaşamındaki rolünün yanıbaşında duran Yedikule Kapısı üstlenmiş gibi.

Belgrad kapı surlar boyunca doğuya doğru uzanıldığında Yedikule Kapısı’ndan sonraki ilk kapı. Önünde kendisiyle aynı adı taşıyan bir mezarlık ve geçmişin bu iki yapısı arasındaki sur hendeklerinde ’hayat devam ediyor’ dercesine yeşeren kilim desenli bostanlar uzanıyor boylu boyunca...

Dün ve bugün arasında kalan bir başka kapı da Silivri Kapı. Eremya Çelebi Kömürcüyan’ın yirmibeşinci kapı diye nitelediği bu kapının alametinin iki horoz olduğu da ifade edilmekte. Karşısında Elekçi Dede’nin mezarı bulunan bu kapı geçmişten bu güne taşıdığı bir kitabenin yanısıra duvarlarına yuva yapmış kuşlara da ev sahipliği yapıyor şimdilerde. Duvarlar üzerindeki bu kuş yuvalarından yükselen sesler İstanbul’un gürültüsüne karışırken, Mevlana Kapı önünde satılmak üzere konaklayan kurbanlık hayvanlar hayatlarının son demlerini yaşıyorlar. 

Bu kapı ismini eskiden civarında bulunan bahçelerin içindeki derviş odaları ve mevlevihanelerden almış. Kuşatma sırasında kapatılan bu kapı Osmanlı fethinden sonra yeniden açılmış ve yeni dünya düzeni gösteriyor ki hep açık kalacak.

Bizans İstanbul’unda surlar en büyük savunma aracı, kapılar ise bu güçlü savunmanın en zayıf yanı idi. Edirnekapı ve Topkapı da Osmanlı tarihinde özellikle İstanbul’un fethi açısından önemli bir yere sahip. Kuşatmalar karşısında surların en zayıf noktası olan bu kapılardan ikisi Bugün bu kapıların dış cephesindeki yakın zamanda yazılmış iki kitabede İstanbul’a bu iki kapıda savaş toplarıyla açılan gediklerden girildiği belirtiliyor. 29 Mayıs 1453 Salı sabahında insanlar bir şehrin mücadelesini vermişken bugün bu şehrin sayıları onikimilyon aşan insanları kendi yaşamlarının mücadelesini veriyor. 

Yaklaşık altı asır öncesinde olduğu gibi bugün de bu iki kapıda yoğun bir insan trafiği var. Edirnekapı ve Topkapı etrafındaki yoğun araç trafiğine rağmen sadece yayalara geçit veriyor.

Bizans döneminde İmparatorların geçiş törenlerine sahne olan Altın Kapı gibi, Osmanlı İmparatorluğu devrinde de Edirnekapı Padişahların muhteşem geçişlerine tanıklık etmiş.

Topkapı’nın da tanıklık ettiği önemli olaylardan biri de 1000 yılı aşan Bizans İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan fethin yönetildiği Sultan II. Mehmet’in çadırı. Çünkü Fatih Sultan Mehmet fetih sırasında çadırını bu Topkapı’nın karşısındaki tepede kurmuş.

Osmanlı dönemi İstanbul’unda Topkapı’nın iç ve dış taraflarında Ermeni poşalar bugünkü ifadeyle çingeneler otururmuş. Yani bugün olduğu gibi geçmişte de yaşam insana dair değişik renkleri yansıtıyordu buralarda.

İsminden de anlaşılacağı üzere Eğri Kapı’nın iki kısmı tam karşılıklı değildir. Diğer kapıların aksine bu kapı Haliç’e bakan bir yokuşun bitiş noktasında bulunuyor. Kara surları üzerindeki diğer birçok kapı gibi bu kapının önünde ve arkasında çeşitli Zat’lara ait mezarlar bulunuyor. Araç geçişinin diğer kapılardaki kadar yoğun olmadığı Eğrikapı İstanbul’un yoğunluğunda sükunetten en çok nasiplenen kapı.

Cibali Kapısı ile eğri kapı arasında varlığını koruyan bir başka kapı XVII. Asırda İstanbul isimli kaynak kitapta zikredildiği adıyla Yeni Ayakapısı, bugünkü adıyla Ay Kapı. Aynı kaynak kitapta bu kapının önemli bir yerde olduğu ve Bizans döneminde İmparator ailesine mensup kadınların kapatıldığı Petrion Manastırı’nın burada olduğu ifade ediliyor. 

Aykapı’nın devamında bulunan ve Cibali Kapı’nın da diğer birçok kapı gibi ismini alış öyküsü var. İstanbul Fetih Derneği tarafından yazılan kapının solundaki kitabede bu olay şöyle anlatılmakta: “Miladın 29 mayıs 1453 Salı günü Bursa Sübaşısı Cebe Ali Bey buradaki sur kapısın kardırıp içeri girdiğinden halk bu civara Cibali demiştir”. Bu ad bizlere hernekadar meşhur Cibali Karakolu’nu çağrıştırsa da, İstanbul’a yeni bir dönemi aralayan kapılardan birini adı aslında. Dünya tarihçilerinin Altın Boynuz olarak nitelendirdiği Haliç’in yanıbaşındaki bu kapı civarındaki yapılar itibariyle İstanbul nostaljisini yansıtıyor.

