top of page

An'da çoğalmak

Geçen hafta İstanbul Modern’den çıktıktan sonra, Sirkeci’ye gitmek üzere tramvay durağına yöneldim. Ama ne yazık ki akbilim yetersiz bakiye gösterdi. Bir müddet nereden akbil alabilirim diye bakındıktan sonra, yürümeye başladım. Aslında çoğunlukla yürümeyi tercih etmeme rağmen o gün yorgun olduğumdan ayaklarım biraz zorluyordu beni. Herşeye rağmen adım adım ilerleme başladım Karaköy’den Sirkeciye… Saat 21.00 civarları ve arabalar vızır vızır geçerken kaldırımlarda parmakla sayılacak kadar insan var ve onlardan biri de bendim. Bu yoldan araçla defalarca geçmiştim ama adımlarken kaldırımları sanki ilk kez buradaymışım gibi hissettim.  Bilmediğim bir şehirde yol alıyormuşçasına merak ve gizem içindeydim. Baharın dirilten serinliğine, denizin dinginliği karışmış; kaldırımlar, hanlar suspus… 

Otomobiller cazgırlıklarına devam ediyor ve ben adım adım ilerliyorum.  Uzun bir mesafe değil aslında gideceğim yer. Fakat o gün, o atmosferde, o duygular içerisinde olmak zamanı genişletti, ayaklarımın her yere dokunuşu anın tiktakları oldu. Anlamaya çalıştım hayatı böylesine hızlı yaşayıp böylesine fütursuzca tüketirken nasıl da ehlileşmişti herşey bir anda.  Tıpkı cızırtısız yayın yapan bir radyo frekansından yayılan melodiler gibi barış içindeydi an’a dair herşey. Hayatla birlikte yürümekti… Ne önünde ne arkasında… An’ın içinde olmak, varlığını idrak etmekti… Ben varım, yaşıyorum ve anlamlıyım diye çığlık atmaktı ruhunun derinliklerinde…  Ruhumuzda birikmiş zaman artıklarını gömmekti toprağın derinliklerine…  Şimdi olana, gördüğüne, duyduğuna, hissettiğine kulak vermekti… 

 

İşte o zaman her bakışta ayrı bir detayı  görebiliyor, tevazu ile saklanmış güzelliklere kendini gösterme cesareti verebiliyorduk. Gözümüzle, dilimizle, elimizle, tenimizle, duygularımızla dokunduklarımızı çoğaltabiliyor, hayatımızdan geçenlere armağan edebiliyorduk.  Duru bir niyet ile paylaşılan coşkudan daha güzel hediye olabilir miydi... Hem paha biçilmez hem bedava....

Please reload

bottom of page