top of page

İstanbul'un Kapıları

Kadim kapılar
Yeryüzünde hiçbir değer yok ki korunmaya muhtaç olmasın. Hep saklanmak, yarınlara aktarılmak istenmiştir değerli varlıklar. Paylaşılmak istenmemiş, en güçlü hislerle sahiplenilmiş kaybetme korkusuyla. Duygular yüreklere, kıymetli eşyalar sandıklara, şehirler surlarla çevrili kapıların ardına kilitlenmiş.İşte İstanbul da böylesi bir değer. O dünyanın gözbebeği, asırların yıpratamadığı eşsiz güzellik. Gelenin geçtiği konanın göçtüğü.


İstanbul’u ortak bir kültürün mirası yapan tarihi yapılarının en önemlilerinden biri, bir kısmı bugün hala ayakta olan surlardır. 

İstanbul’u anlamak , İstanbul’u yaşamak ve İstanbul’un yaşanmışlıklarından haberdar olmak...

Bugün bizler Asya ve Avrupa kıtasında iken eskiden surlar arasında sıkışmış kapalı kapılar ardında bir İstanbul vardı.

Karadan ve denizen çepeçevre surlarla çevrilen İstanbul çeşitli büyüklük ve mimari tarzdaki kapılarla dış dünyaya açılmakta idi. Surların ilk yapıldığı Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlık dönemini içine alan tarih sürecinde ihtiyaca göre birçok sur kapısı inşa edilmiş. Sınırlayıcı ve önleyici özelliğinin olmadığı günümüzde bu kapılar tarihi değere haiz yapılar olmaktan öteye gidemiyor. Birçoğu tarih sayfalarına gömülen kapıların çok azı varlığını koruyabilmiş. 

Asırlar boyunca İstanbul’un şehir yapısında meydana gelen evrimlerin yok ettiği ve bugünlere sadece ismi kalmış çok sayıda kapı mevcut. İstanbul’u anlatan kaynak kitaplardan bugünlere sadece isimleri ile kalan Dideban, Ayvansaray, Küngoz, Balat, Fener, Petri, Unkapı, Tüfekhane, Odun, Zindan, Balık Pazarı, Yeni Cami, Hikanatissa, Bahçe, Porta Veteris Victoris, Yalı Köşkü, Eugenius, Oğruk ve daha birçok kapı.

Ve günümüz İstanbul’unda cisimleriyle varlığını devam ettiren, belkide asırlar sonrasına sadece fotoğraflarla uzanacak olan kapılar. 

Bizim de objektiflerimize yansıyan bu kapılardan bahsederken söze hiç kuşkusuz Bizans şehir surlarının girişi niteliğindeki Altın Kapıdan başlamak gerekiyor. Theodosius I. Zamanında kazanılan bir zaferin şerefine 388 senesinde bir zafer taakı olarak inşa edilen bu kapının bir diğer adı da Yaldızlı Kapı. Bizanslıların Porto Aurea (Güzel kapı) olarak da isimlendirdiği bu kapı, Alman Arkeleogu Prof. Hans Litzmann tarafından ‘ muahhar antik devrin en mühim mimari abidelerinden biri’ olarak değerlendirilmiş. İhtişamlı dönemlerini tasvir eden bazı çizimlerden anlaşılıyor ki bu kapı üzerindeki kabartma, sütün, levha ve insan heykellerinden bugüne kanatlarını açmış kartal şekli, XP monogramı ve birkaç haç şekillerinden 

başka Bizansı hatırlatan hiçbirşey kalmamış. Osmanlı İmparatorlu’ğunun bu yapının tarihi kimliğini koruma titizliğine rağmen zamanın yıpratıcılığı tarihin bazı izlerini silmiş bu kapıdan. Fakat Osmanlı döneminde bu kapıya yapılan ilave yapılarla yeni bir çehre kazandırılmış Altın Kapıya. Fetihten sonra Kapı’nın arkasına ilave bir yapı inşa edilerek tarih mozaiği oluşturulmuş. Bir emektar gibi surların başlangıç noktasında birbaşına duran Altın Kapı’nın şehir yaşamındaki rolünün yanıbaşında duran Yedikule Kapısı üstlenmiş gibi.

Belgrad kapı surlar boyunca doğuya doğru uzanıldığında Yedikule Kapısı’ndan sonraki ilk kapı. Önünde kendisiyle aynı adı taşıyan bir mezarlık ve geçmişin bu iki yapısı arasındaki sur hendeklerinde ’hayat devam ediyor’ dercesine yeşeren kilim desenli bostanlar uzanıyor boylu boyunca...

Dün ve bugün arasında kalan bir başka kapı da Silivri Kapı. Eremya Çelebi Kömürcüyan’ın yirmibeşinci kapı diye nitelediği bu kapının alametinin iki horoz olduğu da ifade edilmekte. Karşısında Elekçi Dede’nin mezarı bulunan bu kapı geçmişten bu güne taşıdığı bir kitabenin yanısıra duvarlarına yuva yapmış kuşlara da ev sahipliği yapıyor şimdilerde. Duvarlar üzerindeki bu kuş yuvalarından yükselen sesler İstanbul’un gürültüsüne karışırken, Mevlana Kapı önünde satılmak üzere konaklayan kurbanlık hayvanlar hayatlarının son demlerini yaşıyorlar. 