Ve yazımızda son olarak Ahırkapı yer alıyor. Surlar İstanbul’undan bu güne yapısal olarak ayakta kalan bu kapıya, saray ahırlarının tam bitişiğinde olduğu için bu isim verilmiş. Sultanahmet meydanının kültür mozaiğini arkada bırakarak bu kapıdan Marmara denizi ile surlar arasındaki sahil yoluna doğru akıyor trafik. Topkapı Sarayı’nın sağ ayağını oluşturan bu kapı adını verdiği fenerden de anlaşılacağı üzere deniz trafiğinin kontrolünde mühim bir yer teşkil ediyor. Geçen sayımızda fenerleri anlattığımız geçen Yediveren İstanbul sayfamızda da belirttiğimiz gibi bir deniz kazası sonucu ilk fener burada inşa edilmiş.
Üzerinde bulunan Osmanlı döneminden kalma kitabeler bu kapının Osmanlı döneminde açıldığını belgeler nitelikte.
Geçmişin bugüne taşıdığı bu sur kapılarında ne görkemli geçiş törenleri ne de nöbet tutan askerler var artık. Şimdilerde sur kapılarından yoğun şehir yaşamı içinde yaya geçişlerine, bazıları meraklı bakışlara, bazıları da araç trafiğine ve trafik gönüllülerinin yaşamdaki rolüne tanıklık ediyor.

Beyoğlu'nun sessiz yüzleri

Hiç fark ettiniz mi üzerinizde gezinen bakışları, Beyoğlu’nun sokaklarında yürürken? Bazen kızgın, bazen endişeli, bazen umutlu ve bazen de iyimser bir ifade ile kesişti mi gözleriniz? Ya da baktığımızda görebildik mi başka bir boyuttan yaşantımıza kafa uzatan, birbirinden farklı çok sayıdaki o yüzleri? Donuktur ve bu yüzden de biraz soğuktur bu taştan simalar. Ve önemli bir tarihsel dönemi anlatan uzun cümlenin kelimeleridir her biri. Kadın, erkek, asker, melek, şeytan, çocuk, geyik, kuş, aslan, sarmaşık, üzüm salkımı ve kültürel sembollerden müteşekkil, duvarları süsleyen bu figür ve bazen de heykeller, anlamlarını varoluş süreçlerinde barındırıyorlar aslında. Bu binaların inşa edildiği dönemi yerel ve evrensel ölçekte kısaca ele almak, Osmanlı coğrafyası içerisinde sınırlı bir alanda görebildiğimiz bu farklı mimari unsurları anlamlandırabilmemize yardımcı olacaktır. En önemlisi de “neden Beyoğlu?” sorusunun cevabını yine bu bölgenin gelişim sürecinde aramak bizi bugüne daha sağlam adımlarla getirecektir.

Yazı: Hilal Korucu Fotoğraflar: Ali Bıyıklı

İstanbul’un Karşıyakası Her gün binlerce insanın bir aşağı bir yukarı gidip geldiği, günün her saatinde canlılığını koruyan bir mekan İstiklal Caddesi… Farklılıkları bir arada yaşatan rengarenk bir dünyadır eski adıyla Cadde-i Kebir. İstanbul’u bir dünya kenti yapan kültür mozaiğinin, ağırlıklı olarak batı medeniyeti katmanlarını ihtiva eder birikimlerinde… İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın İslam Medeniyeti’nin yerleşmesinde Suriçi’ni merkez alması ile birlikte, batılı unsurların kültürel olarak varlıklarını sürdürmek üzere tarihi yarımadanın diğer tarafına kaymaya başladılar. Aslında Cenevizliler döneminden beri yerleşim alanı olan Galata’ya bu dönemde “ karşı yaka” anlamına gelen Pera ismi verilmiş. 1925 yılına kadar resmi olarak bu şekilde ifade edilen bu bölge bugün Beyoğlu olarak geçiyor.

Osmanlı Medeniyetinde Batı Kültürünün Merkezi İstiklal Caddesi hiç kuşkusuz Pera kültürünün en yoğun hissedildiği mekan… 20.yüzyılın demografik değişimleri öncesinde batılı yaşam tarzını benimsemiş ya da batı orijinli insanların ağırlıklı bulunduğu bu caddede artık çok daha zengin bir insan çeşitliliği var. Özellikle 1950’li yıllardan sonra artan göçten bu bölgenin dokusu da nasibini almış. Anadolu’nun farklı yerlerinden gelip ticari işletme kuranlar, illegal işlerin içerisinde bulunanlar, kültür ve sanat dünyasının bazı entelektülelleri, toplumun farklı katmanlarından daha birçok insan ve hatta son yıllarda sıkça görmeye başladığımız Asya ve Afrika kökenliler buradaki sosyal çeşitliliğin bir parçası olmaya başladılar.

