top of page
  • Facebook Classic
  • national_geographic_2001.png
  • Instagram App simgesi
  • Twitter Classic
  • Google Classic

Gaz lambalı demlerimiz

  • Nihayet Dergi Eylül Sayısında yayınlanmıştır
  • 25 Eyl 2015
  • 3 dakikada okunur

70’li yılların en güzel şarkılarından biridir, güftesini rahmetli Çiğdem Talu’nun yazdığı, Erol Evgin’in seslendirdiği “bir de bana sor”. O şarkının beni en çok etkileyen sözleri ise “evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı bir de bana sor” olmuştur hep.

Çocukluğumda okullar tatil olur olmaz Pasinler Ovası’nda bulunan tarlamızın başına yaptığımız evimize giderdik. Evimiz iki oda bir de içinde tandır, su kuyusu ve mutfak malzemelerimizi koyduğumuz bölümden oluşuyordu. O vakitler elektrik henüz gelmemişti tarlamızın olduğu bölgeye. Annem yemeklerimizi, ekmeğimizi küçük sobamızda ve ekmeğin yapılacağı günlerde de tandırımızda pişirirdi. Özellikle yağmurlu hafif serin akşamlarda kardeşlerimle beraber alevi sönmüş sıcak tandıra ayaklarımızı sarkıtır, tandır evinin bacasından zifiri karanlıktaki yıldızlara bakar çocuksu muhabbetler ederdik.

Düşündüğüm vakit o demleri, karanlığı nazikçe dağıtan fitilli gaz lambamız gelir aklıma. İnce belli cam kısmı gecenin ilerleyen zamanlarında islenir ve yansıttığı ışığın da tonu değişmeye başlardı. Yanan fitiline bakar ve nasıl olup da tüm fitilin bir anda bitmediğini anlamaya çalışırdım. Çoğu zaman lambanın camını ben yıkardım çocuk ellerimle. Lamba borusunun içine kadar sokar elimi, her tarafını güzelce temizlerdim. Işıl ışıl olunca da yaptığım iş ile gurur duyar bir süre öylece bakardım ışıldayan lamba borusuna. İnce camdan olduğundan çok çabuk kırılırdı gaz lambalarının boruları. Bu yüzden hep yedeği olurdu evde.

Şimdilerde daha iyi anlıyorum bir gaz lambasının insan hayatına neler katabileceğini. Bu cansız ruhsuz gibi görünen ışık kaynağımız, akşamları tüm ailemizi bir araya toplardı. Birbirimizin yüzünü bugünkü kadar net göremesek de varlığımızın yüzünü gayet net algılayabiliyorduk. Babam masallar anlatır, annem bazen o güzel sesi ile şarkı söylerdi bize. Bazen radyo dinlerdik muhabbet eşliğinde. Aynı şarkılar aynı masallardı ama biz loş ışıklı bu evin güven veren huzurlu ortamında hiç sıkılmazdık mükerrerlikten. Birbirimizden sıkılıp başka bir odaya geçme lüksümüz yoktu. Zira lambamız bir taneydi. Aynı ışıktan besleniyorduk ve ışığımızı paylaşmak zorundaydık. Can sıkıntımız, dargınlığımız olsa bile uzağa düşmeden yumuşardı yüreğimiz tez vakitte. Çok kızsam da kin gütmemeyi o zamanlarda öğrendim belki de…

O yıllarda elektriğe heveslenmiyor da değildik. Çünkü bütün kış şehirdeki evimizde televizyon izliyor, ödevlerimizi yapıyor, hikaye kitapları okuyor, evin başka bölümlerine rahatça girip çıkabiliyorduk. Daha “bireysel” yapıyordu artan ışık bizi. Tek bir odada yanan sobamızın ateşi, elektriğin dağıtan etkisini azaltıyordu biraz. Sobanın üzerinde kaynayan sudan düşen damlalarının çıkardığı “ços” sesi ve fırındaki patates kokusu da soğuk kış günlerinden gönlümüzde kalan tatlardan. O vakitler televizyon programları da sınırlı olduğundan televizyon başındayken bile birbirimizden kopmuyor, izlediğimiz programı ortak bir anıya dönüştürebiliyorduk. Yaz olup da köye gidince kısa süren memnuniyetsizliğimiz, akşamları ay ışığında oynadığımız oyunların, sabahları doğan güneşle birlikte bostandan toplanan salatalıkların, Ramazan ayının uzun oruçlu günlerinde bacaya çıkıp güneşin batışını izlemenin hazzına bırakıyordu yerini.

Aradan geçen yaklaşık 30 yıla rağmen nerede bir fitilli gaz lambasına rastlasam köyde geçen alacakaranlık akşamlarımın huzurunu anımsarım. Yağmurlu günlerde tavandan sızan damlaların leğene düşerken çıkardığı sesin ritmini dinleyerek, duvarda dolaşan böcekler ile ürkmeden aynı odayı paylaşarak bu hayatın sadece insanlara ait olmadığı gerçeğini anladım gaz lambasının loş ışığında uykuya dalmadan önceki zamanlarımda. Bize yol gösterecek aydınlığın kaynağı sevgi ve muhabbetin birbirine dokunuşuydu... Tevazuyu, vasat olmayı, varlığın hakikatini hissedebilme ve anlamlandırabilmeyi eksiklik içinde idrak edebileceğimizi öğretti bana o demler. Hayat bir yanı ile aydınlık bir yanı ile karanlık, bir yanı ile mutluluk bir yanı ile mutsuzluktu, bir yanı ile varlık bir yanı ile yokluktu. Her halükârda “bu da geçer Ya Hû” deyip biraz ağlayıp biraz gülmekti.

Şimdilerde aşkla, huzurla, mutlulukla pazarlanmaya çalışılan ışıltılı evlerin veremediği huzuru derme çatma tarla evinde yaşamıştım ben çocukluk yazlarımda. Artık sadece evlerimizin her bir köşesini değil tüm şehri ışıklandıracak teknolojiye sahibiz. Evlerin, sokakların ışıkları bir bir yanarken içimizdeki karanlığı soramıyoruz bile birbirimize. Çünkü kelimeler de ışığını kaybediyor. Kelimeler can çekişiyor. Kelimeler tuşların tıkırtısı eşliğinde ona ruh veren insan sesinin büyüsünden yoksunlaşıyor. Semboller aldı sazı eline. Belki de sembollerden oluşan ortak bir yazı dili oluşacak gelecekte ve insanlık mimikleri ile sessiz bir lisana bürünecek.

Sahnede üzerine ışık düşen sanatçı edalarındayız hepimiz artık. Işığımız cürmümüzden ibaret ve dahi bizim dışımızdaki alanları zifiri karanlıkta bırakacak kadar keskin. Artık gri tonlarda sanal evlerimiz, gözlerin gözlere değmediği muhabbetlerimiz ve içimizi boğan çığlıklarımız var. Işıltılı avizelerimizin aydınlattığı kimi evlerde fitilli gaz lambaları bir süs eşyası duvarlara asılan. Kim bilir belki dünya değişir ve fitilleri ateşle buluşup tevazuyla aydınlatır dünyamızı.

Yazı ve Fotoğraf: E. Hilal Korucu

 
 
 

Comentários


Recent Posts
bottom of page