Bu kapı ismini eskiden civarında bulunan bahçelerin içindeki derviş odaları ve mevlevihanelerden almış. Kuşatma sırasında kapatılan bu kapı Osmanlı fethinden sonra yeniden açılmış ve yeni dünya düzeni gösteriyor ki hep açık kalacak.

Bizans İstanbul’unda surlar en büyük savunma aracı, kapılar ise bu güçlü savunmanın en zayıf yanı idi. Edirnekapı ve Topkapı da Osmanlı tarihinde özellikle İstanbul’un fethi açısından önemli bir yere sahip. Kuşatmalar karşısında surların en zayıf noktası olan bu kapılardan ikisi Bugün bu kapıların dış cephesindeki yakın zamanda yazılmış iki kitabede İstanbul’a bu iki kapıda savaş toplarıyla açılan gediklerden girildiği belirtiliyor. 29 Mayıs 1453 Salı sabahında insanlar bir şehrin mücadelesini vermişken bugün bu şehrin sayıları onikimilyon aşan insanları kendi yaşamlarının mücadelesini veriyor. 

Yaklaşık altı asır öncesinde olduğu gibi bugün de bu iki kapıda yoğun bir insan trafiği var. Edirnekapı ve Topkapı etrafındaki yoğun araç trafiğine rağmen sadece yayalara geçit veriyor.

Bizans döneminde İmparatorların geçiş törenlerine sahne olan Altın Kapı gibi, Osmanlı İmparatorluğu devrinde de Edirnekapı Padişahların muhteşem geçişlerine tanıklık etmiş.

Topkapı’nın da tanıklık ettiği önemli olaylardan biri de 1000 yılı aşan Bizans İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan fethin yönetildiği Sultan II. Mehmet’in çadırı. Çünkü Fatih Sultan Mehmet fetih sırasında çadırını bu Topkapı’nın karşısındaki tepede kurmuş.

Osmanlı dönemi İstanbul’unda Topkapı’nın iç ve dış taraflarında Ermeni poşalar bugünkü ifadeyle çingeneler otururmuş. Yani bugün olduğu gibi geçmişte de yaşam insana dair değişik renkleri yansıtıyordu buralarda.

İsminden de anlaşılacağı üzere Eğri Kapı’nın iki kısmı tam karşılıklı değildir. Diğer kapıların aksine bu kapı Haliç’e bakan bir yokuşun bitiş noktasında bulunuyor. Kara surları üzerindeki diğer birçok kapı gibi bu kapının önünde ve arkasında çeşitli Zat’lara ait mezarlar bulunuyor. Araç geçişinin diğer kapılardaki kadar yoğun olmadığı Eğrikapı İstanbul’un yoğunluğunda sükunetten en çok nasiplenen kapı.

Cibali Kapısı ile eğri kapı arasında varlığını koruyan bir başka kapı XVII. Asırda İstanbul isimli kaynak kitapta zikredildiği adıyla Yeni Ayakapısı, bugünkü adıyla Ay Kapı. Aynı kaynak kitapta bu kapının önemli bir yerde olduğu ve Bizans döneminde İmparator ailesine mensup kadınların kapatıldığı Petrion Manastırı’nın burada olduğu ifade ediliyor. 

Aykapı’nın devamında bulunan ve Cibali Kapı’nın da diğer birçok kapı gibi ismini alış öyküsü var. İstanbul Fetih Derneği tarafından yazılan kapının solundaki kitabede bu olay şöyle anlatılmakta: “Miladın 29 mayıs 1453 Salı günü Bursa Sübaşısı Cebe Ali Bey buradaki sur kapısın kardırıp içeri girdiğinden halk bu civara Cibali demiştir”. Bu ad bizlere hernekadar meşhur Cibali Karakolu’nu çağrıştırsa da, İstanbul’a yeni bir dönemi aralayan kapılardan birini adı aslında. Dünya tarihçilerinin Altın Boynuz olarak nitelendirdiği Haliç’in yanıbaşındaki bu kapı civarındaki yapılar itibariyle İstanbul nostaljisini yansıtıyor.

Ve yazımızda son olarak Ahırkapı yer alıyor. Surlar İstanbul’undan bu güne yapısal olarak ayakta kalan bu kapıya, saray ahırlarının tam bitişiğinde olduğu için bu isim verilmiş. Sultanahmet meydanının kültür mozaiğini arkada bırakarak bu kapıdan Marmara denizi ile surlar arasındaki sahil yoluna doğru akıyor trafik. Topkapı Sarayı’nın sağ ayağını oluşturan bu kapı adını verdiği fenerden de anlaşılacağı üzere deniz trafiğinin kontrolünde mühim bir yer teşkil ediyor. Geçen sayımızda fenerleri anlattığımız geçen Yediveren İstanbul sayfamızda da belirttiğimiz gibi bir deniz kazası sonucu ilk fener burada inşa edilmiş.
Üzerinde bulunan Osmanlı döneminden kalma kitabeler bu kapının Osmanlı döneminde açıldığını belgeler nitelikte.
Geçmişin bugüne taşıdığı bu sur kapılarında ne görkemli geçiş törenleri ne de nöbet tutan askerler var artık. Şimdilerde sur kapılarından yoğun şehir yaşamı içinde yaya geçişlerine, bazıları meraklı bakışlara, bazıları da araç trafiğine ve trafik gönüllülerinin yaşamdaki rolüne tanıklık ediyor.

Please reload

bottom of page