Çalkantılı Zamanların Tanığı İstanbul’un diğer bölgelerine nispetle ilk dönemlerindeki dokuyu en iyi muhafaza etmiş olan Pera, çok da uzak olmayan geçmişine çalkantılı birçok olayı da sığdırmış. Sosyal ve kültürel hareketliliğin her daim yüksek olduğu bu bölge, özellikle 20. yüzyılda önemli olaylara sahne olmuş. İşgal yıllarından başlayan buhran ve sonrasında da gayrimüslümlere yönelik olarak uygulamaya konulan Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olaylarının yarattığı değişimler Pera’nın kaderinin başlıca dönüm noktalarını teşkil ediyor. Çok sayıda insan evlerini apartmanlarını bırakmak zorunda kalmış bu dönemde. Bu gidişlerin izleri sahipsiz köhne binalarda belirgin olarak hissediliyor. Birçok hikayeyi duvarları arasında barındıran bu yapılardan önemli bir kısmı konut ve işyeri olarak hala kullanılıyor. Bazıları ise eğlence mekanı olarak hizmet veriyor. Gerek ilk sahipleri gerekse ikamet etmiş ünlü isimleri nedeniyle ünlü han ve apartmanlar hâlâ ilgi görmeye devam ediyor. Bunların en ünlüleri Narmanlı Han, Botter Apartmanı, Komando Apartmanı, Çiçek Pasajı olarak sıralanabilir.

Binbir surat Beyoğlu Geçirdiği sosyal ve kültürel evrimin ardından İstiklal caddesi hâlâ İstanbul’un en renkli mekanı olarak varlığını sürdürüyor. Bir tiyatro sahnesi gibidir Beyoğlu. Ön yüzüyle özgür dünyayı vurgulayan İstiklal, arka sokakları ile de bilinmezlik ve tehlikeyi çağrıştırıyor zihinlerde. Tezatların uyumudur aslında bir bakıma burada karşımıza çıkan tablo. Cadde boyunca attığınız her adımda farklı yaşam tarzlarını özetleyen yüzlerce sima ile karşılaşırsınız. Konuşurlar, gülerler, dalgın, öfkeli, suskun ya da şaşkındırlar… Akıp giden insan seli içerisinde her seferinde değişir insan yüzleri. Her daim insan akınının olduğu İstiklal Caddesi’nde yürürken gözünüze çarpan her bir yüz farklı bir dünyayı işaret eder gibidir. Beyoğlu’nun kaderinin gidişatını en iyi yüzler anlatıyor belki de… Tıpkı apartmanların dış cephelerindeki figürler gibi. Kimler geldi kimler geçti ve ne çok şey değişti. Sayısız adım atıldı caddenin kaldırım taşlarında. Sayısız kelime sindi apartman duvarlarına. Ve ne çok şeye tanıklık etti bu yüzler. Ama hep sustular. Yıllarca donuk bakışları ve değişmeyen ifadeleri ile hep tuttular bu renkli dünyanın sırlarını. Onlar her şeyin farkındaydılar. Dilleri olsa da bir konuşsalardı neler anlatılardı kim bilir! Doğdukları gün donmuştu zaman onlar için. Bina cephelerinde bulunan bu insan yüzü figürleri aynı zamanda bir dönemin evrensel ve yerel dönüşümünün de ipuçlarını veriyor bizlere.

Sanat ve zanaatin birleştiği yeni bir anlayış Bu figürler Beyoğlu mimarisinin değişime uğradığı dönemlerin başına götürüyor bizleri. Esasen İstanbul’da yapılar ağırlıklı olarak kargirken, 1870’deki büyük İstanbul yangını mimaride değişim için bir fırsat olmuş aynı zamanda. Bu dönemlerde Avrupa da kültür, sanat ve mimaride yeni bir akıma sahne oluyor. Zira Endüstri Devriminin insanlara güven vermediği teziyle William Morris’in düşünceleri etrafında şekillenen Art&Craft akımı mimaride de ağırlıklı olarak kendini hissettirmeye başlıyor. Yapıların inşasında farklı malzeme ve yöntemler kullanılıyor artık. 1889’daki Paris Fuarı için inşa edilen Eyfel Kulesi mimaride demirin hakimiyetinin artması yönünde büyük bir adım teşkil ediyor. İngiliz estetikçi ve tarihçi John Ruskin’den etkilenen Morris’in sanat ve zanaatı bir araya getiren; aynı zamanda barok unsurlarında yer aldığı yeni sanat akımı Amerika ve Avrupa’da kısa sürede yaygınlaşıyor. Bu anlamda Belçikalı Mimar Victor Horta’nın 1892’de tasarladığı Brüksel’deki Tassel Evi ilk örnek olarak kabul ediliyor.

İstanbul’da Artnouveau’nun yükselişi 17. yüzyılda Batı kültüründen geniş anlamda etkilenen Osmanlı, Artnouveau mimarisine de kayıtsız kalamamıştır. Bu tarz mimari ile İstanbul’un birçok yerinde önemli yapılar inşa edilmiş. 1894’te İstanbul’a gelen ünlü mimar Riamonda D’Aranco, Artnouveau’yu ilk olarak uygulayan kişi. İstanbul’un farklı yerlerinde birçok yapı inşa eden D” Aranco Beyoğlu’ndaki ünlü Botter Apartmanı’nın da mimarı… Batı tarzı mimari ilk olarak 1853’de Dolmabahçe Sarayı’nın yapımında kullanılmış ve sonrasında da birçok yapıda kendini göstermiş. Barok mimarinin belirgin özelliği olan gösterişli heykeller ve süslemeler, Artnouveau mimaride yerini daha mütevazı bir figür ve süslemelere bırakmış.

Osmanlı Mimarisi’nde heykelin varoluş süreci Artnouveau tarzda Osmanlı mimarisi’nde hiç rastlamadığımız insan figürleri ve heykeller kullanılmış bu yapılarda. Kullanılan heykeller ve figürlerin birçoğu batı heykel sanatının mitolojiden beslenen sembollerinden oluşuyor. İstiklal Caddesi boyunca yürürken gözünüze çarpan insan yüzlerine baktığınızda her birinde başka başka ifadeler görürüz. Kükreyen bir aslan, donuk bakışlı bir baykuş ya da boynuzlarında yapılar taşıyan bir geyik çıkabilir karşınıza. Kadın heykellerin taşıyıcı unsur görünümünde konumlandırıldığı bazı apartmanlar da olmakla birlikte, Batı’dakilere göre daha sade bir görünüm arz ediyorlar.

Beyoğlu’nun bu sessiz sakinlerine yapacağınız bir ziyarette, başında miğferi ile Romalı askerin tebessümünü, bandanalı bir haydutun meydan okuyuşunu, sözü yarıda kesilmiş gibi ağzı açık kalmış bir sohbet erbabını, bakışları gezinirken donuvermiş meraklı bir yüzü görebilirsiniz. Naif bir kadın heykeli sanki tüm binayı ayakta tutuyormuşçasına ayakta durur bazen. Artnouveau’nun zarif desenlerinin ortasında bir duvar cephesinden hayata tutunan bu figürler aslında bir medeniyetin soyuttan somuta aktarılan anlatımını teşkil ediyor. Binalar ayakta kaldıkça da onlar kendi dillerinde konuşmaya devam edecekler bizimle sessiz ve kıpırtısız.

Bu yazı, Gezgin dergisinin 2010 yılının Ocak sayısında yayımlanmıştır.

Kayıp demiryolunun izinde

Asırlarca devam eden bir yaşamsal sürecin oluşturduğu katmanlar üzerinde yaşıyor İstanbul. İlk yerleşimlerden bu güne her kültür ayrı bir iz, bir kalıntı bıraktı.                       Keşiflerimiz uzak ya da yakın tarihle bizleri yüzleştiriyor  zaman zaman. Bazen bir sarnıcın karanlığında gizemli derinliğe bazen de raysız bir demiryolunun aldığı yolun tükenmezliğine  uzanıyoruz küçük ipuçları ile…. Böylesi bir hikayesi var kısacık ömrüyle tarihe not düşmeyi başaran Kağıthane Demiryolu’nun. Bir yüzyıla iki doğum bir ölüm sığdıran kısa menzilinde bu hat, ilk ve son istasyon arasında önemli yükler taşıdı.

 

Yeni bir demiryolu hattı doğuyor…

Tarihi Kağıthane Demiryolu’nun doğuşuna aslında dönemin koşullarındaki hayati bir ihtiyacın karşılanma gerekliliği vesile olur. Demiryolu inşa edilene kadar, İstanbul’a elektrik veren Silahtar Elektrik Santrali için gerekli olan kömür İngiltere’den ithal ediliyordu. 1. Dünya Savaşı esnasında bu ülke ile savaş halinde olunduğu için ihtiyaç duyulan kömürün sevkiyatı da durur. Dönemin koşullarında bunun doğurduğu en önemli sonuç İstanbul’un elektriksiz kalmasıydı. Çünkü aynı dönemde Şirket-i Hayriye gemilerinin Karadeniz Ereğlisi’nden getirmiş olduğu kömür de Rus donanmasının engeline takılıyordu. Bu zorlu koşullarda en iyi çözüm, varlığı bilinmesine rağmen endüstri alanında daha önce kullanılmamış olan Ağaçlı ve Çiftalan havzasındaki linyit kömürünün İstanbul’a getirilmesiydi. Bunun için de zamanın teknolojik olanaklarında kömür nakliyatı en iyi demiryolu taşımacılığı ile yapılabilirdi. Böylece dönemin Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın talimatı ile Haliç’ten Karadeniz’e orman içinden geçecek bir dekovil hattı kurulması için çalışmalara başlanır. Hattın geçeceği mevkinin orman olması nedeniyle küçük demiryolu olarak da bilinen ray aralığı 60 cm’lik dekovil hattın döşenmesi uygun görülür. Resmi adı “Haliç Karadeniz Sahra Hattı” olan dekovil hat, Demiryol Alayı-Muhabere ve Muvasala Müfettişliği Umumiliği Şimendifer Kıtası olan askeri birim tarafından, Çorlu Amele Taburu’nun işçiliği ile inşa edilir. İhtiyaç duyulan ray, lokomotif ve vagonlar Almanya’dan Tuna nehri yoluyla Yeşilköy’e, sonrasında da denizden Kağıthane’ye getirilir. İki hat olarak planlanan demiryolunun ilk kısmının Kağıthane Ağaçlı arasına kurulmasının ardından Çiftalan hattı döşenir.Kağıthane Demiryolu İstanbul’a hayat taşıyor.

Hattın çalışmaya başlaması ile kömür sevkiyatı ihtiyacı giderilmeye başlanır. Bu süreç içerisinde şömendüfer kurslarında yetişen elemanlar Kurtuluş Savaşı esnasında Anadolu’daki demiryollarında çok önemli hizmetlerde bulunurlar. Daha da önemlisi mücadele yıllarında silah sevkiyatında oynadığı roldür. İngilizler tarafından kapatılan Kağıthane Baruthanesi’ndeki silah ve mühimmat bu demiryolu üzerinden kaçırılır. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucularından Mebus Naci Bey’in yönettiği 40 kadar genç ile organize edilen kaçırma operasyonlarının yapılacağı gecelerde, köyün karakolundaki İngiliz askerlerine eğlence düzenlenerek geç vakitlerde askerlerin sarhoş olması ile birlikte sevkiyata başlanır. Zorlu geçen bir yıl boyunca silah sevkiyatı bu şekilde devam eder.

1920’lerde kömür ihtiyacının ortadan kalkması ile birlikte demiryolu hattı da atıl hale gelir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde kömür madenleri ve hattın işletilmesi için ihale açılmasına rağmen kimse talip olmaz. İkinci dünya savaşı yıllarına kadar asker ulaşımı ve köylülerin odun taşımasında kullanılan hat, alınan bir kararla 1952 gibi sökülür. Raylar başka bir bölgeye nakledilirken lokomotif ve vagonlar meçhul akibetine doğru yol alır. Daha sonraki yıllarda lokomotifin izine Amasya’da rastlanır.

Tarihe gömülen hat yeniden doğuyor

Kısa zaman içerisine önemli olayları sığdıran hat, 1998 yılında yeniden doğmaya başlar.  Kağıthane Belediye Basın Danışmanı Hüseyin Irmak’ın girişimleri ile  Prof. Emre Dölen’de ve koleksiyoner Mert Sandalcı’da bulunan fotoğraflar bir araya getirilir.  Dölen ve Sandalcı’nın yanı sıra araştırmacı Hüseyin Irmak’ın önemli katkıları ile fotoğraflardan müteşekkil bir kitap hazırlanır. Ardından  Kültür Bakanlığı  2002’de hattın tarihçesini anlatan “ Düş İstasyonları (9. Kilometre) “ isimli belgesel filmi çektirir. Sonraki yıllarda Hüseyin Irmak ve Mert Sandalcı yeni fotoğraflar bulur. Bu yeni belgelerin de yer alacağı ikinci bir baskıyı İngilizce yapma girişiminde bulunulur. Fakat sonuç alınamaz. Konuyla yakından ilgilenen diğer isimler ise gazeteci-yazar Ersin Kalkan ve yazar Akdoğan Özkan olmuştur.  Akdoğan “ Türkiye’de Ölmeden Önce Yapmanız Gereken 101 Şey” isimli eserinde  kayıp demiryolunun yeniden inşasına yer verir.

Gerek turistik gerekse inceleme gezileri ile konuya ilgi canlı tutulmaya çalışılır.  Yerel yönetim ve akademik düzeyde önemli girişimler sonucu hattın yeniden hayatı bulması için önemli bir  yol katedilir.  Mert Sandalcı ve Hüseyin Irmak’ın 2008’de İTÜ Makine Mühendisliği Fakültesi’nde  demiryolunu konu alan konuşmaları sonucu rektörlük ve dekanlık  lokomotif  ve vagonların yeniden modellenmesi konusundaki isteklerini beyan ederler. Aynı şekilde İBB Başkanı Kadir Topbaş ve Kağıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç’ın katıldığı ve Hüseyin Irmak tarafından bilgi verilen inceleme gezisi sonrası Başkan Topbaş’ın talimatı ile İstanbul Metropolitan Planlama Bürosu tarafından İstanbul’un harita ve planlarına işlenir.  Projenin yapımına henüz başlanılmamasına rağmen hayata geçtiğinde İstanbul için turistik amaçlı önemli bir aktivite alanı olması bekleniyor. Şimdilik  gruplar yürüyüşler halinde tarihi demiryolunun izlerini sürmeye devam ediyor.

Kayıp Demiryolu’nun izinde yeniden başlıyor yolculuklar

İstanbul’un tarihsel tahribata en fazla uğrayan yerlerinden biri  olan Kağıthane’de kültürel kazanım adına çok önemli çalışmalar yapan Hüseyin Irmak, bizler gibi konuya ilgi gösterenlere  “ Kayıp Demiryolu”nun izini  sürme olanağı veriyor. Uzun bayram tatilinde yine bu amaçla bir araya gelen grubun yolcuğu Kağıthane Belediyesi’nde gösterilen “  Düş İstasyonları “ belgeselinin gösterimi ile başladı. Başkan Kılıç’ın nazik karşılamasının ardından izlediğimiz belgeselde sunulan eski fotoğraflardan, demiryolunun yaşadığı dönemlere dair önemli ipuçları yakalıyoruz. Prof. Emre Dölen’in dedesi olan  Şimendüfer Alayı mensuplarından Hasan Mukadder Bey’in usta fotoğrafçılığı ile bugüne  uzanan siyah beyaz kareler, izleyenleri  yaklaşık bir asır öncesine götürüyor. Fotoğraflarda yer alan somut detayların neredeyse hepsi yok olduğundan, bugün artık hat üzerindeki kalıntıları ve hikayenin ormana sinen ruhunu takip ederek gezimizi yapacağımızı anlıyoruz.

İlk durak Kağıthane

Film gösteriminin ardından  Kağıthane Belediyesi’nin bahçesindeki açık hava müzesindeki tarihi demiryolundan geriye kalan ray parçaları ve 5 adet kilometre taşını görüyoruz.  1952 yılında raylar sökülürken, köylülerin köprü olarak kullanmak amacıyla aldıkları bu raylar daha sonra atıl halde bulunarak Kağıthane Belediyesi müze envanterine kaydedilmiş.  Gezinin başlangıcından itibaren,  sadece kaybolan demiryolu hattını değil, yok olan diğer değerleri de eski ve yeni halleri ile görme fırsatı bulduk. Birçok tarihi yapının ya yok edildiğini ya da ilgisizlik nedeniyle yok olmaya mahkum bırakıldığını üzülerek gördük.  Kağıthane deresi boyunca Cendere yolundan ilerlerken, bizlere anlatılanlardan Cumhuriyet döneminde İstanbul’un çarpık kentleşme ile en çok tahrip edilen yerinin Kağıthane olduğunu düşünmemek mümkün değil.

İlk durak olan Kağıthane’den başlıyor yolculuğumuz. Bugün asfalt yol olan hat üzerinde  ilerleyerek bir zamanlar Enverpaşa ve Cendere istasyonlarının bulunduğu mevkileri geçip Aziz Paşa istasyonunun ardından Kemerburgaz istasyonunda ikiye ayrılan hat güzergahından Çiftalan yönüne doğru ilerliyoruz.  Yolun Ağaçlı’ya uzanan kısmı bugün tamamen asfalt olduğundan demiryolunun bu ikinci hattına dair hiçbir iz bulunmuyor. Yol üstünde  Kırık Kemer’de  bir mola verip, kemerin eşsiz derinliğine  dalıyoruz bir süre.  Bir zamanlar İstanbul’un su ihtiyacının karşılanmasında önemli rol oynayan bu yapının yapımı Bizans dönemine dayanıyor.  Zaman içerisinde uğradığı yıkımlar üzerine kemer,  Mimar Sinan tarafından revize edilmiş.

Devamında; hala kırsal tatları yaşatan Kemerburgaz’ın merkezinde,  manda sütünden yapılan kaymak ve yoğurt ile lokma satın alarak gezimizin yaya olarak başlayacağı noktaya doğru Belgrad Ormanı içinden yol almaya devam ediyoruz.   Ayvad deresinin üzerine aynı adla kurulan Mimar Sinan eseri kemerin içinden geçerek,  kısa bir atıştırma molasının ardından yine  Hüseyin Irmak’ın rehberliğinde başlıyor hayalet bir demiryolunun izini sürme serüvenimiz. Hani sesler kaybolmaz ya… Bizler de işte ağaçlara sinen tren  seslerini hissederek   zamanı geri sarmaya çalışıyoruz.  Kısacık ömrü süresince  dekovil muhafızlarının  savunma amaçlı çatışmalarına, kurtuluş mücadelesinde silah sevkiyatı esnasında İngiliz askerlerinin ihtarına rağmen durmayan dekovilin önüne atılan kütükle raydan çıkmasına,  sevkiyat sırasında yaşanan hırsızlıklara ve hatta bir yolcunun intihar girişimine tanıklık etmiş  57 km’lik bu hat. Ve bizler gibi zamane insanları da  bu yaşanmışlıklara şahitlik ediyoruz görmeden ama hissederek.

Ormanın derinliklerinde ipuçlarının izini süre süre…

Hattın yürüyerek geçilen 6.5 km’lik kısmı ormanın içinden ilerliyor. Bazen stabilize yoldan bazen de vadiler ve yarmalardan oluşan zorlu bir parkuru katetmek gerekiyor.  Demiryolunun düz bir satıhta ilerlemesi için yolun yüksek eğimli yerlerinde viyadük modeli küçük ahşap köprüler inşa edilmiş.  Yapıldığı dönemdeki fotoğraflarda gördüğümüz bu köprülere dair, bugün sadece derenin içerisinde birkaç istinat taşı ve duvar parçası kalmış durumda.   Yolun düz olan kısımlarında o günlerde dökülen mıcır bugün hala yolun kullanılabilir olmasına olanak sağlıyor.  Yaklaşık yüzyıl öncesinden kalan bir başka detay da bir adet kilometretaşı.  Hat boyunca akan derenin kenarında, lokomotiflerin su ihtiyacını gidermek üzere yapılmış su havuzları da çıkıyor karşımıza.

Denizin karaya, karanın denize karıştığı son durak…

Gezi süresince hem doğanın güzellikleri hem zaman zaman zorlaşan demiryolu hattı ve Hüseyin Irmak’ın vermiş olduğu nadide bilgilerle tatlı bir yorgunlukla yol alıyoruz bir hayalin peşinden. Sonbaharın  hüzün tonları ormana hakim olmuşken, güneş inadına ışıltısıyla sızıyor ağaçların arasından.  Mantarlar,  muşmula ve kestane ağaçlarının içinden birkaç saatlik yolculuk sonrasında  gün akşama dönmeye başlıyor.  Güzel bir günün  bıraktığı lezzetlerin tadına vara vara, ormanın bittiği noktadan tekrar aracımıza binerek hattın kömür ocaklarına kadar uzanan son noktası olan Çiftalan köyüne  ulaşıyoruz. Karadeniz’e uzanan bu noktada, demiryoluna ait siyah beyaz karelerdeki manzaranın hayli değiştiğini görüyoruz üzülerek.  Maden atıklarının denize boşaltılması ile yaklaşık 2 km’lik bir kara parçası oluşmuş denize doğru.  Fakat rehberimizin bize aktardığına göre köylüler, gün gelecek Karadeniz’in kendinden koparılan bu parçayı geri alacağı inancında.

Denizin engin maviliğini önüne, dev maden  çukurlarını arkasına alan bu şirin köyün kahvesindeki sıcak soba etrafında tüm gezi ekibi yorgunluğumuzu atıyoruz. Güzel bir sonbahar akşamında gökyüzü kızıldan siyaha dönerken bizler de zamanı bugüne alarak şehrin ışıklarına doğru yol alıyoruz.

İlerleyen yıllarda çok sayıda insan, yeniden inşa edilmiş hat üzerinde eskiyi çağrıştıran yeni vagonlarda bu güzergahtan geçecek belki. Belki bizler de yol alacağız demir tekerlekler üzerinde  hat boyunca.  Ama hiç kuşkusuz  “ Kayıp Demiryolu”nun inzivasına tanıklık etmiş olmak, ayrı bir tad olarak kalacak hafızalarımızda.

Kıymetli dostum Hüseyin Irmak’a bu değerli deneyimi bizlere yaşattığı ve İstanbul’un kültür birikimine yapmış olduğu katkılar için teşekkürlerimi sunuyorum.

Kayıp Demiryolu’nun İzinde Tarihe Yolculuk – Bu yazı 2011 yılının Ocak ayında yayınlanan GezginDergisi’nin 47. sayısından alınmıştır.

Özel Zamanların Güzel Çiçeği
Bir çiçek düşünün kilometrelerce yol aşıp gelen ve bir imparatorluğun asırlarca ateşlenen silahlarının barut kokusu arasından eşsiz güzelliği ve zerafeti ile yeşeren. Bir medeniyete damgasını vurup, yeni bir medeniyette tüm yaşamı sembolize eden.Kefe’nin göçmen, İstanbul’un ilahi, Hollanda’nın simge çiçeği “lale”Hemen hepimizin estetik duygularına hitap eden lale kelimesi, sözlük anlamı itibari ile eskiden esirlerin boynuna geçirilen demir halkayı ifade ediyor. Bunun yanı sıra ağaçtan meyve koparmak için kullanılan, ucuna üçlü veya dörtlü çatal geçirilmiş sırık anlamına gelen laleyi bu ikinci anlamıyla düşündüğümüzde, Osmanlı’nın çam biçimli, gösterişli çiçekli tek tek açan lale çiçeğine bu ismi veriş sebebini keşfedebiliriz belki de.Ön Asya kökenli olan lale çiçeği uzun, sivri yaprakları, kadeh biçimindeki çiçekleri ve tek başına geçen bitkisel yaşamı ile sade bir güzelliği resmediyor adeta. Göz alıcı değişik renkleri ve yaklaşık 100 türü olan lale, özellikle bir devre adını veren İstanbul lalesi ve Aleksandre Dumas’ın romanı ile aynı adı taşıyan Siyah Lale ile tarihi ve edebi bir boyut da kazandı.Bunun yanısıra botanik biliminde başta Çiçekçi Lale’si olmak üzere, Thol Dükü, Greip, erken, Cluise, Faster gibi önemli lale türleri mevcuttur. Fakat bütün bu türler içinde bizler için en önemli ve üzerinde durmaya değer olan İstanbul Lalesi’dir. İlk önce Kefe’den, saray bahçeleri için özel olarak getirilen Kefe Lalesi’ni bilen Osmanlı toplumu, Kanuni döneme rastlayan süreçte İstanbul Lalesi’ni tanıdı. Lale bitkisi Osmanlı Tarihi açısından büyük öneme sahip olan Lale Devri’nin baş kahramanıdır aynı zamanda.Lale çiçeğinin 18. yüzyılda Osmanlı başkenti olan İstanbul’da yaygın olarak yetiştirilmeye başlanması ile önemli kültürel, siyasi ve ekonomik olaylar zinciri meydana geldi. III:Ahmet’in saltanatı dönemlerinde lale tutkusu zirveye ulaştı ve mevcut türler günden güne çoğaldı. Bugün bilimsel kaynaklarda 100 lale türünün olduğu yer alırken o dönemde üçyüzü aşkın lale çeşidinin olduğu kaynaklarda belirtiliyor. Lale’nin artan popüleritesi zamanla ona ticari bir boyut kazandırdı. Lale yetiştiriciliği bir iş kolu halini aldı.İlahi bir anlamı mı var?

 

Son derece önem kazanan laleye ilahi bir anlam yüklenmiş o devirlerde. Bu durumun gerekçesi kaynaklarda şöyle ifade ediliyor: “lale soğanı sadece bir sap ve bir çiçek verdiği için, tevhidi, Allah’ın birliğini simgeliyordu. Llale’nin Arapça yazılışında kullanılan harflerle, Allah ve Kelime-i Tevhid yazılabiliyor olması, lalenin önemini bir daha arttırıyor, ebced hesabıyla “Allah” ve “Lale” kelimelerinin aynı sayıyı, yani 66 sayısını veriyor olması, lalenin kutsallığını daha da artırıyor ve böylece Allah’ın yaratıcılını da en güzel şekilde yansıtır. “Bu arada İstanbul Lalesi’ni diğer lalelerden ayıran bir diğer fark ise çiçeğinin bademe, yapraklarının hançere benzemesi ve uçlarının da tığ gibi sivri olması.Bunun yanı sıra İstanbul Lalesi uzun bir süredir süregelen savaşlardan yorulan devlet adamlarının maddi zevklerle kendinden geçişini simgeliyordu. Öte yandan İstanbul’da lale bahçelerinin göz kamaştırıcı güzelliğinin karşısında, her an isyana hazır yoksul bir halk kitlesi vardı. Ve bu kin ve öfke 25 Eylül Patrona Halil İsyanı ile patlak verdi. III. Ahmet’in saltanatı dönemindeyse herkes yeni tür laleler yaratma sevdasındaydı. Artık lale yetiştirmek için bahçeler düzenleniyor, mevcut türler günden güne çoğalıyordu. İstanbul Lalesinin fiyatı çok büyük derecede artmıştı. Bugünkü değeri ile yaklaşık 300 milyon Türk Lirası olan Nize-i rummani isimli lale soğanı 50 kuruş fiyatla satılıyordu. Kaynaklarda belirtildiğine göre, tarihte ayrıca “ Nur-u And” yani “Cennet Nuru” adında bir İstanbul Lalesi bulunuyordu. Hiçbir kelimenin bu lalenin güzelliğinin anlatmaya yetmeyeceğini o dönemin şairleri dizelerinde sık sık dile getiriyordu. Bir fırtına gibib geçen bu efsane çiçeğin Osmanlı kültüründeki devranı yaklaşık iki asır sürdü.Kızlara çeyiz olan, sahibini onurlandıran çiçekBugün lale varlığını ve önemini hala koruyor ama başka topraklarda, İstanbul’dan çok uzaklarda bir Avrupa ülkesi olan Hollanda’da. Lalenin Hollanda’daki tarihi, anlatılanlara göre: “Viyana’dan gelen elçi Busbecq, 1592 yılında ülkesine dönerken yanına birkaç lale soğanı götürmüş ve bu soğanları kraliyet botanikçisi arkadaşı Carolus Clusius’e vermişti. Özellikle Hollanda, ilk kez gördüğü bu çiçek karşısında çok etkilendi. Lale hızla bütün ülkeye yayıldı ve değişik türler yetiştirilmeye başlandı. Artık lale soğanları çok yüksek fiyatlarla alınıp satılıyordu. Aristokratlar arasında lale bahçesine sahip olmamak, “zevksizlik” anlamına geliyordu. Genç kızlar bir tek lale soğanını çeyiz olarak götürüyorlar ve bu çok değerli çiçek gittiği her aileyi onurlandırıyordu. Lale bu ülkeye gelişinden yaklaşık 50 yıl sonra, Hollanda’nın amblemi olacağından ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. Lale, “Tulipmania” denilen bir dönemden yüzyıllar sonra bile en pahalı çiçekler arasındaki yerinin muhafaza ediyor ve Hollanda, bu çok sevdiği ilkbahar çiçeği ile adeta özdeşleşmiş durumda.Hollanda’da düzenlenen lale festivalleri, ülkenin her yıl yaklaşık iki milyar lale soğanı ihraç etmesini sağlıyor. Örneğin Keukenhof Lale Festivali, gökkuşağının tüm renklerini insanların beğenisine sunuyor. Bu festivali her yıl yaklaşık 250 bin kişi ziyaret ediyor.Tüm bu gerçeklerin ardından bu bitkinin ana yurdunun neresi olduğu tartışma konusu olarak gündeme gelmiştir. Kefe, İstanbul, Hollanda...

 

 

Lale’nin menşeine ilişkin tartışmalarda her nedense hep İstanbul ve Hollanda’nın ismi zikredilmekte. Ama Ukrayna’da bir liman kenti olan Kefe bu tartışmaların ötesinde tutulmakta. Kırım’ın güney kıyısında yer alan ve çiçek yetiştiriciliğinin yoğun olarak yapıldığı bu şehirde lale yetiştiriciliğinin geçmişine tarihçiler tarafından pek dokunulmamış. 17. Yüzyılda büyük çoğunluğu Türklerin elinde bulunan şimdilerin Feodosya’sı Kefe, o dönemlerde küçük İstanbul olarak da ifade ediliyordu. Bu şehrin Çin ile Hindistan ararsındaki ipek yolu bağlantı noktasını teşkil etmiş olması akıllara lalenin bu şehirdeki tarihine ilişkin soruları getiriyor.

 

Nereden, nasıl gelmiş olursa olsun lale, hem Anadolu hem Avrupa topraklarında güzelliğini sergilemiş ve sergilemeye devam ediyor. Belki de gelecekte başka bir coğrafyada, başka bir kültürün harcı olarak, başka tür ve renklerde varolacak. Uçsu bucaksız lale tarlaları ve muhteşem lale bahçelerinin yanı sıra kadınlarda isim olarak yaşayacak.

Please reload

bottom of page